Güncel Yazılar
yusufkose@hotmail.com
6 Ağustos 2025 Çarşamba
İsmail Beşikçi İnkarın Neresinde?
24 Temmuz 2025 Perşembe
Devletin Silahlarının Gölgesinde „Terörsüz Türkiye“ Masalı
Faşist Devlet Manipülasyonu: Devletin Silahlarının Gölgesinde „Terörsüz Türkiye“ Masalı
Yusuf Köse
PKK’nin silah bırkacağını açıklamasının ve sembolik silah yakma olayından sonra, bir çok küçük burjuva reformist ve burjuva liberalleri arasında, devletin artık „terör“ü gerekçe göstererek, anti-demokratik ve baskıcı davaranamayacağını ileri sürenler oldu.
„Silahlar susarsa demokrasinin yolu açılır“ gibi, kapitalist toplumsal gerçekliğinden ve devlete egemen olan tekelci burjuva diktatörlüğü ve gericiliği yok sayılarak bu tür görüşler ileri sürülebiliyor.
Her şeyden önce ülkede „demokrasi“ yoksa, bu PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla oluşmadığı bir gerçektir. Sorun, PKK’nin silah bırakması değil, devletin silah bırakması gerekir. Öncelikle bu istenmeli ve bu vurgulanmaldır. PKK’nin ya da devrimcilerin silah bırakması değil, devletin silah bırkması için mücadele verilmelidir. Burjuva devleti tepeden tırnağa kadar silahlı olduğu gibi, silahlı örgütlenmesini yukarıdan aşağıya (ordu, polis, bekçi, korucu, paramiliter güçler vs.) yagınlaştırmıştır.
Türk devleti, kuruluşundan beri, işçi sınıfına, emekçilere, azınlıklara ve Kürt ulusuna karşı ceberrut bir devletti. Bu, bir niyet sorunu değil, burjuva develtinin en karakteristik özelliğidir.
Türk devletini tanımayanlar da sanırı ki, Türkiye’de PKK’den önce de demokrasi „varmış“. PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla „demokrasi“ rafa kaldırılmış(!) Bazı geçici kısa dönemler hariç, Türk devleti, burjuva anlamda, hiç bir zaman bir demokrasiye sahip olmadı.
Ayrıca belirtmek gerekir ki; Kürt ulusal hareketinin savaşının uzun sürmesini, Türk devleti istemiştir. Asgari çözümlere dahi yanaşmamıştır. Kürt Ulusal Hareketi defalarca tek taraflı „ateşkes“ ilan etmiş, barış görüşmelerine samimi olarak yaklaşmış, ancak Türk devleti, her seferinde, „barış“ değil, teslimiyet istemiştir. Yani, Kürt ulusunun en asgari ulusal demokratik haklarını tanımak istememiştir. İnsanlar kendi ana dili Kürtçeyi konuştuğu için ya tutuklanmış ya linç edilmiş ve hatta katledilmiştir. Kürt belediyelerine el konulmuş, siyasetçileri esir alınmıştır. Güncel „silah bırakma“ olayı da tek taraflıdır. Devletin verdiği bir taviz, daha ortada yoktur. Bu konuda, devletin ağzından Kürtlerin ulusal demokratik hakları lehine olumlu tek bir kelime daha çıkmamıştır. Türk devlet yetkilileri, Kürt sorununu Kürtlerin en doğal hakları olan ulusal demokratik haklarının içeren bir sorun değil, „terör sorunu“ olarak ele almışlar ve almaya devam ediyorlar.
Türk devleti, kuruluşunun hemen akabinden beri Kürt ulusunu varlığını inkar ede gelmiştir. Burjuva muhalefet partisi CHP lideri Ö. Özel’in övmekten sesinin kısıldığı TC süreci, bugünü aratan süreçlerden farklı değildi ve bir kıyaslama yapılacaksa bugünden daha baskıcıydı. 1925-1945 arası yarı-askeri faşist diktatörlüğü (ki, bu süreç tek parti faşist diktatörlüğü hakimdi ve ilerici partiler yasak olduğu gibi, devlet partisi CHP dışında, diğer burjuva partileri de yasaktı) saymasak bile, DP dönemi de aynı şekildeydi. Bunların dışında 1960, 1971, 1980 askeri cunta dönemlerinde olduğu gibi yıllarca işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde uygulanan aşırı sömürü ve baskı ve Kürt ulusu üzerinde estirilen asimilasyon ve inkar politikalarını görmezden gelmek, büyük bir burjuva aymazlığı ve riyakarlığıdır.
Hakları gasp edilen, sömürülen ve ağır baskı koşullarında yaşamaya mecbur edilen işçi sınıfı ve emekçilerdir. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri katliamlara, asimilasyona ve her türlü ulusal hakları gasp edilen ve hatta uzun bir dönem inkar edilen Kürt ulusuydu. Ezilenlerin ezenlere karşı silahlı olması, kötü değil, toplumsal çelişmelerin çözümü ve gelişimi için iyi bir şeydir. Bu, gerici zora karşı devrimci zorun diyalektiğidir. Burjuva devletininin (ki bu devlet, bir avuç tekelci burjuvazinin diktatörlük aracıdır) silahlanmasını, onun doğal bir hakkı görenler, işçi sınıfı ve emekçilerin ve ezilen ulusların silahlanmasını „terör“ olarak nitelemeleri, açık bir riyakarlıktır. Oysa, ezilen yığınların (ezilen uluslarda dahil) kendilerini silahlı ezenlere karşı silahlanmaları, kaçınılmaz ve bu onların en doğal demokratik haklarıdır.
