6 Ağustos 2025 Çarşamba

İsmail Beşikçi İnkarın Neresinde?

 



İsmail Beşikçi İnkarın Neresinde?

Yusuf KÖSE

İsmail Beşikçi ismi, Kürt ismiyle birlikte anılır. Bunun  haklı bir yanı var. Türk devletinin Kürtleri inkar politikasına karşı duruşu ve Kürt ulusunun haklarını savunması nedeniyle yıllardır hapishanelerde yatırıldı. Bir ilerici aydın olarak bu olumlu yanıdır. Ancak, bu duruşu, onun görüşlerinin de doğruluğunu ya da bir çok şeyi de inkar etmediği, yanlış ele almadığı anlamını taşımıyor ve taşımaz da.

27.01.13 tarihinde “SERBESTİ” adlı bir Kürt sitesinde, “Ulus-Devleti Aşmak” adlı makalesinde, Öcalan’ın bu konudaki görüşlerini değerlendirirken, “Türk solu”nun bir kısmını “milliyetçi” bir kısmını da “ırkçı” olarak değerlendirmiş. Şöyle diyor:

„Türk solu milliyetçi bir soldur. Profesör Birgül Ayman Güler örneğinde olduğu gibi Türk solunun önemli bir kesimi de tam anlamıyla, ırkçıdır, ayrımcıdır.“ (adı geçen makale)

 Burada, Beşikçi’nin, “Türk solu” olarak kast ettiği CHP diye düşünülebilir. Ancak, CHP’nin “sol” olmadığını Beşikçi bilmiyorsa, öğrenmesi gerekiyor. Ya da, “Türk solu” derken kimlerden söz ettiğini açıklaması gerekiyordu. Ancak, Beşikçi hepsini aynı değerlendirdiği için, ayrı bir şey belirtmeyi gerekli bulmamıştır. Beşikçi’nin bu yaklaşımı, salt bu makalesine özgü olmayıp, Kürtler üzerine yazdığı, hemen hemen tüm kitaplarında vardır.

Beşikçij kuruluşundan itibaren yöneticilerin konuşmalarından bolca alıntılar mevcuttur. CHP ne sol ne de ilerici bir partidir. “sol” kelimesi, en azından ilerici olanlar için kullanılır. CHP,   Kemalist milliyetçi, şoven bir partidir. Onun ırkçılığı Kemalizmden ayrı ele alınamaz.
           
„Türk solu, milliyetçi bir soldur. Önemli bir kesimiyle de ırkçıdır. Bu milliyetçi, ırkçı solun önemli bir başarısı,…“ (aynı makale)

Beşikçi, „Türk solu“ kelimesini bilinçli olarak kullanıyor. Çünkü, o bunu hep yapıyor. Kitaplarında da „Türk solu“, „Türk sosyalistleri“ olarak kullanmış ve hepsini aynı şekilde değerlendirmiştir. Türk solu“ ve „Türk sosyalistleri“ dediği akımlar içinde sadece Kaypakkaya‘ya, onun kurduğu örgüte ve görüşlerine yer vermemiştir. Özellikle de Kaypakkaya’nın Kürt ulusal sorunu konusundaki görüşlerinden hiç söz etmemiş, onu yok saymıştır. Onu yok sayarken de, „bütün sosyalistleri“, „sosyal şoven“ olarak değerlendirmekte de hiç bir sakınca görmemiştir. 

İ. Beşikçi‘nin, bugüne kadar Kaypakkaya’yı ağzına almaması, Kapakkkaya’nın MLM görüşlerine karşı duyduğu alerjiden ileri gelmektedir. Özellikle, Kürt ulusal sorunu konusunda Kaypakkaya MLM bir duruş sergilerken, Beşikçi, ezilen ulus burjuvazisinin çıkarları açısından soruna yaklaşmıştır. Kaypakkaya’dan uzak duruşu bu nedenledir.

„Her araştırmacı Kaypakkaya’dan söz etmeli“ diye bir anlayış olamaz. Ancak, TDH ve onun Kürt ulusal sorununa yaklaşımı inceleniyor ve araştırılıyorsa, burada Kaypakkaya’dan söz etmemek, ya koyu bir ezen ulus sosyal şovenizminden nasiplenmiş olmak gerekiyor ya da „Türk solu“ dedikleri kesimleri Kürt işçi ve emekçilerine karşı „milliyetçi ve sosyal şoven“ tanıtmak amacıyla yapılabilir. Böylece, doğrular ezilen ulustan ve özellikle de ezilen ulus halkından gizlenmek amacıyladır. Beşikçi’nin tavır ve yaklaşımı bu sonuncu uymaktadır. Beşikçi, haklı olarak Kürtlerin ulus olarak inkarına karşı duruken, kendisi bir başka açıdan inkarcılık yapıyor.

Beşikçi’nin „Serbestiye’de yayınlanan makalesine ayrı bir yanıt vermeyeceğim. Beşikçi’nin bu konudaki yaklaşımlarının değerlendirmesini içeren kısa bir bölümü, Şubat 2013‘de El Yayınları tarafından çıkarılacak olan; „TARİHİN ÖNÜNDE YÜRÜMEK“ adlı kitabımdan buraya alıyorum. Bu kısa yazı, Beşikçi‘nin bu sorunlara nasıl yaklaştığına ilişkin kısaca da olsa bir bilgi verebilir.

“İsmail Beşikçi ve Kürt Ulusal Sorunu 

Bu başlık, İ. Beşikçi ile Kaypakkaya’yı karşılaştırmak amacıyla konmadı. Ancak, bilimsel araştırma yaptığını ve bilim adına hareket ettiğini iddia eden Beşikçi’nin, ulusal sorun ve Kemalizm konusunda Kaypakkaya’yı görmezden gelmesi, onu yok sayması, hangi bilimsel araştırmaya sığar? Elbette sığmaz. Özellikle Kürt ulusal sorunu konusunda Türkiye’deki tüm sol hareketeleri ele alıp değerlendiren İ. Beşikçi’yi, Kaypakkaya’yı yok saymaya iten neden ya da nedenler nedir diye de düşünmeden edemiyor insan.

Beşikçi, Kürt sorununu ele aldığı kitap ve yazılarında sol hareketi bir bütün olarak aynı kefeye koyuyor ve şöyle diyor:

“Türk ‘sosyalist’ hareketi bu aşamada genel olarak böyledir. Bütün fraksiyonları birleştiren ortak yanın Kürt sorununa karşı, burjuvazinin yasal çerçevesi içinde hareket etmek olduğu söylenebilir.”[1]
 
Beşikçi, bu konuda yalan söylüyor, doğruyu söylemekten özenle kaçınıyor. Çünkü “bütün sol örgütler” Kürt sorunu konusunda aynı şekilde düşünmediği gibi, Kürt sorunun 1972’den beri ML açıdan doğru bir şekilde ele alan bir örgüt (TKP/ML) ve o örgütün kurucusu Kaypakkaya var.

Beşikçi’nin Kaypakkaya’yı okumadığına, duymadığına ya da hiç haberi olmadığına inanmak oldukça güç. Eğer haberi yoksa onun Kürt sorunu konusundaki araştırmaları da oldukça yüzeyseldir denebilir. Türkiye’deki başta TKP olmak üzere irili ufaklı bütün sol örgüt ve öne çıkan kişilerin görüşlerine yer verilecek, ancak Kaypakkaya’dan ise hiç söz edilmeyecek! Dürüstçe bir tavır olmadığı gibi, tek yanlı, küçük burjuva Kürt milliyetçiliğinin bakış açısıyla soruna yaklaşmak ve hatta daha ötesi, “Türk’ün komünisti de burjuvazisi de aynıdır” diyen anti-marksist ve ezilen ulus milliyetçisi bir yaklaşımdır.

Beşikçi, Kürt sorununu incelemiş. Bu konuda bir çok eser ortaya çıkarmış. Sol örgütlerin yaklaşımlarını ele almış, eleştirmiş, ama Kaypakkaya’ya sıra gelince kalemi nedense yazmamış? İşte karşımızda sıkça “bilim”den söz eden bir bilim insanı!

Türkiye’de ilk defa, genel anlamda ulusal soruna yaklaşım ve özel anlamda ise Kürt ulusal sorununa yaklaşımı, Leninist tarzda ele alan ve bütün sosyal-şovenist görüş ve yaklaşımları mahkum eden Kaypakkaya’dır.

Kaypakkaya, “Türkiye’de Ulusal Sorun” makalesini daha TİİKP içindeyken Aralık 1971 yılında yazmış ve örgütsel ayrılıktan sonra, yani TKP/ML’yi kurduktan sonra, 1972 Haziran’ın da yeniden gözden geçirip yayınlamıştır.

