S-400’lerin
Ekonomik-Politik Yüzü
Yusuf
KÖSE
Türk
devletinin Rusya’dan S-400 savunma sistemini alması, bir çok yeni
tartışmayı da beraberinde getirdi. S-400’ler ülkeye gelene
kadar, “ülkeye gelmez” diyenler elbette yanılıyorlardı.
S-400’ler
konusunda burjuva kesimler içinde de iki eğilim var. Biri NATO
içinde kalınması ve Rusya’dan alınan silahlardan vazgeçilmesi.
Bu görüşü daha çok AB ve ABD yanlısı güçler ve liberal burjuva
aydın kesimler savunuyor.
Uzun
süredir iktidarı elinde tutan sermaye kesimleri ile “avrasyacı”
kesim ise S-400’lerin alınmasından yanaydı. Ve TSK’ya eğemen
olan kesimlerde bunlardır ve bu kesim 1990’lardan beri NATO’ya,
Ulusal özgürlük mücadelesi veren Kürt hareketi meselesinden
dolayı soğuk bakan kesimdir. Çünkü bunlar, ABD ve AB’nin
Kürtleri “kollayıp-koruduğunu” düşünüyor.
Tekelci
burjuvazinin (TÜSİAD ve diğerleri) S-400’lerin alımına karşı
çıktığı sanılmasın. Onlar başından beri destekledi.
“Sol”
kesim içinde de farklı değerlendirenler var. Bir kısmı, Türk
devletinin bu çıkışını (TKP gibi) “halkın çıkarına” olduğunu düşünürken, bir kısmı ise Türk devletinin ABD’nin sözünden
çıkmayacağına inanıyor. Yani, görünüşte hiç bir şeyin
değişmediğini, Türk burjuvazisinin “efendilerine karşı çıkamayacağı" (Kızıl
Bayrak ve diğerleri) bilinen argümanı tekrarlamaya
devam ediyorlar.
S-400’ler
Sadece Bir Silah Mı?
S-400’lere
sahip Yunanistan, Bulgaristan ve Slovakya’nın durumuyla,
Türkiye’nin bu savunma sistemine sahip olması aynı şeyler
değildir. Yunanistan’daki S-400’ler Güney Kıbrıs’tan
Yunanistan’a taşınmış ve devre dışı bırakılmıştır.
Bulgaristan ve Slovakya ise hem S-300’lere hem de S-400’lere
sahiptir.1
S-300’lere, başta Çin, Hindistan, İran, Mısır gibi ondan fazla
ülkenin bu silahlara sahip olduğu bilinirken, S-400’ler ise Çin
ve Belarus’ta var. Ayrıca, ABD ile ilişkileri iyi olan Suudi
Arabistan, Katar, Hindistan, Irak, Cezayir, Fas ve daha bir çok ülke
S-400’lerin siparişini vermiş durumdalar.
Burada
Hindistan’a bir şey eklemek gerekiyor. Hindistan “Şanghay
İşbirliği Örgütü” üyesi ve aynı zamanda da ABD ile de sıcak
ilişkilerini korumaya çalışmaktadır. Buna karşın S-400 savunma
sistemi siparişi yapmıştır.
ABD
ve AB’nin diğer adını saydığım ülkelerin S-400’ler
almasına fazla bir ses çıkarmazken Türkiye üzerinde fırtına
koparmasının altında başka nedenler olsa gerek.
Birincisi
Türkiye NATO’nun güney kanadıBu bağlamda Türkiye bir
NATO ülkesi ve NATO’nun önemli bir üyesi. Çünkü NATO üyesi
ülkeler içinde ABD’den sonra en fazla askere sahip tek ülkedir.
Türkiye, yıllardır SSCB ve daha sonra ise Rusya’ya karşı
NATO’nun “caydırıcı bir gücü” olarak görev yapmıştır.
Yani, Türkiye’nin NATO içindeki durumu diğer ülkelerin
konumuyla aynı değildir.