Burjuva devletinin silahlanmasına karşı çıkmayıp, sadece işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen uluslardan halkların silahlanmasına karşı çıkanlar demokrat olamaz. Silahlanmayı burjuva devletin temel hakkı görenlerin demokratlığı, iki yüzlü burjuva sahtekarlığıdır. Bu açık bir halk düşmanlığıdır. Işçi sınıfından yana bir tavır değil, tekelci burjuvazinin soygun diktatörlüğünün sürmesini istemektir.
Kapitalist-emperyalist sistem içinde kalıcı bir „barış“ olmayacağı gibi, silahların ebediyen susması da gerçekci değildir. Çünkü kapitalist-emperyalist sistem işçi sınıfının artı-değerine zorla el koyma ve aşırı sömürü üzerine varlığını sürdürür. Yani, kapitalizm, savaşları ve eşitsizliği sürekli üreten ve artan ölçüde geliştiren bir sistemdir. Böyle bir sistem, savaşlar olmadan yaşayamaz. Sermayenin büyümesi ve merkezileşmesinin artmasına koşut olarak saldırganlığı artar. Bugün içinde bulunuduğumuz koşullar böyledir ve bütün emperyalist devletler, aşırı silahlanarak emperyalist bir savaşa hazırlanmaktadır. Emperyalist Türk devleti de bu sürecin içindedir.
Emperyalist Türk devleti, PKK’nin silah bırakmasını, ülke içinde işçi ve emekçilerin (ve ezilen ulsuların) lehine demokratik hak ve özgürlükleri geliştirmek için değil, kendi emperyalist çıkarları ve faşist-islamcı iktidarını daha da pekiştirmek için istemektedir. Bölgede etkinliğini geliştirmek ve yayılmacılığını pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu nedenle, „Kürtlerin hamisi biziz“ gevelemesini sık sık tekraralıyor. Buradan hareketle, silahların tek yanlı bırakılması, silahlanmayı kaçınılmaz olarak yaratan toplumsal çelişmeleri ortadan kaldırmayacaktır. Belki, bir süre, geçici olarak tek yanlı „silahların susmasını“ getirecektir. Ama, esas olarak, iktidardaki silahlı tekelci burjuva sınıfının diktatörlüğüne karşı işçi sınıfı savaşımını ortadan kaldırmayacaktır. Tersine, kapitalist çürümenin artışına bağlı olarak bu süreç daha erken bir zamanda ortaya çıkacaktır.
Ezilen Ulus Hareketlerinin Çıkmazı
Ayrıca, belirtmek gerekir ki; Kürt ulusal sorunu demokratik bir sorundur. Özgürce çözülmesi ancak ve ancak Kürt ulusunun kendi özgür iradesiyle olabilir. Bunun anlamı, Kürt ulusu özgürce ayrılma ya da birlikte kalma hakkını kullanmaya sahip olmalıdır. Bu gerçekleşmeden Kürt ulusal sorunu çözülemez. Bugün geçici olarak gerileyebilir, ama yarın yendien ortaya çıkacaktır. Yani, bu sorun hep varolacaktır. Öcalan’ın, Türk devleti ile ortaklaşan politikalarıyla, varolan temel bir toplumsal sorun ortadan kalkmaz. Öcalan kaba bir idalist olduğu için, var olan toplumsal bir gerçekliği yok sayınca yok olacağını düşünüyor. Materyalist Diyalektik soyut değil, somut gerçeklikten hareket eder.
Günümüzde ezilen ulus hareketleri hala ilerici özelliklerini bütünüyle kaybetmese de, ulusal nitelikleri gereği emperyalizmle uzalaşıcıdırlar. Ve özellikle de Marksist-Leninist dünya görüşüne sahip olmadıkları, sosyalizm perspektifiyle harket etmedikleri için, ulusal özgürlüklerini gerçek anlamda kazanma şansları yoktur. Öcalan önderliğindeki PKK’nin geldiği son nokta bunun yalın bir göstergesidir. Sorun silahları -daha ileri gidemiyordu- yakma-bırakma değil, Kürt ulusal haklarından ezen (Türk) ulus lehine vazgeçme politikasına evrilmesidir. En azından yakın bir örnek olarak bügünün Irak (Güney) Kürdistan bölgesi, uluslararası emperyalist sermayenin cenneti haline gelmiştir. Federe Kürt yönetimini elinde bulunduranlarda birer tekel sahipleridir. Güney Kürdistan’ın ulusal burjuvazisi zenginleşirken, ulusal savaşta peşmerge olarak ölenlerin geride kalanları işçileşerek ve ağır sömürü ve baskı koşulları altında yoksullaşmıştır.
Bu gerçekler, ezilen ulus proletaryasının ve emekçilerinin çıkarı, ezen ulsu paroletaryası ve emekçilerinin ortaklaştığını ve sosyalizm için birlikte mücadele etmeleri gerekliliğini bir kere daha göstermiştir. Çünkü ezilen ulus burjuvazisi önderliğinde bir mücadele, ezilen ulus işçi ve emekçilerini gerçek toplumsal kurtuluşa götürmez.