Beşikçi’nin Kaypakkaya'nın bu yazılarından 1974 öncesi haberi olmadığını varsaysak bile, Beşikçi Kitaplarının çoğunu 1975 yılından sonra yazmıştır. Kürt sorunu konusunda “Türk Sol”nu eleştirdiği kitapları bu tarihten itibaren yayınlanmıştır. Yani, Kaypakkaya’nın ulusal sorun konusundaki görüşleri kamuoyuna yayınlandıktan sonra. Bu nedenle, Beşikçi’nin Kaypakkaya’nın görüşlerinden haberi olmadığı söylenemez.

Bilimsel gerçekliklerden hareket ettiğini ileri süren bir araştırmacının, söz konusu bu görüşlerden öneceden heberi yoksa da sonradan heberi olunca, bunu da eklemesi gerekirdi. Bütün ülkedeki ilerici, devrimci kesimlerin Kaypakkaya’nın bu konudaki görüşlerinden haberi varken, Beşikçi’nin olmadığını düşünmek, çok safça bir yaklaşım olur.

 Ancak, Beşikçi’yi böylesine bir yönteme sevk eden anlayış; tüm “Türk solu” dediği örgütleri sosyal şoven göstermek ve ilan etmektir. Bu nedenle de, Kaypakkaya’yı görmezden gelmesi, hiç söz etmemesi ve onun bu görüşleri TDH içinde ciddi bir yankı uyandırmasına karşın, Beşikçi’nin araştırmaları içinde yer verilmemesi, yukarı da söylediğimiz anlayıştan kaynaklanmıştır. Ancak, bu yaklaşım, objektif bir araştırmacı tavrı değildir.

Beşikçi, özünde Türk “sol” ve “sosyalist” hareketi dediği sola karşıdır. Evet, 1972 yılına kadar Kürt ulusal sorunu konusunda TDH sosyal-şoven bir çizgideydi. Bunu Kaypakkaya eleştirmiş ve mahkum etmiş, bu tür çizgilerin ne olduğunu net olarak ortaya koymuştur. Aynı şekilde Kaypakkaya, Kemalizm konusunda da görüşlerini doğru bir şekilde ortaya koymuş, kemalizmin komprador burjuvazi ve toprak ağaların ideolojisi olduğunu, kemalizmin faşist bir diktatörlük olduğunu da net bir şekilde belirtmiştir. 

Beşikçi, bunları da görmezden gelmiştir. O, varsa yoksa bir M. Belli’yi bellemiş, ama öbür yandan ise, Kemalizm ve Kürt meselesinde kolaylıkla bütün “sol” ve “sosyalist” franksiyonları birleştirmekten ise asla kaçınmamıştır.

Beşikçi “bilimsel”lik ve “dürüst araştırmacılık” adına şunları rahatlıkla söyleyebiliyor:

“Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi, Kürt ulus sorunu konusuna, bilimsel bir yönden yaklaşmayınca, kendi burjuvazisinin, sivil-asker iri kıyım bürokratlarının, görüşlerini tekrarlamaktan başka hiçbir şey yapmamıştır. Kürt ulusal direnmelerini daima “gericilik” olarak değerlendirmiştir.”[2]
 
Beşikçi’nin bütün sol ve sosyalistleri aynı kefeye koyan görüşleri kitabında ve kitaplarında bolca yer tutmaktadır. M. Belli’nin1976 sonrası, D. Perinçek’in 1979 yıllarındaki görüşlerine de yer vermiş, ama Kürt ulusal sorunu konusunda ne Kaypakkaya’ya ne de sonradan, kısmen de olsa doğru yaklaşım gösteren siyasetlerin görüşlerine yer vermemiştir. O yine bildiğini okumuş. Bütün “Türk solu” ve “Türk sosyalistleri” dediği fraksiyonları aynılaştırmıştır. Ne yazık ki, Beşikçi için “Türk solu” ve Türk sosyalisti” olarak, sadece ve sadece M. Belli, Kıvılcımlı, Aybar, Aren-Boran ve D.Perinçek –ki, Kaypakkaya, bunları, sosyal-şovenist olarak değerlendirir- vardır. Diğerleri ise yoktur. İşte, dürüst(!) bir bilim adamının siyasal ve soyal araştırmalarının vardırdığı nokta: inkarcılık ve yok sayma! Kendisi, Türkiye sol ya da sosyalist hareketi bir bütün olarak sosyal-şovenist gösterebilmek için, işine gelen görüşleri almış, işine gelmeyenlere ise asla yer vermemiştir. Yukarıda saydığı ismlerin hemen hemen hepsini radikal sol hareket, “sosyal şoven” ve oprtünist-revizyonist değerlendirir. D. Perinçek ise bugün karşı-devrim cephesinde olan bir siyasi kişiliktir. 

Beşikçiyi böyle inkarcı bir yaklaşıma iten nedenin başında, kendisinin Kürt küçük burjuvazisinin ezilen ulus milliyetçisi gözüyle soruna yaklaşımından kaynaklanıyor. Beşikçi soruna ML temelde yaklaşmamış, Kürt ulusal sorununu Kürt ulusal burjuvazisinin çıkarları temelinde ele almıştır. Böyle bir ideolojik yaklaşım, elbette Kaypakkaya’yı “yok” sayacaktır.” 28 Ocak 2013
****



[1] İ. Beşikçi, Kürtlerin Mecburi İskanı, sf. 238, I. Baskı Mart 1977, Komala Yayınları

[2] İ. Beşikçi, Orgeneral Muğlalı Olayı Otuzüç Kurşun, sf. 213, Yurt yayınları

24 Temmuz 2025 Perşembe

Devletin Silahlarının Gölgesinde „Terörsüz Türkiye“ Masalı

  

 


 

 

Faşist Devlet Manipülasyonu: Devletin Silahlarının Gölgesinde „Terörsüz TürkiyeMasalı


Yusuf Köse



PKK’nin silah bırkacağını açıklamasının ve sembolik silah yakma olayından sonra, bir çok küçük burjuva reformist ve burjuva liberalleri arasında, devletin artık „terör“ü gerekçe göstererek, anti-demokratik ve baskıcı davaranamayacağını ileri sürenler oldu.


Silahlar susarsa demokrasinin yolu açılır“ gibi, kapitalist toplumsal gerçekliğinden ve devlete egemen olan tekelci burjuva diktatörlüğü ve gericiliği yok sayılarak bu tür görüşler ileri sürülebiliyor.


Her şeyden önce ülkede „demokrasi“ yoksa, bu PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla oluşmadığı bir gerçektir. Sorun, PKK’nin silah bırakması değil, devletin silah bırakması gerekir. Öncelikle bu istenmeli ve bu vurgulanmaldır. PKK’nin ya da devrimcilerin silah bırakması değil, devletin silah bırkması için mücadele verilmelidir. Burjuva devleti tepeden tırnağa kadar silahlı olduğu gibi, silahlı örgütlenmesini yukarıdan aşağıya (ordu, polis, bekçi, korucu, paramiliter güçler vs.) yagınlaştırmıştır.


Türk devleti, kuruluşundan beri, işçi sınıfına, emekçilere, azınlıklara ve Kürt ulusuna karşı ceberrut bir devletti. Bu, bir niyet sorunu değil, burjuva develtinin en karakteristik özelliğidir.


Türk devletini tanımayanlar da sanırı ki, Türkiye’de PKK’den önce de demokrasi „varmış“. PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla „demokrasi“ rafa kaldırılmış(!) Bazı geçici kısa dönemler hariç, Türk devleti, burjuva anlamda, hiç bir zaman bir demokrasiye sahip olmadı.


Ayrıca belirtmek gerekir ki; Kürt ulusal hareketinin savaşının uzun sürmesini, Türk devleti istemiştir. Asgari çözümlere dahi yanaşmamıştır. Kürt Ulusal Hareketi defalarca tek taraflı „ateşkes“ ilan etmiş, barış görüşmelerine samimi olarak yaklaşmış, ancak Türk devleti, her seferinde, „barış“ değil, teslimiyet istemiştir. Yani, Kürt ulusunun en asgari ulusal demokratik haklarını tanımak istememiştir. İnsanlar kendi ana dili Kürtçeyi konuştuğu için ya tutuklanmış ya linç edilmiş ve hatta katledilmiştir. Kürt belediyelerine el konulmuş, siyasetçileri esir alınmıştır. Güncel „silah bırakma“ olayı da tek taraflıdır. Devletin verdiği bir taviz, daha ortada yoktur. Bu konuda, devletin ağzından Kürtlerin ulusal demokratik hakları lehine olumlu tek bir kelime daha çıkmamıştır. Türk devlet yetkilileri, Kürt sorununu Kürtlerin en doğal hakları olan ulusal demokratik haklarının içeren bir sorun değil, „terör sorunu“ olarak ele almışlar ve almaya devam ediyorlar.