Ve
Türk egemen sınıflarının bağımsız hareket etme istemi ve esas
olarak da ABD’nin egemen olduğu Ortadoğu bölgesinden pay sahibi
olmak istemesidir. Yani, güçlü ve saldırgan bir askeri yapıya sahip bir ülke
olarak, bu bölgelerde kendi borusunun ötmesini istemektedir.
Özellik’le “Arap Baharı” sürecinden sonra Türk egemen
sınıfları Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde ekonomik ve askeri
açıdan atak (saldırgan) bir politika izlmeye başlamıştır.
Eski duragan ve görece barışçıl politikalarını terk
etmişlerdir.
Ortadoğu’da,
ABD ve Rusya’nın yanı sıra İran, İsrail, Suudi Arabistan ve
Türkiye öne çıkan ülkelerdir. ABD ve Rusya dışında ekonomik
ve askeri yapısı güçlü olan Türk egemen sınıflarıdır.
Türkiye bu bölgede Katar ile ortak hareket etme politikası
izliyor. Türk ordusu Suriye ve Kürdistan’da savaşın içinde
olduğu gibi, ayrıca vekalet savaşı da veriyor. Yani, Suriye ve
Libya’da oluşturduğu ve kendi denetiminde olan silahlı gruplarla
o bölgelerde egemenlik kurma savaşı veriyor.
Bu
bağlamda, Türk devletinin S-400’lere sahip olmak istemesi, salt bir askeri hava savunma sistemi olmaktan
çok, bölgede egemen olma ve saldırgan bir politika izleme
stratejisinin parçasıdır. Bu aynı zamanda AB ve ABD’den bağımsız olma
ve bu güçlerin Türk burjuvazisinin pazarlardan pay almasını
engellemelerine karşı pazarlık gücünü aktif bir yönelimle artırma taktiğidir.
Her durumda da Türk tekelci burjuvazisi ABD’nin dediklerini bire
bir yapan bir burjuva olmaktan çıkmıştır. Görülmesi gereken
budur. Bu, burjuvazinin anti-emperyalist oluşundan değil,
emperyalist oluşundan kaynaklanmaktadır.
Türk
egemen sınıfları S-400’ler ile bölgedeki konumunu
güçlendirmeye çalışırken, aynı zamanda kendi silah
ihtiyaçlarını kendisinin karşılaması içinde bir çaba
içindedir. Örneğin, 2003 yılında TSK’nın silah ihtiyaçlarını
içerden karşılama oranı %25 iken, 2017 yılında %60’ın
üzerine çıkmıştır. Türk burjuvazisi, silah sanayininde dışa
bağımlılığını azaltmaya çalışıyor ve bu nedenle de silah
sanayine yatırım yapıyor. Dünyanın en büyük yüz silah
üreticisi içinde Türkiye’nin üç silah tekeli var.2
Örneğin,
Türkiye 2017 yılında 2 milyar 35 milyon ABD Doları kadar silah
ihracatı yaparken, silah ithalatı ise aynı yıl için: 2 milyar
449 milyon ABD Doları kadar olmuştur.3
Aynı rapora göre, silah üreten şirketlerde toplam (istihdam)
çalışan sayısı (2017) 67 bin 239. Bu veriler Türk
devletinin silahlanmaya hız verdiğini göstermektedir.
Ve
Türk devleti, S-400'leri müzeye koymak için değil, emperyalist
amaçlarına uygun bir şekilde kullanmak için alıyor.
Komşularla Sıfır Sorundan Komşulara Saldırı Politikasına Geçiş
Türkiye’nin
2010’a kadar “komşularla sıfır sorun” politikasından,
komşulara saldırı poltikasına geçişi, bölgedeki savaş gerçeği
ve bölgenin büyük emperyalist güçler tarafından yeniden
paylaşım alanın aktifleşmesi sürecine denk gelmektedir.