Ulusal sorunların çözümü, emperyalist sistem içinde gerçek anlamda çözülemez. Bütün dünyada işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi başarıya ulaştığında, gerçekten o zaman, sadece o zaman, silahların hepsi teredütsüz yakılacak ve gerçek barış gelecektir. Çünkü artık silahlara gereksinim olmayacaktır, insanlık yaşamını sürdürmek için ürettiği her şey, doğayla uyum içinde, yaşamını çok yönlü zenginleştirmek için gerçekleşecektir. 24.07.2025
18 Mayıs 2025 Pazar
PKK'nin Kendini Feshetmesi
İbrahim Kaypakkaya'nın anısına
PKK'nin Kendini Feshetmesi
Yusuf Köse
Önce Bahçeli ve ardından Öcalan ve daha sonra ise PKK, “kendini fesh ettiğini ve silahlı mücadeleyi bıraktığını” açıkladı. Öcalan sorunu net ortaya koydu. “Sayın Bahçeli ve Sayın Erdoğan'ın paradigması doğrultusunda yeni sürece katkı sunmak istiyorum” diyerek, devletin isteği doğrultusunda hareket edeceğini bir kere daha yinelemiş oldu. Yakalanıp Türkiye'ye getirldiğinde de “devlete hizmet etmek istediğini ve devletin kendisinden yararlanmasını” istediğini defalarca tekrarlamıştı.
Öcalan'ın, Türk devletine hizmet paradigmasında bir değişiklik yok. O, bölgede (Ortadoğu'da) Türk devletinin etkin olmasını canı gönülden istiyor. PKK yönetimi, Öcalan'ı bugüne kadar olduğundan çok değişik bir şekilde kendi kitlesine aktardı ve tanıttı. Adeta bir tanrı yarattı ve daha sonra yarattığı tanrının ilk kurbanı kendisi oldu. Küçük burjuva ulusalcı düşünce tarzının kendi düşmanına hizmete dönüşen diyalektiğinin doğal bir sonucudur bu.
Halil Gündoğan yoldaşımın da sık sık vurguladığı gibi; Bahçeli, Erdoğan ve Öcalan, “Kürdistan'ı da içeren büyük Türkiye hayali” çerçevesinde anlaştılar denebilir.1 Bu nedenle, dışişleri bakanı H. Fidan; “Kürtlerin hamisi biz oluruz” demekte ısrar etmesi boşuna değil. Türk emperyalist burjuvazisi, Ortadoğu'ya yayılması önünde engel olarak gördüğü bir hareketi etkisiz hale getirmesi, ve özellikle kendi çıkarları doğrultusunda bir güç haline getirmesi halinde, Öcalan'ı “Türk siyasetinin gelmiş geçmiş en büyük Türkü” yapmakta bir sakınca görmeyecektir.
PKK'ye Silah Bırakmaya Götüren Koşullar
PKK'nın silah bırakması bugünün koşullarında kaçınılmazdı, çünkü koşullar çok değişti. Bunları, sırasıyla şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi: Kuzey Kürdistan, PKK'nın ilk silahlı mücadeleye başladığı gibi değil. Kapitalist gelişme hızlandı ve güçlendi. Köyler boşaldı. İşçi sınıfı nicel ve nitel olarak gelişti. Bir çok Kürt şehri sanayi kenti haline geldi ve giderekte yaygınlaşıyor. Gerilla kaynağı, topraksız ve yoksul Kürt köylüsü yok oldu. Ve bu nedenle de Kürt köylüsü, artık, gerillayı, insan kaynağı olarak besleyecek durumdan çıkmıştır.
İkincisi: PKK'nin gelişmesini ve bölgeye yerleşmesini sağlayan, ABD'nin Irak'ı işgal etmesi, öncesi hava saldırıları ve Saddam sonrası Irak içindeki gelişmeler, bugün ortadan kalkmış ve Irak hükümeti kısmen stabilize hale gelmiştir. Irak içindeki Kaos, PKK'nin bölgeye yerleşmesini ve güçlenmesini sağlayan etkenlerdi. Çünkü bölgede önemli bir Kürt nüfusu olduğu gibi, silahlanma ve etkinlik sağlamak içinde elverişli ortam sunuyordu. Bugün bu durum yoktur.
Üçüncüsü; Suriye'deki gelişmeler ve Rojava'nın kuruluşu PKK'yı bölgede ve uluslararası alanda güçlendiren önemli bir gelişmeydi. Ancak, Esad'ın devrilmesi ve yerine HTŞ'nin getirilmesi, Kürtler lehine gelişmeleri yavaşlattığı gibi, oldukça zorlaştırdı.
Dördüncüsü; Uluslararası durumlarda, özellikle de PKK'nin yararlandığı Güney ve Batı Kürdistan'da değişimler oldu. Güney Kürdistan'da bir federasyon var ve buradaki yönetimin Türk devletiyle ekonomik ve siyasi ilişkisi oldukça gelişkin olduğu gibi, Türk devletinin ondan fazla askeri üssü ve karakolları var. Yani, adı konulmamış bir işgal söz konusudur. Türk devletinin buralardan çıkması söz konusu olmadığı gibi, buralardaki askeri yapısını her geçen gün güçlendirmektedir.
Beşincisi: Güney Kürdistan Yönetimi (Barzaniler) PKK'nın Güney Kürdistan'da barınmasını istemiyor ve bu nedenle de sık sık çatışmalar gündeme geliyor. Aynı zamanda Irak hükümeti'de PKK'nın Irak sınırları içinde askeri faaliyet sürdürmesini istemiyor ve bu konuda Türk devletinin baskılarını kabul ederek, PKK'ye “Irak'ı terketmesi” yönünde baskı yapmaktadır.