Türk devleti, kuruluşunun hemen akabinden beri Kürt ulusunu varlığını inkar ede gelmiştir. Burjuva muhalefet partisi CHP lideri Ö. Özel’in övmekten sesinin kısıldığı TC süreci, bugünü aratan süreçlerden farklı değildi ve bir kıyaslama yapılacaksa bugünden daha baskıcıydı. 1925-1945 arası yarı-askeri faşist diktatörlüğü (ki, bu süreç tek parti faşist diktatörlüğü hakimdi ve ilerici partiler yasak olduğu gibi, devlet partisi CHP dışında, diğer burjuva partileri de yasaktı) saymasak bile, DP dönemi de aynı şekildeydi. Bunların dışında 1960, 1971, 1980 askeri cunta dönemlerinde olduğu gibi yıllarca işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde uygulanan aşırı sömürü ve baskı ve Kürt ulusu üzerinde estirilen asimilasyon ve inkar politikalarını görmezden gelmek, büyük bir burjuva aymazlığı ve riyakarlığıdır.


Hakları gasp edilen, sömürülen ve ağır baskı koşullarında yaşamaya mecbur edilen işçi sınıfı ve emekçilerdir. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri katliamlara, asimilasyona ve her türlü ulusal hakları gasp edilen ve hatta uzun bir dönem inkar edilen Kürt ulusuydu. Ezilenlerin ezenlere karşı silahlı olması, kötü değil, toplumsal çelişmelerin çözümü ve gelişimi için iyi bir şeydir. Bu, gerici zora karşı devrimci zorun diyalektiğidir. Burjuva devletininin (ki bu devlet, bir avuç tekelci burjuvazinin diktatörlük aracıdır) silahlanmasını, onun doğal bir hakkı görenler, işçi sınıfı ve emekçilerin ve ezilen ulusların silahlanmasını „terör“ olarak nitelemeleri, açık bir riyakarlıktır. Oysa, ezilen yığınların (ezilen uluslarda dahil) kendilerini silahlı ezenlere karşı silahlanmaları, kaçınılmaz ve bu onların en doğal demokratik haklarıdır.


Burjuva devletinin silahlanmasına karşı çıkmayıp, sadece işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen uluslardan halkların silahlanmasına karşı çıkanlar demokrat olamaz. Silahlanmayı burjuva devletin temel hakkı görenlerin demokratlığı, iki yüzlü burjuva sahtekarlığıdır. Bu açık bir halk düşmanlığıdır. Işçi sınıfından yana bir tavır değil, tekelci burjuvazinin soygun diktatörlüğünün sürmesini istemektir.


Kapitalist-emperyalist sistem içinde kalıcı bir „barış“ olmayacağı gibi, silahların ebediyen susması da gerçekci değildir. Çünkü kapitalist-emperyalist sistem işçi sınıfının artı-değerine zorla el koyma ve aşırı sömürü üzerine varlığını sürdürür. Yani, kapitalizm, savaşları ve eşitsizliği sürekli üreten ve artan ölçüde geliştiren bir sistemdir. Böyle bir sistem, savaşlar olmadan yaşayamaz. Sermayenin büyümesi ve merkezileşmesinin artmasına koşut olarak saldırganlığı artar. Bugün içinde bulunuduğumuz koşullar böyledir ve bütün emperyalist devletler, aşırı silahlanarak emperyalist bir savaşa hazırlanmaktadır. Emperyalist Türk devleti de bu sürecin içindedir.


Emperyalist Türk devleti, PKK’nin silah bırakmasını, ülke içinde işçi ve emekçilerin (ve ezilen ulsuların) lehine demokratik hak ve özgürlükleri geliştirmek için değil, kendi emperyalist çıkarları ve faşist-islamcı iktidarını daha da pekiştirmek için istemektedir. Bölgede etkinliğini geliştirmek ve yayılmacılığını pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu nedenle, „Kürtlerin hamisi biziz“ gevelemesini sık sık tekraralıyor. Buradan hareketle, silahların tek yanlı bırakılması, silahlanmayı kaçınılmaz olarak yaratan toplumsal çelişmeleri ortadan kaldırmayacaktır. Belki, bir süre, geçici olarak tek yanlı „silahların susmasını“ getirecektir. Ama, esas olarak, iktidardaki silahlı tekelci burjuva sınıfının diktatörlüğüne karşı işçi sınıfı savaşımını ortadan kaldırmayacaktır. Tersine, kapitalist çürümenin artışına bağlı olarak bu süreç daha erken bir zamanda ortaya çıkacaktır.


Ezilen Ulus Hareketlerinin Çıkmazı


Ayrıca, belirtmek gerekir ki; Kürt ulusal sorunu demokratik bir sorundur. Özgürce çözülmesi ancak ve ancak Kürt ulusunun kendi özgür iradesiyle olabilir. Bunun anlamı, Kürt ulusu özgürce ayrılma ya da birlikte kalma hakkını kullanmaya sahip olmalıdır. Bu gerçekleşmeden Kürt ulusal sorunu çözülemez. Bugün geçici olarak gerileyebilir, ama yarın yendien ortaya çıkacaktır. Yani, bu sorun hep varolacaktır. Öcalan’ın, Türk devleti ile ortaklaşan politikalarıyla, varolan temel bir toplumsal sorun ortadan kalkmaz. Öcalan kaba bir idalist olduğu için, var olan toplumsal bir gerçekliği yok sayınca yok olacağını düşünüyor. Materyalist Diyalektik soyut değil, somut gerçeklikten hareket eder.


Günümüzde ezilen ulus hareketleri hala ilerici özelliklerini bütünüyle kaybetmese de, ulusal nitelikleri gereği emperyalizmle uzalaşıcıdırlar. Ve özellikle de Marksist-Leninist dünya görüşüne sahip olmadıkları, sosyalizm perspektifiyle harket etmedikleri için, ulusal özgürlüklerini gerçek anlamda kazanma şansları yoktur. Öcalan önderliğindeki PKK’nin geldiği son nokta bunun yalın bir göstergesidir. Sorun silahları -daha ileri gidemiyordu- yakma-bırakma değil, Kürt ulusal haklarından ezen (Türk) ulus lehine vazgeçme politikasına evrilmesidir. En azından yakın bir örnek olarak bügünün Irak (Güney) Kürdistan bölgesi, uluslararası emperyalist sermayenin cenneti haline gelmiştir. Federe Kürt yönetimini elinde bulunduranlarda birer tekel sahipleridir. Güney Kürdistan’ın ulusal burjuvazisi zenginleşirken, ulusal savaşta peşmerge olarak ölenlerin geride kalanları işçileşerek ve ağır sömürü ve baskı koşulları altında yoksullaşmıştır.


Bu gerçekler, ezilen ulus proletaryasının ve emekçilerinin çıkarı, ezen ulsu paroletaryası ve emekçilerinin ortaklaştığını ve sosyalizm için birlikte mücadele etmeleri gerekliliğini bir kere daha göstermiştir. Çünkü ezilen ulus burjuvazisi önderliğinde bir mücadele, ezilen ulus işçi ve emekçilerini gerçek toplumsal kurtuluşa götürmez.


Ulusal sorunların çözümü, emperyalist sistem içinde gerçek anlamda çözülemez. Bütün dünyada işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi başarıya ulaştığında, gerçekten o zaman, sadece o zaman, silahların hepsi teredütsüz yakılacak ve gerçek barış gelecektir. Çünkü artık silahlara gereksinim olmayacaktır, insanlık yaşamını sürdürmek için ürettiği her şey, doğayla uyum içinde, yaşamını çok yönlü zenginleştirmek için gerçekleşecektir. 24.07.2025



18 Mayıs 2025 Pazar

PKK'nin Kendini Feshetmesi

 

İbrahim Kaypakkaya'nın anısına


Newroz/ Diyarbakır 2025





PKK'nin Kendini Feshetmesi


Yusuf Köse


Önce Bahçeli ve ardından Öcalan ve daha sonra ise PKK, “kendini fesh ettiğini ve silahlı mücadeleyi bıraktığını” açıkladı. Öcalan sorunu net ortaya koydu. “Sayın Bahçeli ve Sayın Erdoğan'ın paradigması doğrultusunda yeni sürece katkı sunmak istiyorum” diyerek, devletin isteği doğrultusunda hareket edeceğini bir kere daha yinelemiş oldu. Yakalanıp Türkiye'ye getirldiğinde de “devlete hizmet etmek istediğini ve devletin kendisinden yararlanmasını” istediğini defalarca tekrarlamıştı.


Öcalan'ın, Türk devletine hizmet paradigmasında bir değişiklik yok. O, bölgede (Ortadoğu'da) Türk devletinin etkin olmasını canı gönülden istiyor. PKK yönetimi, Öcalan'ı bugüne kadar olduğundan çok değişik bir şekilde kendi kitlesine aktardı ve tanıttı. Adeta bir tanrı yarattı ve daha sonra yarattığı tanrının ilk kurbanı kendisi oldu. Küçük burjuva ulusalcı düşünce tarzının kendi düşmanına hizmete dönüşen diyalektiğinin doğal bir sonucudur bu.