Türk
egemen sınıfların “Arap Baharı” ile bölgedeki stratejileri
de değişmiştir. “Osmanlı yayılmacılığı” olarak
adlandırılan, ama aslında Türk burjuvazisinin emperyalist
yayılmacılığının tanımlayıcı adından başka bir şey
değildir.
Türk
egemen sınıfların Mısır’a müdahalesi (Mursi’nin iktidara
gelmesinin aktif desteklenmesi), Suriye’nin bir kısmının işgali
ve Libya’da savaşın bir tarafı olması, Irak Kürdistan'ındaki
askeri üsleri ve saldırıları, bu bölgelerde Türk egemen
sınıfların direkt savaşın içinde olduğunun doğrudan
göstergeleridir. Bir yanı Kürt ulusal hareketini bastırma ya da
zayıflatma amaçlı olmasının yanısıra bir tarafı ise bölgede
egemen olma ve emperyalist yayılmacı politikanın doğrudan
kendisidir.
Bir
başka durum ve esas olanı ise, Türk devletinin kendisinin
emperyalist olması ve bölgede ve Ortadoğu’da emperyalist bir
paylaşım içinde olmasıdır.
Bugün
Türkiye’nin, başta Kıbrıs (40 bin), Suriye (beş bin), Güney
Kürdistan (Irak) (2500), Katar (askeri üs), Somali (askeri üs)
olmak üzere ona yakın ülkede askeri ve askeri üsleri vardır.4
Suriye ve Irak’taki asker sayısı ise 2018 yılı rakamlarıdır.
Özellikle Suriye ve Irak’taki asker sayısının bilinenin
üzerinde olduğu tahmin ediliyor.
Emperyalist
amaçlarla hareket eden bir kapitalist ülkede, “komşularla sıfır
sorun” olamaz. “Sıfır sorun” politikası kapitalizmin
doğasına terstir. En barışçıl görünen emperyalist ülke de
özünde saldrıgandır. Koşulları olmadığı için o an saldırgan
politika izliyemiyordur. Koşulları olduğunda kapitalizmin en vahşi
haline dönüşmekten çekinmez.
Burjuvazi
saldırgandır. Çünkü kapitalist sistem sömürücü bir toplumsal
sistemdir ve başkaların mülkünü zor yoluyla gasp etme ve
mülksüzleştirme yöntemiyle işler.
Bu
bağlamda Türk egemen sınıfların koşullar oluştuğunda “sıfır
sorun”u terk edip bütün komşularla sorunlu hale gelmesi ve
komşuların topraklarına göz dikmesi, işgal etmesi, onun
kapitalist saldırgan ve egemenlik kurma doğasında vardır.
Öcalan’ın
Suriye’den çıkarılması ve 2011 yılı öncesi bu ülke ile
“içli dışlı” olunmasının esas nedeni, petrol ve gaz boru
hatlarının Türkiye’den geçme projesi yatmaktadır. “Kardeşim
Esad” söylemlerini dillendiren temel nedende bu yağlı projeydi.
Ve özellikle AB emperyalistlerinin projelendirdiği ve ABD’nin
desteklediği, Katar-Suudi Arabistan-Ürdün Suriye ve Türkiye
üzerinden AB’ye ulaşacak boru hattı projesi’nin karşısına,
Suriye devleti; İran, Irak, Suriye devleti (İslam Boru Hattı)5
projesini onaylayınca, Suriye’ye cehennemlerden cehennem
beğendirildi. Batılı emperyalistlerin ve onların bölgedeki
bağlaşıkları petrol yerine Suriye halklarının kanını emdiler
ve emmeye devam ediyorlar.
“Komşularla
sıfır sorun” politikasının terk edilmesi, içeride de “barış”
politikasını terk edilmesini beraberinde getirdi ve işçi sınıfı
ve emekçilere yönelik daha saldırgan politikaya geçildi. Kürt
hareketiyle “barış” sürecinin terk edilmeside aynı
politikanın devamıdır.