Altıncısı: Türk devletinin Afrin'i ve Rojava'nın yarısını işgal etmesi ve buraları ilhak etmek amacıyla elinde tutması, Rojava üzerindeki baskısı, HTŞ üzerindeki etkisi, Kürt ulusal hareketinin etki alanını gerilettiği gibi, adeta varlık-yokluk sorunu haline getirmiştir. Ve Suriye'nin artık eski Suriye olmayıp, başta Türk, ABD ve İsrail emperyalistlerinin işgali ile parçalanmıştır. Ve gelinen aşamada, Rojava Kürt federasyonunun varlığını ABD'ye dayanarak yaşatmasının da koşulları ortadan kalkmıştır. Suriye'de şimdi ABD, Türkiye, İsrail, Fransa ve İngiltere vardır ve bu emperyalistlerin kendi çıkarları doğrultusunda Suriye'ye nüfuz etme planları vardır. Özellikle İran ve Rusya'nın bölgeden kovulması, Kürt ulusal hareketi aleyhine bir gelişme ve ortam yaratmıştır. Çünkü bu iki ülkenin varlığı, Batılı emperyalistler ile olan çelişkiler, Kürt ulusal hareketinin kendi lehine bu çelişkilerden yaralanmasının koşullarını da yaratmıştı.
Yedincisi: Gelinen aşamada PKK'nin güçlenmesini sağlayan silahlı mücadelesi değil, sivil örgütlenmesiydi. Yani, silahlı mücadele görevini yapmıştı. PKK'nın silahlı mücadele gövdesi küçüldükçe, sivil gövdesi, Türkiye ve Kürdistan'ın parçalarında ve uluslararası (özellikle Avrupa'da) alanda gelişti ve güçlendi. Diğer yandan PKK'nin ilişki kurmak istediği ya da ilişki geliştirmek istediği tüm burjuva çevreler, silahlı mücadelenin terk edilmesi konusunda baskı yapıyordu. Ayrıca, PKK'nin genel siyasal çizgisi de, devrimci bir silahlı mücadele yürüterek burjuva siyasal düzenini yıkmak değil, tersine, burjuva siyasal düzeni içinde ulusal haklarını kazanmak ve kapitalizmin reforme edilmesi hedefliydi. Öcalan'ın “konfederalizmi”nin sınırı, “kapitalist modernite” ye karşı çıkar gibi gözüksede, kapitalizmin sınırları içinde yer alıyordu.
Sekizincisi; PKK, artık Türkiye ve Kuzey Kürdistan sınırları içinde eskisi gibi silahlı faaliyet yürütemiyordu. Uzun yıllardır özellikle Kuzey Kürdistan'da yoktu. Ve gerilla kayıplarının %90'nından fazlasını Tük devletinin İHA, SİHA ve Hava güçleri karşısında veriyorlar. Yani, Türk devleti tüm hava sahalarını kontrol altına almış ve gerillaya yaşam hakkı vermiyor.
Dokuncusu: Türk devleti, PKK'nin askeri varlığını ve faaliyetini kısıtlamasına ve küçük bir bölgeye sıkıştırmasına karşın, tüm baskılara, tutuklamalara, kayyımlara ve yıldırmalara rağmen, PKK'nin legal alandaki mücadelesini ve varlığını durduramıyor. Bu durum bile, silahlı mücadelenin gereksizliğini ortaya koymaya yetiyor. Ayrıca belirtmek gerekiyor ki, Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarının tanınması, yani özgürce ayrılma hakkının tanınması, ancak ve ancak Türk işçi ve emekçilerin yoğun mücadelesi sonucu ve özellikle de, iki ulustan işçi sınıfının ortak mücadelesiyle bu haklar kazanılabilir. Gerisi, kitleleri, en az yüzyıllık aldatmanın devamı olarak kalır.
Onuncusu: Faşist Erdoğan rejimi, PKK'nin kendini fesh etmesi ve silahlı mücadeleyi bırakmasını, ülkenin demokratikleşmesi için değil, baskı ortamını ve kutuplaştırmayı daha fazla artırmak için yapacaktır. Özellikle Kürt işçi ve emekçilerini kendi safına çekmek için kullanmaya çalışacaktır. Türkiye'nin burjuva anlamda demokratikleşememesinin nedeni PKK değil, başta işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları olmak üzere, tersine Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarının tanınmaması, zoraki asimilasyon ve Kürt ulusu üzerinde baskıcı ve yasakçı bir politikanın sürekli hale getirilmesindendir.
Onbirincisi: PKK'nin kendini fesh etmesiyle TC devletin'den Kürtlerin ulusal haklarını tanıyacağını” beklemek, aç kurttan kuzuyu yememesini bekleme hayalinden başkası değildir. Faşist Erdoğan rejimi, kendiliğinden gitmeyecek ve ülkede asgari oranda da olsa bir demokratikleşme olmayacaktır. Özellikle de Kürt ulusal hakları lehine bir gelişme olmayacaktır. Ancak bu, onuncu şıkda belirttiğim koşullarda olabilir.
Onikincisi: PKK, MLM bir hareket değil, ilerici-demokrat Kürt ulusal hareketiydi ve uluslararası proletaryanın dostuydu. Halende öyledir. Ancak, Kuzey Kürdistan'da Kürt burjuvazisi gelişmiş ve palazlanmıştır. Türk burjuvazisi ile içiçe geçmiş ve hatta bazı Kürt kökenli tekeller uluslararası tekel haline gelmiştir. Kuzey Kürdistan'da kapitalizmin gelişimi, Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisiyle içiçe geçmesi ve çıkarlarının ortaklaşması, PKK hareketinin silah bırakmasında rolü olmuştur. “Bin yıllık kardeşlik”, “Büyük Türkiye”, “Güçlü Türkiye” argümanları, Türk burjuvazisiyle içiçe geçen Kürt burjuvazisinin de isteğidir. Bu sermayenin çelişmeli kardeşliğidir. Sadece Kuzey Kürdistan değil, Güney Kürdistan'ı yönetenlerin kendileri de birer tekel haline geldiği gibi, uluslararası tekeller ve emperyalist devletlerle yakın ilişki içindedirler. ML düşünce temelinde hareket etmeyen bir ulusal hareketin tekelci burjuvazinin yanına kayma eğilimi daha güçlüdür.