Halil Gündoğan yoldaşımın da sık sık vurguladığı gibi; Bahçeli, Erdoğan ve Öcalan, “Kürdistan'ı da içeren büyük Türkiye hayali” çerçevesinde anlaştılar denebilir.1 Bu nedenle, dışişleri bakanı H. Fidan; “Kürtlerin hamisi biz oluruz” demekte ısrar etmesi boşuna değil. Türk emperyalist burjuvazisi, Ortadoğu'ya yayılması önünde engel olarak gördüğü bir hareketi etkisiz hale getirmesi, ve özellikle kendi çıkarları doğrultusunda bir güç haline getirmesi halinde, Öcalan'ı “Türk siyasetinin gelmiş geçmiş en büyük Türkü” yapmakta bir sakınca görmeyecektir.


PKK'ye Silah Bırakmaya Götüren Koşullar


PKK'nın silah bırakması bugünün koşullarında kaçınılmazdı, çünkü koşullar çok değişti. Bunları, sırasıyla şöyle sıralayabiliriz:


Birincisi: Kuzey Kürdistan, PKK'nın ilk silahlı mücadeleye başladığı gibi değil. Kapitalist gelişme hızlandı ve güçlendi. Köyler boşaldı. İşçi sınıfı nicel ve nitel olarak gelişti. Bir çok Kürt şehri sanayi kenti haline geldi ve giderekte yaygınlaşıyor. Gerilla kaynağı, topraksız ve yoksul Kürt köylüsü yok oldu. Ve bu nedenle de Kürt köylüsü, artık, gerillayı, insan kaynağı olarak besleyecek durumdan çıkmıştır.


İkincisi: PKK'nin gelişmesini ve bölgeye yerleşmesini sağlayan, ABD'nin Irak'ı işgal etmesi, öncesi hava saldırıları ve Saddam sonrası Irak içindeki gelişmeler, bugün ortadan kalkmış ve Irak hükümeti kısmen stabilize hale gelmiştir. Irak içindeki Kaos, PKK'nin bölgeye yerleşmesini ve güçlenmesini sağlayan etkenlerdi. Çünkü bölgede önemli bir Kürt nüfusu olduğu gibi, silahlanma ve etkinlik sağlamak içinde elverişli ortam sunuyordu. Bugün bu durum yoktur.


Üçüncüsü; Suriye'deki gelişmeler ve Rojava'nın kuruluşu PKK'yı bölgede ve uluslararası alanda güçlendiren önemli bir gelişmeydi. Ancak, Esad'ın devrilmesi ve yerine HTŞ'nin getirilmesi, Kürtler lehine gelişmeleri yavaşlattığı gibi, oldukça zorlaştırdı.


Dördüncüsü; Uluslararası durumlarda, özellikle de PKK'nin yararlandığı Güney ve Batı Kürdistan'da değişimler oldu. Güney Kürdistan'da bir federasyon var ve buradaki yönetimin Türk devletiyle ekonomik ve siyasi ilişkisi oldukça gelişkin olduğu gibi, Türk devletinin ondan fazla askeri üssü ve karakolları var. Yani, adı konulmamış bir işgal söz konusudur. Türk devletinin buralardan çıkması söz konusu olmadığı gibi, buralardaki askeri yapısını her geçen gün güçlendirmektedir.


Beşincisi: Güney Kürdistan Yönetimi (Barzaniler) PKK'nın Güney Kürdistan'da barınmasını istemiyor ve bu nedenle de sık sık çatışmalar gündeme geliyor. Aynı zamanda Irak hükümeti'de PKK'nın Irak sınırları içinde askeri faaliyet sürdürmesini istemiyor ve bu konuda Türk devletinin baskılarını kabul ederek, PKK'ye “Irak'ı terketmesi” yönünde baskı yapmaktadır.


Altıncısı: Türk devletinin Afrin'i ve Rojava'nın yarısını işgal etmesi ve buraları ilhak etmek amacıyla elinde tutması, Rojava üzerindeki baskısı, HTŞ üzerindeki etkisi, Kürt ulusal hareketinin etki alanını gerilettiği gibi, adeta varlık-yokluk sorunu haline getirmiştir. Ve Suriye'nin artık eski Suriye olmayıp, başta Türk, ABD ve İsrail emperyalistlerinin işgali ile parçalanmıştır. Ve gelinen aşamada, Rojava Kürt federasyonunun varlığını ABD'ye dayanarak yaşatmasının da koşulları ortadan kalkmıştır. Suriye'de şimdi ABD, Türkiye, İsrail, Fransa ve İngiltere vardır ve bu emperyalistlerin kendi çıkarları doğrultusunda Suriye'ye nüfuz etme planları vardır. Özellikle İran ve Rusya'nın bölgeden kovulması, Kürt ulusal hareketi aleyhine bir gelişme ve ortam yaratmıştır. Çünkü bu iki ülkenin varlığı, Batılı emperyalistler ile olan çelişkiler, Kürt ulusal hareketinin kendi lehine bu çelişkilerden yaralanmasının koşullarını da yaratmıştı.


Yedincisi: Gelinen aşamada PKK'nin güçlenmesini sağlayan silahlı mücadelesi değil, sivil örgütlenmesiydi. Yani, silahlı mücadele görevini yapmıştı. PKK'nın silahlı mücadele gövdesi küçüldükçe, sivil gövdesi, Türkiye ve Kürdistan'ın parçalarında ve uluslararası (özellikle Avrupa'da) alanda gelişti ve güçlendi. Diğer yandan PKK'nin ilişki kurmak istediği ya da ilişki geliştirmek istediği tüm burjuva çevreler, silahlı mücadelenin terk edilmesi konusunda baskı yapıyordu. Ayrıca, PKK'nin genel siyasal çizgisi de, devrimci bir silahlı mücadele yürüterek burjuva siyasal düzenini yıkmak değil, tersine, burjuva siyasal düzeni içinde ulusal haklarını kazanmak ve kapitalizmin reforme edilmesi hedefliydi. Öcalan'ın “konfederalizmi”nin sınırı, “kapitalist modernite” ye karşı çıkar gibi gözüksede, kapitalizmin sınırları içinde yer alıyordu.


Sekizincisi; PKK, artık Türkiye ve Kuzey Kürdistan sınırları içinde eskisi gibi silahlı faaliyet yürütemiyordu. Uzun yıllardır özellikle Kuzey Kürdistan'da yoktu. Ve gerilla kayıplarının %90'nından fazlasını Tük devletinin İHA, SİHA ve Hava güçleri karşısında veriyorlar. Yani, Türk devleti tüm hava sahalarını kontrol altına almış ve gerillaya yaşam hakkı vermiyor.


Dokuncusu: Türk devleti, PKK'nin askeri varlığını ve faaliyetini kısıtlamasına ve küçük bir bölgeye sıkıştırmasına karşın, tüm baskılara, tutuklamalara, kayyımlara ve yıldırmalara rağmen, PKK'nin legal alandaki mücadelesini ve varlığını durduramıyor. Bu durum bile, silahlı mücadelenin gereksizliğini ortaya koymaya yetiyor. Ayrıca belirtmek gerekiyor ki, Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarının tanınması, yani özgürce ayrılma hakkının tanınması, ancak ve ancak Türk işçi ve emekçilerin yoğun mücadelesi sonucu ve özellikle de, iki ulustan işçi sınıfının ortak mücadelesiyle bu haklar kazanılabilir. Gerisi, kitleleri, en az yüzyıllık aldatmanın devamı olarak kalır.


Onuncusu: Faşist Erdoğan rejimi, PKK'nin kendini fesh etmesi ve silahlı mücadeleyi bırakmasını, ülkenin demokratikleşmesi için değil, baskı ortamını ve kutuplaştırmayı daha fazla artırmak için yapacaktır. Özellikle Kürt işçi ve emekçilerini kendi safına çekmek için kullanmaya çalışacaktır. Türkiye'nin burjuva anlamda demokratikleşememesinin nedeni PKK değil, başta işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları olmak üzere, tersine Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarının tanınmaması, zoraki asimilasyon ve Kürt ulusu üzerinde baskıcı ve yasakçı bir politikanın sürekli hale getirilmesindendir.


Onbirincisi: PKK'nin kendini fesh etmesiyle TC devletin'den Kürtlerin ulusal haklarını tanıyacağını” beklemek, aç kurttan kuzuyu yememesini bekleme hayalinden başkası değildir. Faşist Erdoğan rejimi, kendiliğinden gitmeyecek ve ülkede asgari oranda da olsa bir demokratikleşme olmayacaktır. Özellikle de Kürt ulusal hakları lehine bir gelişme olmayacaktır. Ancak bu, onuncu şıkda belirttiğim koşullarda olabilir.