2013
Haziran Ayaklanması (GEZİ), emperyalist yayılmacılıkla paralel
giden politik özgürlükleri yok eden baskılara karşı bir
isyandı. İçerdeki saldırganlık bu süreçten sonra daha da azdı.
Dış
politikadaki saldırganlık, içeride “barış” politikasıyla
desteklenemezdi. Burjuvazi her yönlü saldırıyı, özellikle de
içeride Kürtlere ve emekçilere yönelik baskıyı yoğunlaştırdı.
Özellikle
Kürtlere karşı savaş, Türk burjuvazisi için kaçınılmazdı.
Suriye’deki Kürtlerin kazanımları, Kuzey Kürdistan’ın
Türkiye’den kopmasının kapısını çalmaya başlamıştı. Bu
nedenle de, ulusal bilincin en yüksek olduğu, örgütlü ve askeri
olarak güçlü Kürt Ulusal Hareketi’ne ağır bir darbe indirmeyi
seçti. Kuzey Kürdistan’ın kalbi Diyarbakır’ın önemli bir
bölümünü ve diğer bir çok Kürt illerini yerle bir etti. “Sıfır
sorun”u, ülke içinde de savaşa dönüştürdüler.
Buraya
2016 yılındaki “15 Temmuz Darbesi”ni de eklemek gerekiyor. Bu
ABD nin desteklediği bir darbeydi ve Türk tekelci burjuvazisi bu
darbeye karşı çıktığı için başarısız oldu. Bugüne kadar
Türkiye’de olan askeri darbelerin arkasında Türk burjuvazisi
vardır. Bunların desteklemediği darbe girişimleri başarısız
kalmıştır. Bu darbe girişimi Batı’dan “kopuşu”
hızlandıran etkenlerden biri olmuştur. Türk tekelci burjuvazisi,
çıkarlarına uygun başka emperyalist bağlaşıklara yöneldi. Bu
da Rusya idi.
Türkiye
NATO üyesi olmasına karşın, ABD ve emperyalist müteffiklerinin
Irak işgali sürecinde Türkiye’nin dıştalanması “bir koyunca
beş alamaması”, Türk burjuvazisini NATO ve Batı’dan siyasi
olarak uzaklaştıran etkenlerin başında gelmektedir. Ve bu savaş
sonrası özerk Güney Kürdistan’ın kurulması ve bir nevi
devletleşmesi, Türk burjuvazisini yeni ittifak arayışları içine
itmesinin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Tabi, buna ek olarak
ABD ve AB’nin Türk devletinin Kıbrıs’ı işgal etmesi
karşısında aldıkları tavır ve bunu devam ettirmeleri bu
gelişmelerden bağımsız ele alınamaz. Türk burjuvazisi Batı
emperyalistlerinden uzak kalamamışlar ama hep ilişkiler çatışmalı
olmuştur.
Türk
tekelci burjuvazisinin Erdoğan’ın ağzından AB’ne ve ABD’ye
“kafa tutması”, Erdoğan’ın cahil cesaretinden değil,
burjuvazinin emperyalist paylaşımlardan pay istemesiyle doğru
orantılıdır.
Türk
Burjuvazisinin Yeni Emperyalist Bağlaşıkları
Irak,
Suriye ve Libya’daki gelişmeler ve parçalanmalar, Türk
devletinin ekonomik gelişmesine uygun olarak emperyalist yayılmacı
iştahını kabarttı. Kurulduğu günden beri militarist ve işgalci
bir yapıya sahip Türk devletinin, askeri ve ekonomik olarak
güçlenmesiyle beraber, bölgedeki gelişmeler karşısında sessiz
kalması, onun saldırgan kapitalist doğasına aykırıdır.