Ve Sonuncusu: Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ortaklaşa örgütlenerek ortaklaşa mücadele etmelidir. “Ulusal kardeşlik” burjuva bir slogan ve sahtedir. Ulusalcılığın kardeşliği olmaz. Ulusalcılık sermayenin koynunda büyür. Ama, sınıf kardeşliği, işçi sınıfı kardeşliği her şeyin üstündedir ve maddi bir temeli vardır. Kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurma perspektifiyle hareket edildiğinde ve sosyalizm gerçekleştiğinde gerçek kurtuluş o zaman olacaktır. Gerisi, burjuvazi lehine küçük burjuva oyalamalarıdır. Unutmamak gerekir ki; Kuzey Kürdistan işçi ve emekçileri yüksek bir demokratik bilince sahiptir. Onu faşizme ve gericiliğe karşı demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi ve genişletilmesi için kullanmaya devam edecektir. 18.05.2025
1https://halilgundogan.blogspot.com/2025/05/ulusalc-kemalistlerin-lozan-ve-1924.html
31 Mart 2025 Pazartesi
DEVRİM BİR MACERADIR
Okurlardan özür diliyerek, devrimden sonrada güncelliğini yitirmeyeceğini düşündüğüm, Mayıs 2011'de yayınlanan makalemi, yeni genç kuşaklar için bir kere daha yayınlıyorum:
DEVRİM BİR MACERADIR
Yusuf KÖSE
Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.
Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.
Korkunun esiri olmadan gireceksin maceraya. En güzel yaşam, en zorlu uğraş bu macerada vardır. Kalleşliğin nereden geleceğini, dostluğun ne olduğunu bilirsin. Niçin neden savaştığını, seni sömüreni, ezeni bilerek ve dünyayı tanıyarak yaşarsın. Ufkun alabildiğine açıktır, gitmenin ve bilgi deryasında zenginleşmenin sınırsızlığını yaşayarak görürsün.
Militan bir ruha sahip olunmadan devrimcilik yapılamaz. Militan ruh, ezenle ezilenin, işçiyle patronun arasındaki çelişmenin çatışmasından gelir ve Marksizmin bilimselliği ile aydınlatır yolunu. Devrimcilik sosyalizme inanmaktır. Sosyalizm ve komünizme inanmayanlar devrimci olamaz. Devrime katılmak ayrı ama, devrimcilik ise devrime katmaktır geniş yığınları.
Devrimcilik gözü kara militanlığı şart koşar. Özellikle gençleri içine çeker ve gençler devrim ateşini harlayarak yürür yollarında. Ve bu çoşku işçi ve emekçilerin çoşkularıyla birleşince, önünde hiç bir güç duramaz. Onlar için artık 24 saat devrim için vardır ve onun dışında başka bir zaman yoktur.
Kitleler böyle bir maceraya atılmadan eskiyi yıkıp kendilerini özgürleştircek yeni sistemi kuramayacaklardır.
Tarihi kökleri derinlerde olan büyük bir tarihsel maceradır, devrimcilik. O, insanlığın kendi öyküsüyle yaşıttır. O, kopuştur eskiden, eskilerden. Kopuştur hayatı durduran çürümüşlüklerden, kokuşmuşluklardan ve hantallıklardan.
Büyük bir macerayı göze alamayanlar devrimci olamazlar. 1960-1970-1980’lerin genç kuşakları düşünüldüğünde ve onların maceraları göz önüne alındığında, arkalarına bakmadan yürüdükleri görülecektir. Onlar, geride kalmasın diye gölgelerini yanlarında taşıyan bir kuşağın temsilcileriydiler.
Ya da 15-16 Haziran 1970 Türkiye işçi sınıfının direnişi düşünüldüğünde, işçiler kendilerini o maceraya attıklarında tankları bile çiğneyip geçmişlerdi. Aynı Tahrir, Taksim’de, Diyarbakır, Syntagma ve dahan nice meydanlarda olduğu gibi.
Ezilen yığınların maceracılığı yıkıcı ve yakıcıdır. Bir kere başladığında sonun nereye varacağı pek kestirilemez. Önünde ise düşmanın kıyıcı dev orduları bile duramaz. O bir sel gibi, tusunami gibidir. Kenarda duranları da içine alarak ve her adımda büyüyerek ilerler. En büyük en güzel insanlık macerası budur.
Özgürleşmek için devrim saflarında örgütlü maceraya atılmaktır doğru olan.
Yenilgi günlerin devrimciliği zor olmasına karşın, en iyi devrimcilik ve devrimci kalmak böylesi günler için vardır. Faşizmin azgınca saldırılarına karşı mücadele edenlerin maceraları ise, geleceğin çimento taşları, çoşkulu devrim günlerinin hazırlayıcıları olurlar ve olmuşlardır.
En büyük devrimciler ayağa kalkmış ezilen kitlelerdir. İşçi ve emekçilerdir. Onların devrimciliği zorbalardan zorla alınan ateşle harlanmış gibidir. Bin yılların ezilmişliklerini, kölelik zincirlerini kırarak fırlatıp atarlar. Çünkü onlardır her şeyi yaratan ve onlardır yine en güzel tarihleri yazacak olanlar. Buna inanmak ve onlarla birlikte olmak, onların karanlık yanlarını aydınlatmak bu maceranın en özgün yanlarıdır.