Onikincisi: PKK, MLM bir hareket değil, ilerici-demokrat Kürt ulusal hareketiydi ve uluslararası proletaryanın dostuydu. Halende öyledir. Ancak, Kuzey Kürdistan'da Kürt burjuvazisi gelişmiş ve palazlanmıştır. Türk burjuvazisi ile içiçe geçmiş ve hatta bazı Kürt kökenli tekeller uluslararası tekel haline gelmiştir. Kuzey Kürdistan'da kapitalizmin gelişimi, Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisiyle içiçe geçmesi ve çıkarlarının ortaklaşması, PKK hareketinin silah bırakmasında rolü olmuştur. “Bin yıllık kardeşlik”, “Büyük Türkiye”, “Güçlü Türkiye” argümanları, Türk burjuvazisiyle içiçe geçen Kürt burjuvazisinin de isteğidir. Bu sermayenin çelişmeli kardeşliğidir. Sadece Kuzey Kürdistan değil, Güney Kürdistan'ı yönetenlerin kendileri de birer tekel haline geldiği gibi, uluslararası tekeller ve emperyalist devletlerle yakın ilişki içindedirler. ML düşünce temelinde hareket etmeyen bir ulusal hareketin tekelci burjuvazinin yanına kayma eğilimi daha güçlüdür.


Ve Sonuncusu: Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ortaklaşa örgütlenerek ortaklaşa mücadele etmelidir. “Ulusal kardeşlik” burjuva bir slogan ve sahtedir. Ulusalcılığın kardeşliği olmaz. Ulusalcılık sermayenin koynunda büyür. Ama, sınıf kardeşliği, işçi sınıfı kardeşliği her şeyin üstündedir ve maddi bir temeli vardır. Kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurma perspektifiyle hareket edildiğinde ve sosyalizm gerçekleştiğinde gerçek kurtuluş o zaman olacaktır. Gerisi, burjuvazi lehine küçük burjuva oyalamalarıdır. Unutmamak gerekir ki; Kuzey Kürdistan işçi ve emekçileri yüksek bir demokratik bilince sahiptir. Onu faşizme ve gericiliğe karşı demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi ve genişletilmesi için kullanmaya devam edecektir. 18.05.2025





1https://halilgundogan.blogspot.com/2025/05/ulusalc-kemalistlerin-lozan-ve-1924.html

31 Mart 2025 Pazartesi

DEVRİM BİR MACERADIR

Okurlardan özür diliyerek, devrimden sonrada güncelliğini yitirmeyeceğini düşündüğüm, Mayıs 2011'de yayınlanan makalemi, yeni genç kuşaklar için bir kere daha yayınlıyorum:

 

 

 

DEVRİM BİR MACERADIR



Yusuf KÖSE


Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.


Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.


Korkunun esiri olmadan gireceksin maceraya. En güzel yaşam, en zorlu uğraş bu macerada vardır. Kalleşliğin nereden geleceğini, dostluğun ne olduğunu bilirsin. Niçin neden savaştığını, seni sömüreni, ezeni bilerek ve dünyayı tanıyarak yaşarsın. Ufkun alabildiğine açıktır, gitmenin ve bilgi deryasında zenginleşmenin sınırsızlığını yaşayarak görürsün.


Militan bir ruha sahip olunmadan devrimcilik yapılamaz. Militan ruh, ezenle ezilenin, işçiyle patronun arasındaki çelişmenin çatışmasından gelir ve Marksizmin bilimselliği ile aydınlatır yolunu. Devrimcilik sosyalizme inanmaktır. Sosyalizm ve komünizme inanmayanlar devrimci olamaz. Devrime katılmak ayrı ama, devrimcilik ise devrime katmaktır geniş yığınları.


Devrimcilik gözü kara militanlığı şart koşar. Özellikle gençleri içine çeker ve gençler devrim ateşini harlayarak yürür yollarında. Ve bu çoşku işçi ve emekçilerin çoşkularıyla birleşince, önünde hiç bir güç duramaz. Onlar için artık 24 saat devrim için vardır ve onun dışında başka bir zaman yoktur.


Kitleler böyle bir maceraya atılmadan eskiyi yıkıp kendilerini özgürleştircek yeni sistemi kuramayacaklardır.


Tarihi kökleri derinlerde olan büyük bir tarihsel maceradır, devrimcilik. O, insanlığın kendi öyküsüyle yaşıttır. O, kopuştur eskiden, eskilerden. Kopuştur hayatı durduran çürümüşlüklerden, kokuşmuşluklardan ve hantallıklardan.


Büyük bir macerayı göze alamayanlar devrimci olamazlar. 1960-1970-1980’lerin genç kuşakları düşünüldüğünde ve onların maceraları göz önüne alındığında, arkalarına bakmadan yürüdükleri görülecektir. Onlar, geride kalmasın diye gölgelerini yanlarında taşıyan bir kuşağın temsilcileriydiler.


Ya da 15-16 Haziran 1970 Türkiye işçi sınıfının direnişi düşünüldüğünde, işçiler kendilerini o maceraya attıklarında tankları bile çiğneyip geçmişlerdi. Aynı Tahrir, Taksim’de, Diyarbakır, Syntagma ve dahan nice meydanlarda olduğu gibi.


Ezilen yığınların maceracılığı yıkıcı ve yakıcıdır. Bir kere başladığında sonun nereye varacağı pek kestirilemez. Önünde ise düşmanın kıyıcı dev orduları bile duramaz. O bir sel gibi, tusunami gibidir. Kenarda duranları da içine alarak ve her adımda büyüyerek ilerler. En büyük en güzel insanlık macerası budur.


Özgürleşmek için devrim saflarında örgütlü maceraya atılmaktır doğru olan.


Yenilgi günlerin devrimciliği zor olmasına karşın, en iyi devrimcilik ve devrimci kalmak böylesi günler için vardır. Faşizmin azgınca saldırılarına karşı mücadele edenlerin maceraları ise, geleceğin çimento taşları, çoşkulu devrim günlerinin hazırlayıcıları olurlar ve olmuşlardır.


En büyük devrimciler ayağa kalkmış ezilen kitlelerdir. İşçi ve emekçilerdir. Onların devrimciliği zorbalardan zorla alınan ateşle harlanmış gibidir. Bin yılların ezilmişliklerini, kölelik zincirlerini kırarak fırlatıp atarlar. Çünkü onlardır her şeyi yaratan ve onlardır yine en güzel tarihleri yazacak olanlar. Buna inanmak ve onlarla birlikte olmak, onların karanlık yanlarını aydınlatmak bu maceranın en özgün yanlarıdır.


Kitlelerin zaman zaman büyük bir sessizliğin içine çekilmesinden korkmamak ve ürkmemektir devrimcilik. Böylesi durgun zamanlar, kitlelerin kendilerini tanıma ve yeni atılımlar için enerji toplama anlarıdır. Böylesi dönemlerde devrime ve devrimciliğe sövüp sayanların haddi hesabı yoktur. Bilinmez değildir, bunların ne diye bağırdıklarını ve de kanlı salya akıttıkları. Sermayedir sahipleri. Onların devrime karşı salya akıtmaları, uşaklıkta bir yer edinme telaşıdır. Onlara baktığında insanın insan olmaktan çıktığının resmini görürsün.


Bazan ölüm seni ve bazan sen ölümü kovalarsın, ama ölüm hep senin önün sıra yürümesine karşın, sen onu görmeden düşünmeden yaşarsın. Çünkü yaşamı, yeniden ve yeniden yeşertmektir senin büyük davan. Sen ölümden değil, ölüm tüccarları senden korkar.


Her özel mülk bir başka ezilenden çalınan hayattır. Bunu bilirsin. Mülk edinme ve özel mülkiyet sahibi olmanın ağırlığı yoktur üzerinde. Bu nedenle yaşamı yaşayarak yaşarsın. Devrimcilerin yürekleri ve hayalleri bir bahar yeri gibi olması bundandır. Yaşamın en güzel yanı da budur. Çünkü mülk ya da özel mülkiyet edinme hırsı ağır bir zincir gibi dolanır insanın bacaklarına. Kısıtlar insan gibi yaşamı yaşamayı. Özürlüğün prangasıdır onlar. Elinin tersi ile iterek bu tür anlayışları silmek için uğraş, onu yer yüzünden silerek tarihin çöplüğüne atmaktır devrimcilik.


Kitlelerden kopmamak, onlarla içiçe bir yaşam sürdürmektir devrimcilik. Bir deryadır kitleler, ne varsa onlarda vardır. Gelecek onların elleriyle biçimlenecek, zorbalık onların sıkılı yumruklarıyla yıkılacaktır. Onlara güveneceksin ve onlarsız bir yaşam hayal etmeyeceksin. Hayal ettiklerin onların avuçlarının içindedir çünkü.


Beklemesini bilmektir devrimcilik. Kitleler kış uykusuna yattıklarında sabırsızlanmayacaksın, telaşlanmayacaksın, umutsuzluklara kapılmayacaksın. O anı sabırla, iğneyle kuyu kazar gibi beklemektir en büyük devrimcilik. O anın her an gelebileceğini düşünerek yaşamak ve hazırlıkları ona göre yapmaktır devrimcilik. Yer çekimine karşı korcasına yaşlanmadan yaşayacaksın, o anın gelmesini bekleyerek.