Türk
devleti, ABD ve AB ile ne kadar içli dışlı olursa olsun,
çıkarların çatıştığı noktada yeni bağlaşık arayışların
içine girdi. Ortadoğu’daki gelişmeler, Kürdistan’daki yeni
gelişmeler, bölgedeki emperyalist dalaşlar ve bunlar arasındaki
çelişmelerin keskinleşmesi, tekelleşmiş Türk burjuvazisini, dış
politikada daha agrasif ve yeni ittifaklar içine itti. Bunlardan
biri Rusya ve diğeri ise İran’dı. Bu her iki ülkede ABD ve
AB’nin "düşmanı"dır. Türk egemen sınıfları, ABD ve AB
karşısında kendi çıkarlarını bu ülkeler ile ilişkileri
sıklaştırmakta ve ortak çalışmada gördü.
Türk
Tekelci burjuvazisinin bu yeni politikasını salt Erdoğan’ın
kişisel özelliklerine bağlamak, subjektif değerlendirmenin
yanında, burjuva devlet olgusunu burjuvaziden ayırarak –bazı
aydınlarımızın yaptığı gibi- 1800’lerin başındaki
Bonapartizm’e indirgemektir.
Bugün
bölgede, emperyalistler arası saflaşma netleşmiş durumdadır.
Rusya-İran-Türkiye bir tarafta, ABD-AB-Suudi Arabistan bir tarfta
yer almaktadır. Aynı ittifak içinde olanlar arasında da elbette
çelişme vardır. Ancak, genel olarak bir çıkarlar birliği
vardır.
Türkiye
NATO’dan şu anda çıkmak istemiyor, ancak çıkmayacağı
anlamına da gelmez. Türk tekelci devleti, özellikle Ortadoğu’daki
çıkarlarını Rusya-İran yanında görmektedir. Şimdilik. Bu nedenle de
Rusya ile ilişkilerini sıklaştırdığı gibi, AB ve özellikle
ABD’nin tüm baskılarına rağmen Rusya ve İran ile ekonomik,
siyasi ve askeri ilişkilerini daha da geliştirmiştir. Bunun
dışında, Suudi Arabistan’a karşı Katar ile ilişkilerini
geliştirirken, orada askeri bir üs elde etmiştir.
NATO
(esas yanı askeri olan siyasi bir ittifaktır) üyesi Türkiye,
NATO düşmanı Rusya ve İran ile çok yönlü ilişkilerini
geliştiriyor. Ortadoğu’da ABD ve AB’nin çıkarlarına ters
olarak, onların düşmanı Rusya ile ortak hareket ediyor.
Emperyalistlerin ortaya çıkardığı Libya iç savaşında aktif
bir taraf oluyor. Ve Doğu Akdeniz’de (bu konuyu ayrı başlık
altında ayrıca ele alacağım) AB ve ABD’nin tehditlerine rağmen
kendi çıkarlarını korumaya çalışıyor.
Türkiye’nin
Rusya ile geliştirdiği askeri, ekonomik ve siyasi ilişkiler, ABD
ve AB’nin çıkarlarıyla örtüşmüyor. TC, bunu bilerek yapıyor.
Ve bu yönelim salt Erdoğan’ın isteği olmaktan öte, esas olarak
tekelci burjuvazinin bir yönelimidir. Türk tekelci burjuvazisi
istemeden Hükümetler bir şey yapamaz. Erdoğan, burjuvazinin
siyasal temsilcisidir. Elbette Türk burjuvazisi kendi içinde her
konuda birlik değildir. Ama Rusya ve İran ile ittifakları
geliştirme konusunda birliktir. S-400’lere sahip olma konusunda
birliktir.
Bu ittifakın da bozulmayacağı ve çıkarların çatışmayacağı
anlamına gelmez.
Türk
tekelci burjuvazi salt Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de AB ile
çatışmıyor, Balkanlar’da da karşı karşıya gelmiş
durumdadır. Bunu AB sözcüleri açıktan dillendirmektedir.
Balkanlar’da AB, Çin, Rusya ve Türkiye pazarlara hakim olma
savaşı içine girmişlerdir. Türkiye’nin Balkanlar’da
(Sırbistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Kosova, ve Karadağ) nüfuzu
giderek artmaktadır. AB ülkeleri Balkanlar’da ticaretin %73’ünü
elinde tutmasına karşılık Türkiye’nin bu bölgelerde nüfuzunun
artmasından oldukça rahatsızdır. Ayrıca Türkiye’nin AB üyesi
Bulgaristan ve Romanya’da ekonomik yatırımları her geçen gün
artmaktadır.