Kitlelerin zaman zaman büyük bir sessizliğin içine çekilmesinden korkmamak ve ürkmemektir devrimcilik. Böylesi durgun zamanlar, kitlelerin kendilerini tanıma ve yeni atılımlar için enerji toplama anlarıdır. Böylesi dönemlerde devrime ve devrimciliğe sövüp sayanların haddi hesabı yoktur. Bilinmez değildir, bunların ne diye bağırdıklarını ve de kanlı salya akıttıkları. Sermayedir sahipleri. Onların devrime karşı salya akıtmaları, uşaklıkta bir yer edinme telaşıdır. Onlara baktığında insanın insan olmaktan çıktığının resmini görürsün.
Bazan ölüm seni ve bazan sen ölümü kovalarsın, ama ölüm hep senin önün sıra yürümesine karşın, sen onu görmeden düşünmeden yaşarsın. Çünkü yaşamı, yeniden ve yeniden yeşertmektir senin büyük davan. Sen ölümden değil, ölüm tüccarları senden korkar.
Her özel mülk bir başka ezilenden çalınan hayattır. Bunu bilirsin. Mülk edinme ve özel mülkiyet sahibi olmanın ağırlığı yoktur üzerinde. Bu nedenle yaşamı yaşayarak yaşarsın. Devrimcilerin yürekleri ve hayalleri bir bahar yeri gibi olması bundandır. Yaşamın en güzel yanı da budur. Çünkü mülk ya da özel mülkiyet edinme hırsı ağır bir zincir gibi dolanır insanın bacaklarına. Kısıtlar insan gibi yaşamı yaşamayı. Özürlüğün prangasıdır onlar. Elinin tersi ile iterek bu tür anlayışları silmek için uğraş, onu yer yüzünden silerek tarihin çöplüğüne atmaktır devrimcilik.
Kitlelerden kopmamak, onlarla içiçe bir yaşam sürdürmektir devrimcilik. Bir deryadır kitleler, ne varsa onlarda vardır. Gelecek onların elleriyle biçimlenecek, zorbalık onların sıkılı yumruklarıyla yıkılacaktır. Onlara güveneceksin ve onlarsız bir yaşam hayal etmeyeceksin. Hayal ettiklerin onların avuçlarının içindedir çünkü.
Beklemesini bilmektir devrimcilik. Kitleler kış uykusuna yattıklarında sabırsızlanmayacaksın, telaşlanmayacaksın, umutsuzluklara kapılmayacaksın. O anı sabırla, iğneyle kuyu kazar gibi beklemektir en büyük devrimcilik. O anın her an gelebileceğini düşünerek yaşamak ve hazırlıkları ona göre yapmaktır devrimcilik. Yer çekimine karşı korcasına yaşlanmadan yaşayacaksın, o anın gelmesini bekleyerek.
Tarih boyu devrimler insanlığın en büyük maceraları olmuştur. Tarihe not düşenler ve yön verenler yalnız ve yalnızca bu maceralar olmuştur. Devrimcilik, mayasını bu büyük insanlık maceralarından almıştır. Bu maya insan var olduğu sürece mayalanmaya devam edecektir.
Ve her nesil, bir sonraki nesilden daha militanca mücadele içinde bulacaktır kendisini. Çünkü “baldırı çıplak dev” kış uykusundan uyanmaya çoktan başladı. Zorbaların telaşı ve zorbalıklarını artırmaları bundandır.
Kokuşmuş düzenin uyuşukluğundan ve yaşamı ağırlaştıran köhneliğinden kurtulmak istiyorsan, bu macera seni bekliyor. 16.05.2011
30 Mart 2025 Pazar
Mücadeleyi Büyüterek Bu Sistemi Değiştirmeliyiz!
İstanbul-Maltepe 29 Mart 2025
Mücadeleyi Büyüterek Bu Sistemi Değiştirmeliyiz!
Kitleler eskisi gibi yaşamak istemiyor, iktidar sahipleride eskisi gibi yönetemiyor. Eskisi gibi yönetmketen, artık -baskıyla karışık- toplumsal bir „rıza“ üretemiyor anlaşılmalıdır. Bunu esasta 2013 yılından beri kaybetti. 2013 yılı GEZİ (Haziran Ayaklanması) direnişinin geriye çekilmesinden ve belli bir süre uykuya yatmasından sonra, halk, yeniden sahnedeki aktif yerini aldı. Başka türlü de olamazdı. Bu kadar kitleyi sokaklara döken ekonomik yan arka planda kalsada, GEZİ ve bugünkü eylemlerde bütünüyle politiktir. Kitlelerin, politik haklar kazanılmadan ekonomik hakların kazanılmayacağının bilincinde olduğu söylenebilir. Grev yasağı politik olduğu gibi, ona karşı direnişte politiktir. Bu nedenle, grev ve direnişler komünizmin okuludur.
Sınıflı toplumun diyalektiği tersine işlemez. Her zaman, toplumsal çelişmelerin ana hattını oluşturan ve yeniyi temsil eden (işçi) sınıfın, mücadele açısından lehine olumlu gelişmeler yaşanır. „Yaprak bile kımıldamıyor“ umutsuzluk yayanların aksine, toplumsal umudu besleyen ve yaşatan da bu (emek-sermaye) çelişmenin varlığıdır. O, bir şekilde kendi mecrasını bulacaktır. Önüne çıkarılan nesnel ve öznel engeller, yine o çelişmenin kaçınılmaz dinamiği ve öznesi tarafından mücadele içinde aşılır ve yaratılır.