Tarih boyu devrimler insanlığın en büyük maceraları olmuştur. Tarihe not düşenler ve yön verenler yalnız ve yalnızca bu maceralar olmuştur. Devrimcilik, mayasını bu büyük insanlık maceralarından almıştır. Bu maya insan var olduğu sürece mayalanmaya devam edecektir.


Ve her nesil, bir sonraki nesilden daha militanca mücadele içinde bulacaktır kendisini. Çünkü “baldırı çıplak dev” kış uykusundan uyanmaya çoktan başladı. Zorbaların telaşı ve zorbalıklarını artırmaları bundandır.


Kokuşmuş düzenin uyuşukluğundan ve yaşamı ağırlaştıran köhneliğinden kurtulmak istiyorsan, bu macera seni bekliyor. 16.05.2011

30 Mart 2025 Pazar

Mücadeleyi Büyüterek Bu Sistemi Değiştirmeliyiz!

 


 

 

 

 


İstanbul-Maltepe 29 Mart 2025

 

 

 

 

Mücadeleyi Büyüterek Bu Sistemi Değiştirmeliyiz!


Kitleler eskisi gibi yaşamak istemiyor, iktidar sahipleride eskisi gibi yönetemiyor. Eskisi gibi yönetmketen, artık -baskıyla karışık- toplumsal bir „rıza“ üretemiyor anlaşılmalıdır. Bunu esasta 2013 yılından beri kaybetti. 2013 yılı GEZİ (Haziran Ayaklanması) direnişinin geriye çekilmesinden ve belli bir süre uykuya yatmasından sonra, halk, yeniden sahnedeki aktif yerini aldı. Başka türlü de olamazdı. Bu kadar kitleyi sokaklara döken ekonomik yan arka planda kalsada, GEZİ ve bugünkü eylemlerde bütünüyle politiktir. Kitlelerin, politik haklar kazanılmadan ekonomik hakların kazanılmayacağının bilincinde olduğu söylenebilir. Grev yasağı politik olduğu gibi, ona karşı direnişte politiktir. Bu nedenle, grev ve direnişler komünizmin okuludur.


Sınıflı toplumun diyalektiği tersine işlemez. Her zaman, toplumsal çelişmelerin ana hattını oluşturan ve yeniyi temsil eden (işçi) sınıfın, mücadele açısından lehine olumlu gelişmeler yaşanır. „Yaprak bile kımıldamıyor“ umutsuzluk yayanların aksine, toplumsal umudu besleyen ve yaşatan da bu (emek-sermaye) çelişmenin varlığıdır. O, bir şekilde kendi mecrasını bulacaktır. Önüne çıkarılan nesnel ve öznel engeller, yine o çelişmenin kaçınılmaz dinamiği ve öznesi tarafından mücadele içinde aşılır ve yaratılır.


İşçi sınıfı ve emekçiler açısından, 12 yıllık süreç, derin bir uyku süreci olmayıp, pasif direnişlerle kendini hazırladı. Grevler, yer yer büyük kitlesel protesto ve mitinglerle beslendi. Faşist iktidar, sermaye lehine birçok grevi yasaklamasına karşın, işçiler yasak dinelemeyip direnişe geçtiler. Örneğin, en son işçi kenti Antep’deki işçi direnişleri (özellikle, Başpınar) ve yine aylarca devam eden Çayırhan madenlerinin özelleştirilmesine karşı, maden işçilerinin sürdürdürmeye devam ettiği direniş bunlardan sadece bir kaç tanesidir.


İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan kitlesel tepki, salt onu korumak ve onun şahsı için deği, o bir vesile oldu. Aynı GEZİ’deki „bir kaç ağaç meselesi“ olmadığı gibi. Toplumun büyük bölümü patalamaya şu veya bu şekilde hazırdı. Bekelenen sadece küçük bir kıvılcımdı. O da İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla geldi. Genelde ,büyük kitlesel patlamalar ve birkimiş öfkelerin sokaklara taşması, ortaya çıkan bir kıvılcımla kendini dışarıya vurur. Nicel birikimlerin nitel aşamasıdır bu.


Faşist Erdoğan başkanlığındaki sermayenin tek adam rejimi, iktidarını sürdürebilmesi için elinde sadece faşist devlet şiddeti kaldı. Bu nedenle, sadece işçi sınıfı ve emekçileri değil, burjuva muhalefeti ve toplumun geniş bir kesmini karşısına alarak baskı ve şiddeti yaygınlaştırdı. Çünkü iktidar kaybı, büyük bir sermaye kaybıdır. Sermaye devletinin kitlelere vereceği ekonomik ve demokratik hak anlamında bir şey kalmamasının ve iktidarını kaybedeceğinin bilincinde olmasının açık faşist politikasıdır. Bu kapitalist sistemin kendi yapısal ve esasta çözemeyeceği sorunlardan biri ve bu da onun yıkımını getirecek çelişmeyi içinde taşımasından kaynaklıdır.


Ekonomik ve siyasal olarak yönetemez krizi içinde olan faşist iktidar, Egemen sınıfların siyasal temsilcisi olarak muhalefetteki kanadını oluşturan CHP ile çekişmeli uzlaşısını bitirdi. CHP, uzun yıllardır Erdoğan iktidarının ayakta kalmasının stepnesi görevini yerine getidi. Kitlelerin haklı öfkesinin kitlesel olarak sokaklara taşmasının önünde bariyer oldu. Ancak, bir nevi seçme seçilme hakkı elinden alınınca, kitlelerin birkmiş öfkesini de arkasına alarak harekete geçti. Çünkü siyasal olarak varolması buna bağlıdır.


Ancak, İşçi sınıfı ve emekçilerin ve özellikle gençliğin (sadece ünüversite gençliği değil, işçi gençliği de) talepleri ile CHP’nin talepleri bu sistemin reformize edilmesi (CHP açısından seçme seçilme hakkının korunması) konusunda kısmen birleşmesine karşın, esasta aynı değil. İşçi sınıfı ve gençliğin talepleri daha ileri bir noktadadır. Faşist diktataörlüğün yıkılması, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması kitlelerin -şimdilik- asli talebidir. İşçi sınıfının nihai talebi ise, elbette farklıdır. Ve bu sosyalizmdir. Devrimci işçi sınıfı, sömürü ve baskının bütünüyle kalkmasından yanadır. Onun esas çıkarları buradadır. CHP’nin programı kapitalist sistemi, yani, sermaye sınıfının çıkarlarını esas alan sistemi ve işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde sermaye egemenliğini sağlayan burjuva devletini korumaktan yanadır. AKP-MHP ile arasındaki kavga, „seçimle gelen seçimle gider“ prensibinin korunması ve bütün egemen sınıf partilerince kabul edilmesi ve uygulanmasıdır. Tabi ki, aralarındaki ekonomik temel çelişme devletin olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak ve sömürüden daha fazla pay almaktır. Bu bağlamda, CHP iktidara geldiğinde şimdi eleştirdiği, işçi sınıfının büyük bir bölümünü ve emeklileri açlık sınırı altında yaşamaya mahkum eden „M. Şimşek Programı“ vb.ni harfiyen belki de daha ağırlarını uygulayacaktır. Ülkemizin en büyük sermaye grubunu temsil eden TÜSİAD’ın istemleri ve çıkarları dışına esasta çıkamaz. TÜSİAD (MÜSİAD üyelerinin de bir bölümü dahil) ise, uluslararası sermayeyi temsil eden ve uluslararası alanda sermaye yatırımları olan emperyalist nitelikli bir sermayaderler grubudur.


CHP, bugün burjuva anlamda „demokratik hak ve özgürlüklerden „yana olması, kendi üzerindeki elimine etme baskısı yanı sıra, kitlelerin ilerici öfkesi karşısında kitlesel öfkenin taleplerini sahiplenmek zorunda kalmasıdır. Bu nedenle, sık sık „Deniz Gezmişlerin arkadaşlarıyız“ söylemini yineliyorlar. Bu geçici olarak iyi, ancak, işçi sınıfı ve emekçileri kendi burjuva programına mahkum etmesi tehlikesini içerdiği görülmelidir.


Gelinen aşamada, uluslararası kapitalist-emperyalist sistem derin bir bunalıma girdiği gibi, artık 1950-1970‘lerin reformist sosyal demokrat parogramlarını uygulaması süreci geçti. Sermayenin yoğunlaşmasına koşut olarak gericileşme faşistleşme düzeyine geldi. Kapitalist sistemin topluma baskı ve ağır sömürünün dışında vereceği bir şey kalmadığı için, burjuva sosyal demokrat partilerin iktidara gelmesi sorunun özünün değiştirmeyecekitr. Onlar, reformist değil, sermayenin baskıcı ve faşizan politikalarını hayata geçireceklerdir. Bugün ABD ve Avrupa (AB) ülkelerinde olduğu gibi.