AB
Komisyonun da genişlemeden sorumlu politikacısı Johannes Hahn'ın,
Reuters’e yaptığı açıklama: “Türkiye, Rusya ve Çin
Balkanlar’da rakibimiz”6
diyerek, “boşluk bırakılmaması” uyarısında bulunuyor. Bugün
Romanya’da 15 bin 500 Türkiye’li şirket faaliyet sürdüyor.7
Arnavutluk’un önemli bankaları Çalık Holding’in elinde.
Bütün
bu göstergeler, Türk burjuvazisi, Batı’ya bağlı kalmadan
hareket etmek isteğindendir. Bu, onun kişisel niyetinden değil,
emperyalist çıkarlarından kaynaklanmaktadır. Yarın, Rusya ile
çıkarları çatışır ve başka ittifaklar içine girebilir.
Kapitalistler arası ilişkiler kişisel dostluklar üzerine değil,
ekonomik ve siyasal çıkarlar üzerine kuruludur. Bugün “dostum”
dediğine yarın “düşmanım” (Erdoğan-Esad örneğinde olduğu
gibi) diyebilir.
Türkiye’nin
izlediği dış politika çizgisi, onun yarı-sömürge bir ülke
değil, emperyalist bir ülke olduğunu gösterir. Ve Suriye’de
girdiği yerlerden de kendi rızasıyla çıkmayacak, işgalciliğini
sürdürmeye devam edecektir. Eğer, işgal bölgelerindeki halklar
ile Türkiye (ve Kuzey Kürdistan) halklarının mücadeleleri,
işgale karşı ortaklaşır ve gelişirse, Türk devleti çıkmak
zorunda kalacaktır.
Rusya
ve İran bu aşamada Türk devletine “çık” demeyeceklerdir.
Kamuoyuna yönelik “çık” açıklamaları olsada, gizli
diplomatik “ilişkilerde işgale devam” kararı ortak (Astana
görüşmeleri) alınmış ve bu devam ettirilecektir. Türkiye gibi
bir ülkenin ABD ve AB dışında kalması Rusya ve İran’ın
çıkarlarına uygundur. Bu nedenle de bir çok tavizler verildi ve
verilecektir. Türk egemen sınıfları da bunun bilincinde ve bu
durum kendi emperyalist çıkarları ile örtüşmektedir.
AB
ve ABD Türkiye’yi İran gibi dıştalamayı göze alamazlar.
Türkiye’nin NATO’dan çıkması, NATO’nun güney kanadının
çökmesi, en azından ciddi olarak zayıflaması ve bu alanlarda
Rusya, İran ve bunların müttefiklerinin güçlenmesi anlamına
gelecektir. Öte yandan, S-400’ler gerekçesiyle Türk devletine
ekonomik yaptırımların uygulanması, başta AB olmak üzere
ABD’nin kendine yaptırım uygulaması olacaktır. Türkiye’de
faaliyet yürüten 60 bine yakın yabancı şirketin büyük bir
bölümü AB ülkelerine ait. Ancak, tehdit ve kısmi kısıtlamalara
giderek Türkiye’nin kendi pazarlarına ve egemenlik alanlarına
girmesini önlemeye çalışırken bir yandan da Türkiye ile ticari
ilişkilerini sürdüreceklerdir.
ABD,
Türkiye’nin NATO’da kalmasını ister ve Türkiye’nin yerini
bir başka ülke ile de dolduramaz. Türk devletinin askeri ve
ekonomik yerini Kürdistan alamaz. ABD burjuvazisi Türkiye yerine
Kürdistan hayali kurmuyor ve bu ikisini karşı karşıya koymuyor
ve Türkiye”nin kendi denetimiden çıkmasına koşut olarak başka
arayışlara yönelir. Hepsi bu.