İşçi sınıfı ve emekçiler açısından, 12 yıllık süreç, derin bir uyku süreci olmayıp, pasif direnişlerle kendini hazırladı. Grevler, yer yer büyük kitlesel protesto ve mitinglerle beslendi. Faşist iktidar, sermaye lehine birçok grevi yasaklamasına karşın, işçiler yasak dinelemeyip direnişe geçtiler. Örneğin, en son işçi kenti Antep’deki işçi direnişleri (özellikle, Başpınar) ve yine aylarca devam eden Çayırhan madenlerinin özelleştirilmesine karşı, maden işçilerinin sürdürdürmeye devam ettiği direniş bunlardan sadece bir kaç tanesidir.
İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan kitlesel tepki, salt onu korumak ve onun şahsı için deği, o bir vesile oldu. Aynı GEZİ’deki „bir kaç ağaç meselesi“ olmadığı gibi. Toplumun büyük bölümü patalamaya şu veya bu şekilde hazırdı. Bekelenen sadece küçük bir kıvılcımdı. O da İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla geldi. Genelde ,büyük kitlesel patlamalar ve birkimiş öfkelerin sokaklara taşması, ortaya çıkan bir kıvılcımla kendini dışarıya vurur. Nicel birikimlerin nitel aşamasıdır bu.
Faşist Erdoğan başkanlığındaki sermayenin tek adam rejimi, iktidarını sürdürebilmesi için elinde sadece faşist devlet şiddeti kaldı. Bu nedenle, sadece işçi sınıfı ve emekçileri değil, burjuva muhalefeti ve toplumun geniş bir kesmini karşısına alarak baskı ve şiddeti yaygınlaştırdı. Çünkü iktidar kaybı, büyük bir sermaye kaybıdır. Sermaye devletinin kitlelere vereceği ekonomik ve demokratik hak anlamında bir şey kalmamasının ve iktidarını kaybedeceğinin bilincinde olmasının açık faşist politikasıdır. Bu kapitalist sistemin kendi yapısal ve esasta çözemeyeceği sorunlardan biri ve bu da onun yıkımını getirecek çelişmeyi içinde taşımasından kaynaklıdır.
Ekonomik ve siyasal olarak yönetemez krizi içinde olan faşist iktidar, Egemen sınıfların siyasal temsilcisi olarak muhalefetteki kanadını oluşturan CHP ile çekişmeli uzlaşısını bitirdi. CHP, uzun yıllardır Erdoğan iktidarının ayakta kalmasının stepnesi görevini yerine getidi. Kitlelerin haklı öfkesinin kitlesel olarak sokaklara taşmasının önünde bariyer oldu. Ancak, bir nevi seçme seçilme hakkı elinden alınınca, kitlelerin birkmiş öfkesini de arkasına alarak harekete geçti. Çünkü siyasal olarak varolması buna bağlıdır.
Ancak, İşçi sınıfı ve emekçilerin ve özellikle gençliğin (sadece ünüversite gençliği değil, işçi gençliği de) talepleri ile CHP’nin talepleri bu sistemin reformize edilmesi (CHP açısından seçme seçilme hakkının korunması) konusunda kısmen birleşmesine karşın, esasta aynı değil. İşçi sınıfı ve gençliğin talepleri daha ileri bir noktadadır. Faşist diktataörlüğün yıkılması, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması kitlelerin -şimdilik- asli talebidir. İşçi sınıfının nihai talebi ise, elbette farklıdır. Ve bu sosyalizmdir. Devrimci işçi sınıfı, sömürü ve baskının bütünüyle kalkmasından yanadır. Onun esas çıkarları buradadır. CHP’nin programı kapitalist sistemi, yani, sermaye sınıfının çıkarlarını esas alan sistemi ve işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde sermaye egemenliğini sağlayan burjuva devletini korumaktan yanadır. AKP-MHP ile arasındaki kavga, „seçimle gelen seçimle gider“ prensibinin korunması ve bütün egemen sınıf partilerince kabul edilmesi ve uygulanmasıdır. Tabi ki, aralarındaki ekonomik temel çelişme devletin olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak ve sömürüden daha fazla pay almaktır. Bu bağlamda, CHP iktidara geldiğinde şimdi eleştirdiği, işçi sınıfının büyük bir bölümünü ve emeklileri açlık sınırı altında yaşamaya mahkum eden „M. Şimşek Programı“ vb.ni harfiyen belki de daha ağırlarını uygulayacaktır. Ülkemizin en büyük sermaye grubunu temsil eden TÜSİAD’ın istemleri ve çıkarları dışına esasta çıkamaz. TÜSİAD (MÜSİAD üyelerinin de bir bölümü dahil) ise, uluslararası sermayeyi temsil eden ve uluslararası alanda sermaye yatırımları olan emperyalist nitelikli bir sermayaderler grubudur.
CHP, bugün burjuva anlamda „demokratik hak ve özgürlüklerden „yana olması, kendi üzerindeki elimine etme baskısı yanı sıra, kitlelerin ilerici öfkesi karşısında kitlesel öfkenin taleplerini sahiplenmek zorunda kalmasıdır. Bu nedenle, sık sık „Deniz Gezmişlerin arkadaşlarıyız“ söylemini yineliyorlar. Bu geçici olarak iyi, ancak, işçi sınıfı ve emekçileri kendi burjuva programına mahkum etmesi tehlikesini içerdiği görülmelidir.