Kitlesel büyük tepki ve direnişler bitmiş değil. Artık uzun bir süredir bireysel olan tepkileri kitleselleşmiştir. Çünkü faşist Erdoğan rejmi bütünüyle toplumsal güvenini yitirmiştir. O da bunu bildiği için elindeki tüm faşist devlet şiddetini yargısıyla, polisiyle, bürokrasiyle, ekonomik uygulamalarıyla ortaya koymaktadır. Kürtlere „süreç“ olarak sunduğu ya da sunar gibi yaptığı „havuç“un ise, gerçekte herzamanki, TC imzalı, üzerinde; asimile et, asimile edemiyorsan ez, çivili bir sopa olduğu biliniyor.

Öte yandan, demokratik hak ve özgürlükler için en aktif kitleyi pasifize etme ve hatta elimine ederek susturma taktiğinden başka bir şey olmadığını doğrudan muahttapları olan PKK’da biliyor ve özellikle de Newroz meydanlarında toplanan yüzbinlerece Kürt işçi ve emekçileri her gün yaşadıkları zulümden biliyor.

Bilmemeleri olası değildir. Burjuva anlamda dahi demokratik bir ortamın olmadığı bir ülkede, ezilen ulusun kendini özgürce ifade etmesine olanak sağlanmaz. Bu bağlamda, Kürt işçi ve emekçilerinin yeri, bütün ülkedeki işçi ve emekçilerin yeri ve yanıdır. Sınıf kardeşliği temelinde ve işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda ortaklaşa mücadeleyi geliştirmektir. Faşist Erdoğan iktidarının böl-yönet, milliyetçi-ırkçı ve sosyalşovenist politikasını boşa çıkarmak, Türk ve Kürt işçi sınıfı ve emekçilerinin, gelinen aşamda en acil görevdir. Kapitalist sistemde ve de emperyalizmin korumacılığı altında da „asla barış“ olmaz. Gerçek barış ve özgürlük ancak ve ancak sosyalizmle gerçekleşir.


Karşı karşıya olan iki tarafında eskisi gibi yaşamak istememesine karşın, hala devrimci bir durum yok, devrimci durumun gelişmesinin nesnel koşulları fazlasıyla olgunlaşmış durumdadır. Devrimci durumun gelişmesi işçi sınıfının üretimden gelen gücü, yani, üniversiteli gençliğin „genel boykot, genel direnişine“ karşılık „genel grev ve genel direniş“ ile mücadelenin daha geniş bir boyutta ortaklaştırılmasıyla olacaktır. Ancak, iktidar yanlısı sarı sendikalarla „genel gerev“ olmayacağı için, işçi sınıfının devrimci ve kömünistler tarafından tabandan örgütelenerek bunun gerçekleştirilmesi olasılığı vardır. DİSK’in sadece İzmir özelinde yarım günlük „iş bırakma“ eylemi (tamamen politik) çok önemli olmasına karşın, bu durum Türkiye ve Kuzey Kürdistan çapında yayılamadı. Devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı içinde çalışma ve örgütlenmeyi esas almasının önemi bir kere daha ortaya çıktı. İşçi sınıfının önemli bir bölümü, üretimden gelen gücünü mücadele sahnesine sokamazsa, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasının başarı şansı az olduğu bilinmelidir.


Harekete geçen kitlelerin politik hedefi, elbette 23 yıldır iktidarda olan faşist Erdoğan rejminden kurtulmak. Yani, asgari ölçüde de olsa demokratik hak ve özgürlükleri elde etmek. Bu başarılabilir ve başarılacaktırda. Ancak, devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı ve gençliğin içinde örgütlü mücadelelerini geliştirmeye ve kitleleri, burjuva muhalefetin frenleyici etkisinden kurtarmaya bağlıdır.


Bütün bunlara rağmen, mücadele durmayacak, bastırıldığı yerden yeniden dirilmesini bilecektir. Çünkü, AKP-MHP faşist iktidarının kitlelerin „rızasını“ alacak, şiddetten başka bir aracı kalmadı. En zayıf dönemini yaşıyorlar. Uluslarası emperyalist gericilik, faşizm ve savaş tehlikesi, onu ayakta tutmaya yeterli olmayacaktır. İçerde egemen sınıflar arası çelişmeler daha da keskineleşcek, ama her şeyden önce sefil duruma düşürülen işçi sınfı ve emekçiler ve gençlik hareketleri, kitlesel hareket etmesini öğrendikleri ve bununla neyi başardıklarını bildikleri için faşist rejimi zayıflatmaya ve yıkana kadar mücadeleyi sürdürmeye devam edecektir. Bu nedenle „Birleşe Birleşe Kazanacağız“, kitle hareketinin motosunu oluşturmuştur. 30.03.2025






27 Şubat 2025 Perşembe

"Barışı, Biz Böyle Bilmiyorduk"

 





21.03.2013 Diyarbakır



'Barışı, Biz Böyle Bilmiyorduk'


Yusuf KÖSE

Öcalan’ın meşhur „Nevruz mektubu“ okunduğunda, bazıları hayal kırıklığına uğradı. Çünkü, onlar PKK’dan, Kürt işçi ve köylüleri lehine bir devrim bekliyorlardı. „Mektup“, devletin ağızıyla yazıldığını[1] (iki karşıt görüş bunu açıktan belirtiyor, Dip Not’a bkz.)  görünce, „bu kadarı da olmaz ki“ diyebildiler. Oysa, Öcalan, 1999 Şubat’ında bunları fazlasıyla söylemişti. PKK, şimdi bunları kabul etmeye hazır gibi gözüküyor. PKK’nın paradigmasını daha önce 4 bölüm halinde yayınlanan bir yazımda açıkladığımdan, yeniden oraya dönmeyeceğim.

Ağır bedeller ödeyenlere, savaşın en acımasız yüzünü gören ve yaşayanlara, oğullarını ve kızlarını dağlarda toprağa verenlere sorulduğunda, cevapları: „Barışı biz böyle bilmiyorduk[2] oluyor. Çünkü, zulüm gören halk! Savaşan ve ölen halk! Acıların en acısını yaşayan yine yoksullar! Devleti onlardan başka kimse iyi bilemez. Bu nedenle de, devlet tarafından yazılıp Öcalan‘ın ağzından „21 Mart Nevruz mektubu“ (Kürt Newrozu değil) diye Kürt kitlelerine sunulan devlet "barışı"ndan, halk, haklı olarak şüphelendi: „Bu mektup bizim barış mektubu olamaz“ diye... Newroz Meydanı‘nda çoşkulu bir şekilde alkışladıkları ise kendi hayallerinde yarattıkları bir direniş sembolüydü ya da öyle görmek istediklerini alkışlamışlardı. Alkışladıkları; devlete inat, kendi mücadelelerinin geldiği zirve,  Diyarbakır meydanlarında açıktan kutlamaları ve direnişlerinin, ırkçılığa, asimilasyona, jenoside, katliamlara, yasaklamalara ve inkara karşı galip gelmesiydi.  Newroz Meydanı’nda alkışlanan: Türk devletinin, yeni Osmanlıcılığı güçlendirme, bölge halklarına korku salma, çeşitli milliyetlerden Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarına daha fazla baskı uygulama yanında, sömürü ve egemenlik ağını genişletme konseptli „Mektup“ hiç değildi.

Öcalan Kenaya’da yakalanıp Türkiye getirilirken, uçakta: „benim anam da Türk, fırsat verilsin devlete hizmet etmeye hazırım“ dediğinde de, Kürt halkı içine sindirememişti. Sonra, ortaya manipülasyon araçları girdi ve  „başkanın bir bildiği vardır“ diyerek, bu durumu da "mazur" gösterir oldular. Aynı, „nevruz mektubu“ gibi. “İmralı zabıtları“ basında yayınlanmasının arkasından „Apo padişah değilya“ diyenler, dediklerini unutarak, yeni sürece methiyeler düzmeye, „teorik“ derinliklerini kitlelere anlatmaya koyulmuşlar. „yeni süreç“te ise, işçi ve emekçilerin payına, bugüne kadar ne düşmüşse o öngörülmüştür. 

BBC Türkçe İnternet sitesinde, 26. 03. 2013 tarihinde Kumru Başer‘in Diyarbakır’da Kürtlerle yaptığı röportajı yayınladı. 

"Barışı biz böyle bilmiyorduk. Hep onlar (gerilla Y.K.) gelince barış olacak diyorduk şimdi gidiyorlar" diyenler oldu. "Ölülerimize ne söyleyeceğiz" diyenler de.
Dağa çıkan abisini kaybetmiş bir genç kadının gözleri konuştukça doluyor: "Çok zoruma gitti. Karnıma bir yumruk yemiş gibi oldum. Kendim dağda değilim, ama elimden silahım alınmış gibi hissetim. Demek ki hep dağdakileri bir güvence olarak hissediyormuşum" (Kumru Başer‘in Röportajı‘ndan)

Kürt halkı Türk devletinin sözüne inanmaz. İnanması için de hiç bir nedeni yoktur. Bunu yaşayarak öğrendi. Katledilerek, sürülerek, horlanarak ve mapus damlarında yatarak... Jandarma dipçikleriyle, sokak ortalarında sorgusuz sualsiz kurşunlanarak, diri diri çukurlara gömülerek, dışkı yedirilerek; Diyarbakır zindanlarındaki zulümle ve evlerinin-yurtlarının yakılmasıyla... Kürt halkı, Türk devletinin öpücüğünün zehirli olduğunu iyi bilir. Bu nedenle de, Türk devletinin hiç bir sözüne güvenmez. Orta da hala Türk devletinin Kürtlere verdiği herhangi bir söz de yok. Tek söylediği: “silahları bırakın!” Öcalan ise, Türk devletine, bütün Kürdistan’ı işaret ederek, böylesi bir “misak-i milli etrafında  helalleşelim” diyor.