Emperyalist
burjuvazi, dünyanın en büyük 20 ekonomisi içinde yer alan bir
ekonomiye sahip ülkeye ekonomik yaptırımlar uygulayarak, iyice
daralan pazarlarını daha da daraltma yolunu seçmesine kendi
ekonomik durumları buna müsade etmez. Özellikle yeni bir dünya ekonomik
krizinin kapıda oluşu, dış yatırmların düşüşe geçtiği ve
sermaye dolaşımının daraldığı bir süreçte, kendi ayaklarına
pranga vurmayı göze alamazlar. Siyasi çıkarları ekonomik
çıkarlar belirler.
AB
Rusya’ya ve İran’a yaptırım uyguluyor. Ama, gazlar ve
petroller bu ülkelerden yine AB ülkelerine akmaya devam ediyor. Ve
Rus gazı ve petrolünün daha hızlı ve çok, yeni boru hatları
ile Türkiye üzerinden AB’ye ulaştırılmasının hummalı
çalışması içindeler. ABD, Çin’e ticari savaş açtı, ama hala
400 milyar dolarlık Çin’den yapılan ithalatın önüne geçemiyor
ve geçemezde. Emperyalist
tekeller hem birbirleriyle savaşır hem de kopmaz çelikten zincirlerle
birbirlerine bağlanmışlardır. Tersine, düne oranla ve her geçen
gün emperyalist tekeller arasındaki bağ daha da gelişmiş ve
gelişecektir. Bu durum, tekelci kapitalizmin olmazsa olmaz
karakteristik eğilimidir.
Son
olarak Türk devletinin Rojava (Kuzey Suriye) sınırına 80 bin
asker yığdığı ve yeni bir saldırıya hazırlandığı göz önüne
alınırsa, ne denli saldırgan olduğu ve emperyalist amaçlarla
hareket ettiği görülebilir. Ayrıca, on binin üzerinde askerle
“pençe harekatı”” adı altında Güney Kürdistan’da PKK’ye
karşı yürütülen savaşı da bunlara eklemek gerekiyor. Türk
egemen sınıfları birden fazla cephede işgal savaşı yürütüyor.
Bunlar doğru değerlendirilmezse, küçük burjuvazi için, Türk
egemen sınıflarını “anti-emperyalist” değerlendirmek hiç de
zor olmayacaktır. Kürtlerin Ulusal haklarını yok sayıp devletin
yanında yer alanların Türk “yurtsever”liği (sosyal
şovenistliği) daha da kabaracaktır. Türk burjuvazisi, o kadar
askeri ve o kadar silahlanmayı “barış” için değil, yeni
egemenlik alanları kazanmak ve Rojava Kürdistanı’nıda
topraklarına katmak için hazırlık yapıyor. Küçük burjuva
“sol”culuğunun göremediği nokta burası.
Komünistler,
Türk devletinin derhal NATO'dan çıkmasını istemesi yanında, her
türlü silahlanmasına karşıdır. Ayrıca, işgal ettiği tüm
bölgelerden (Kıbrıs, Suriye- Güney Kürdistan (Rojava) başta
olmak üzere) derhal çıkmasını ve Kürt ulusunun kendi kaderini
özgürce tayin etme hakkının kayıtsız koşulsuz tanınmasını
istemelidir.
Ortadoğu’nun
en saldırgan güçlerinden biri de Türk devletidir.
Yeni
savaşlar kapıda. 24 Temmuz 2019
***
3
Savunma ve Havacılık Sanaii İmalatçılar Derneği (SaSaD)’nin,
“ Savunma ve Havacılık Sanayii Performans Raporu 2017”.
www.sasad.org.tr
4
Yeni Şafak, 3 ocak 2018
6
Deutsche Welle Türkçe, 05.07.2019
https://s2.dosya.tc/server11/cw5lh1/INTERNET_GUNCELLEME.zip.html
YanıtlaSil