Gelinen aşamada, uluslararası kapitalist-emperyalist sistem derin bir bunalıma girdiği gibi, artık 1950-1970‘lerin reformist sosyal demokrat parogramlarını uygulaması süreci geçti. Sermayenin yoğunlaşmasına koşut olarak gericileşme faşistleşme düzeyine geldi. Kapitalist sistemin topluma baskı ve ağır sömürünün dışında vereceği bir şey kalmadığı için, burjuva sosyal demokrat partilerin iktidara gelmesi sorunun özünün değiştirmeyecekitr. Onlar, reformist değil, sermayenin baskıcı ve faşizan politikalarını hayata geçireceklerdir. Bugün ABD ve Avrupa (AB) ülkelerinde olduğu gibi.
Kitlesel büyük tepki ve direnişler bitmiş değil. Artık uzun bir süredir bireysel olan tepkileri kitleselleşmiştir. Çünkü faşist Erdoğan rejmi bütünüyle toplumsal güvenini yitirmiştir. O da bunu bildiği için elindeki tüm faşist devlet şiddetini yargısıyla, polisiyle, bürokrasiyle, ekonomik uygulamalarıyla ortaya koymaktadır. Kürtlere „süreç“ olarak sunduğu ya da sunar gibi yaptığı „havuç“un ise, gerçekte herzamanki, TC imzalı, üzerinde; asimile et, asimile edemiyorsan ez, çivili bir sopa olduğu biliniyor.
Öte yandan, demokratik hak ve özgürlükler için en aktif kitleyi pasifize etme ve hatta elimine ederek susturma taktiğinden başka bir şey olmadığını doğrudan muahttapları olan PKK’da biliyor ve özellikle de Newroz meydanlarında toplanan yüzbinlerece Kürt işçi ve emekçileri her gün yaşadıkları zulümden biliyor.
Bilmemeleri olası değildir. Burjuva anlamda dahi demokratik bir ortamın olmadığı bir ülkede, ezilen ulusun kendini özgürce ifade etmesine olanak sağlanmaz. Bu bağlamda, Kürt işçi ve emekçilerinin yeri, bütün ülkedeki işçi ve emekçilerin yeri ve yanıdır. Sınıf kardeşliği temelinde ve işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda ortaklaşa mücadeleyi geliştirmektir. Faşist Erdoğan iktidarının böl-yönet, milliyetçi-ırkçı ve sosyalşovenist politikasını boşa çıkarmak, Türk ve Kürt işçi sınıfı ve emekçilerinin, gelinen aşamda en acil görevdir. Kapitalist sistemde ve de emperyalizmin korumacılığı altında da „asla barış“ olmaz. Gerçek barış ve özgürlük ancak ve ancak sosyalizmle gerçekleşir.
Karşı karşıya olan iki tarafında eskisi gibi yaşamak istememesine karşın, hala devrimci bir durum yok, devrimci durumun gelişmesinin nesnel koşulları fazlasıyla olgunlaşmış durumdadır. Devrimci durumun gelişmesi işçi sınıfının üretimden gelen gücü, yani, üniversiteli gençliğin „genel boykot, genel direnişine“ karşılık „genel grev ve genel direniş“ ile mücadelenin daha geniş bir boyutta ortaklaştırılmasıyla olacaktır. Ancak, iktidar yanlısı sarı sendikalarla „genel gerev“ olmayacağı için, işçi sınıfının devrimci ve kömünistler tarafından tabandan örgütelenerek bunun gerçekleştirilmesi olasılığı vardır. DİSK’in sadece İzmir özelinde yarım günlük „iş bırakma“ eylemi (tamamen politik) çok önemli olmasına karşın, bu durum Türkiye ve Kuzey Kürdistan çapında yayılamadı. Devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı içinde çalışma ve örgütlenmeyi esas almasının önemi bir kere daha ortaya çıktı. İşçi sınıfının önemli bir bölümü, üretimden gelen gücünü mücadele sahnesine sokamazsa, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasının başarı şansı az olduğu bilinmelidir.
Harekete geçen kitlelerin politik hedefi, elbette 23 yıldır iktidarda olan faşist Erdoğan rejminden kurtulmak. Yani, asgari ölçüde de olsa demokratik hak ve özgürlükleri elde etmek. Bu başarılabilir ve başarılacaktırda. Ancak, devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı ve gençliğin içinde örgütlü mücadelelerini geliştirmeye ve kitleleri, burjuva muhalefetin frenleyici etkisinden kurtarmaya bağlıdır.
Bütün bunlara rağmen, mücadele durmayacak, bastırıldığı yerden yeniden dirilmesini bilecektir. Çünkü, AKP-MHP faşist iktidarının kitlelerin „rızasını“ alacak, şiddetten başka bir aracı kalmadı. En zayıf dönemini yaşıyorlar. Uluslarası emperyalist gericilik, faşizm ve savaş tehlikesi, onu ayakta tutmaya yeterli olmayacaktır. İçerde egemen sınıflar arası çelişmeler daha da keskineleşcek, ama her şeyden önce sefil duruma düşürülen işçi sınfı ve emekçiler ve gençlik hareketleri, kitlesel hareket etmesini öğrendikleri ve bununla neyi başardıklarını bildikleri için faşist rejimi zayıflatmaya ve yıkana kadar mücadeleyi sürdürmeye devam edecektir. Bu nedenle „Birleşe Birleşe Kazanacağız“, kitle hareketinin motosunu oluşturmuştur. 30.03.2025
27 Şubat 2025 Perşembe
"Barışı, Biz Böyle Bilmiyorduk"