Öcalan’ın meşhur “Mektubu”ndan sonra, bir kişi ise, ropartajı yapan gazeteciye şunları söylüyor:
“Kürdün midesine yumruk atmışlar, 'ah belim' demiş. 'Yahu, midene vurduk, belim diyorsun' demişler. 'Eh, benim arkamda güçlü biri olaydı sen bana vurabilirdin?' demiş."

İşte, halkın, Öcalan’ı yorumlaması ve bir başkası ise;
"Kürt isyanlarının çoğu, liderlerinin iktidar pastasından pay almasıyla bitmiş. İsyanın acısını çekenler, çektikleriyle kalmış"

Bunu, isyana önderlik edenlerin sınıfsal niteliğiyle birleştirmek gerekiyor. İsyana ulusal burjuvazi önderlik ediyorsa, bu olasılık her zaman var. Kürt ulusal burjuvazisi, bu savaşta esas bedel ödeyelerin (Kürt işçi ve köylülerinin) çıkarını değil, kendi sınıfsal çıkarını düşünür ve ona göre „barış“ yapar. 

Bu röpartaj, yıllardır mücadele içinde olan kitlelerin koyun sürüsü olmadığını, tersine, mektubun dilinin ve içeriğinin rahatlıkla analayabilecek düzeyde olduğunu ortaya koymaktadır. Mektup Kürtçe’de okundu, ama içeriği ne Kürt halkının ne de Kürt ulusunun istemleriyle birebir örtüşüyordu. Esas olarak „beyaz Türkler“in, yani, Türk burjuvazisinin arzularını, yayılmacı emellerini kitlelere dikte ettiriyordu. Öcalan, „helalleşme“ adına, Kürtlere ikinci bir „Hamidiye Alayları“ kurdurarak Türk burjuvazisinin hizmetine vermeyi vaadediyor.[3]

, Öcalan‘ın  „meşhur buluşu“ ve dünya tarihi literatürüne geçecek (!) olan „Sümer Rahip“lerini, ropartaja katılanlardan hiçbiri söz etmemiş. Hele hele „Türk-islam Sentezi“ni, „Türk-Kürt İslam Sentezi“ne dönüştürme çabaları ( her dönemin –yani burjuva devletin- has adamı Cengiz Çandar, bunu çok önceden yazmıştı) ve „Ortadoğu Konfedaralizmi“ni  formülasyonunu ise, bedel ödeyenler ve ödemeye devam eden işçiler ve emekçiler, zorlu yaşamların kendilerine kattığı deneyimlerinden dolayı kale almamışa benziyor.

Öcalan, „barış“ yerine, adeta, Türk egemen sınıfların kirli savaşını, bütün Kürdistan sathına yayamayı önerdi. Bunun adı „barış mektubu“ değil, olsa olsa, Türk egemen sınıflarına yeni egemenlik alanları açama mektubu olabilir. Öcalan’ın bırakılması ve Kürtçe’nin serbestliği karşısında, Türk egemen sınıflarına bütün Kürdistan’ı sunmanın adı „barış“ olamaz. 
 
Kürtlerin barış yapması, daha doğrusu, Kürtlerin kendi kaderlerini özgürce tayin etmesi, kendi istekleri doğrultusunda kaderlerini belirlemelerine karşı çıkılamaz. Bu sorunda, elbette, sorunun nirengi noktası da burada saklıdır. Öte yandan, Türk ve Kürt savaşının olmaması,  Türk ve Kürt halklarının kardeşçe birarada yaşaması, işçi ve emekçilerin lehinedir. Bu anlamda, “barış” ama eşitlik temelinde bir barış her zaman iyidir. Ancak, buraya ne Türk devleti yanaşmış ne de Öcalan’ın “mektup”unda böyle bir şeyden söz ediliyor... 

Kürtler, yakın tarihleri boyunca savaş istemedi. Türk devleti Kürtleri zorla egemenliği altına aldı ve tüm ulusal haklarını gasp etti. Kürtleri savaşa zorlayan Türk egemen sınıflarıdır. Bu nedenle de, Kürtlerle barışması gereken Türk devletidir. Kürdistan’dan çekilmesi gereken PKK gerillaları değil, Türk ordusu ve Türk devletinin tüm resmi kurumlarıdır. “Demokratik Çözüm” budur. Ve gerçek barış, “onurlu barış” ve  halklar arası kardeşlikde ancak böyle pekişir. Diğerleri ise, kitleleri Türk egemen sınıflarına yamama manevralarıdır. Öcalan’da bunu yapmaya çalışıyor.

PKK harketi, hala demokratik yönünü korumaktadır. Bu yönünü koruduğu sürece, sol çevrelerden destek almaya devam eder, ne zaman ki, bu çizgiden tamamen uzaklaşıp, Öcalan çizgisine, özellikle de Öcalan’ın “Nevruz mektubu”ndaki çizigye oturduğunda, demokratik içeriğini de terk etmiş olur.

PKK, süreç içinde kendine bir “peygamber” yarattı. Peygamber yaratmak kolay, ama onun etkisini kırmak, yaratmak kadar kolay değildir. PKK değil, devlet o peygamberi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışıyor. Kürtlerin Newroz bayramında okunan “mektup” bu konuda şüpheye yer bırakmamıştır.

PKK gerillalarının Kuzey Kürdistan topraklarını terk edecek olması ve terk etmesi, savaşın bittiği anlamına gelmiyor. Ancak, nereye evrileceğini de şimdiden kesin bir şekilde söylemek olası gözükmüyor. Bunu belirleyecek olan, bölgesel gelişmeler ve emperyalist güçlerin buna direk müdahale etmesinin yanında, Türk egemen sınıfların Kürt ulusuna vereceği tavizler ya da tavizsizlik ve PKK’ya önderlik eden sınıfsal güçlerin bu durumlar karşısında takınacakları tavırlar belirleyecektir. PKK, Öcalan'ın mektubundaki çizgiye kayarsa, nereye evrileceği bellidir.

PKK içinde kendine “sol” diyenlerin özgürce örgütlenme şansları yoktur. Bu da, PKK’nın kitleler lehine demokratik mevzide duran politikalardan uzaklaşmasının önüne geçecek bir güç de kendi içinde yok gibidir. Olsa da bunların şansı yoktur.

PKK’nın silahlı ya da silahsız olmasından çok, onun izlediği politika önemlidir. Silahlı olup, emperyalist ve bölgesel gerici güçler yanında yer almak var, bir de silahsız olup, ilerici bir mevzide yer almak var. Tercih elbette ikincisidir. Belirleyici olan siyasettir. Silahlara hangi siyasetin kumanda ettiğine bakmak gerekiyor. PKK, Öcalan ve kankası MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın (yani devletin) konsepti doğrultusunda hareket edecekse, silahları bırakması, o konsepti kabul etmesinden halkların lehinedir. Böyle bir mektubu genel anlamda ezilenlerin kabul etmesi olası değildir. Bu konsept, Kürt ve Türk halklarının üzerindeki zulmü artırma içeriklidir.

Kürt ulusal sorunu demokratik bir sorundur. Bu sorun var olduğu sürece, demokratik yönü de olacaktır. Bu soruna sahip çıkan ezilen ulus burjuvazisi, bu demokratik içerikten fazlaca uzaklaşamaz. İster istemez ezilenler cephesine elini uzatmak zorunda kalacaktır.  28.03.2012
***


[1] Ayrıca Bkz. Dr. Mustafa Peköz; “ Öcalan’ın Newroz mektubu ve Yansımaları”, Sendika org. 23.03.13
Hüseyin Gülerce,  “Ergenekon’dan LAW, Öcalan’dan çağrı”, Zaman, 22.03.2013
Kumru Başer,
Diyarbakır, 26 MART 2013 
[3] Milliyet gazetesi, Öcalan’ın „nevruz mektubu“ndan bir gün sonra „Misak-i milli haritası“ yayınladı. Ayrıca, TV yayınlarında, Türk burjuvazisinin yazarları ve siyasi temsilcileri, “Öcalan” derken, saygıyla söz ediyorlar. Bu tür övgüler, "yeni misak-i milli" hatırınadır. Hepsinin ağızı sulanmış durumda.