10 Aralık 2025 Çarşamba

Emperyalizmin Ekonomik Özü (Emperyalizm Üzerine Notlar-8)


 

Emperyalizm Üzerine Notlar-8 : Emperyalizmin özellikleri



 

                                                                                                                



Emperyalizm Kapitalizmin Tekelleşme Evresidir

 Yusuf Köse

Emperyalizme kapitalizmin ekonomik olarak gelişmiş bir anlamı dışında çok özel anlamlar yüklemek, çok olağanüstü bir fenomen gibi ele almak, daha baştan onu nesnelliğinden koparmayı da beraberinde getirmektir.


Emperyalizm, kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu, kapitalist gelişme diyalektiğinin bir ürünü ve kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin bitimi ve tekelleşmenin başlamasıdır. Lenin’in üstüne basa basa belirttiği gibi, emperyalizm tekelci kapitalizmdir. Bu bağlamın dışında, emperyalizme çok özel anlamlar yüklemek, bir kaç şanslı(!) ülkenin dışında kimseye „nasip“ olmaz gibi, soruna, adeta mistik yaklaşmak, kapitalizmin temel ekonomik yasalarının diyalektik gelişimini yarıda kesmektir.


Bazı küçük burjuva anlayışlar, emperyalizme o kadar özel bir anlam yüklüyor ki, sanki kapitalist gelişmenin dışındaymış gibi sorunu ele alıyorlar. Ve hatta yeryüzünden değil, kapitalist ekonomik yapının gelişmiş halinin yüksek bir gelişim hali olarak değil, dünyaya uzaydan gelmiş gibi, kapitalizmin bir üst aşaması olan emperyalizmi tanımlamaya çalışıyorlar. Onu, ekonomik özünden kopuk ele alınca, ortaya, ayakları yere basmayan eklektik bir emperyalizm teorisi çıkıyor. Salt eklektizim değil (2. Enteryansyonal oportünizmin 1914‘de yaptığı), sosyal şovenizm gibi ağır siyasal sonuçları olan anlayışlara sapmayı ya da teslim olmayı da bağrında taşıyor. Böyle bir teori, Lenin’in emperyalizm teorisiyle bütün ilişkisini de koparıyor. Emperyalizmin ekonomik özünün reddedip, buna rağmen emperyalizm üzerine, pratikten kopuk „teori“ üretmeye çalışmak, kulakları tırmalayan boş sözlerin ötesine geçmiyor. Sorunları ve şeyleri çözümleme yöntemi diyalektik materyalist olmayınca, idealizm ve metafiziğin etkinlik alanından teori üretimlemye çalışılır.


Her siyasal gelişmenin bir ekonomik alt yapısı vardır. Yani, siyaset ekonomiden bağımsız olamaz. Onun siyasal uzantısıdır. Birbiri üzerinde etki eder ve nihayetinde belirleyici olanda ekonomik alt yapıdır. Emperyalizm, salt bir siyasal eğilm değil, ekonomik bir sistemdir.


Kapitalizm kendi içinde evrimleşrek, serbest rekabetçi dönemin kapanması, tekelleşme döneminin esas hale gelmesidir. Emperyalizm, kapitalizmin ekonomik olarak gelişmesinin niteliksel bir ifadesidir. Lenin, emperyalizmin ekonomik özünü, emperyalizmi incelediği „emperyalizm“ kitabının daha giriş bölümünde ele alırken, sorunun kaynağı olan bu bölüm nedense görmezden geliniyor.


Ve nedense, bu bölüm, daha çok da Türkiye ele alınınca görünmezden geliniyor. Bu „görmemezlik“, daha doğrusu siyasi körlük, diğer yeni emperyalist ülkelerin -örneğin Hindistan- bazı devrimci ve komünis örgütlerinde de var. Yani, kendi ülkeleri olunca ince ulusalcılığın ideolojik damarları, gerçeklerin önüne geçiyor. Bu düşünce tarzı da onların, sorunlara, bilimsel bir analiz yöntemine yönelmelerine engel oluyor. Kafalarında önceden sabitledikleri formtlara nesnelliğin uymasını bekliyorlar. Ama, nesnelliğin kendini inceleyerek bir teori üretmiyorlar. Teoriyi nesnellikten değil, metafizik dünyalarından üretmeyi yeğliyorlar. Ve böylece teori ve pratiğin birliğini birbirinden koparıyorlar.

Sorunun ekonomik özünü göremeyenlerin gözünde emperyalizm sadece ve sadece ABD’dir. Emperyalizm, salt, „vurduğunu kıran, her yere askeri olarak müdahale edebilen bir güç“ olarak ele alınıyor. Ama bu anlayış temelden eksik ve yanlıştır. Kapitalizm öncesi toplumsal dönemlerde de dünyaya egemen olan bir çok imparatorluk vardı. Ya da kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde de dünyayı elinde tutan ya da egemen olan güçler vardı. Ama bu güçler emperyalist değildi. Kapitalizm öncesi özel mülkiyetli toplumlarda bunların örnekleri çoktur.


Emperyalizmin Ekonomik Özü


Marx, Kapital’i yazarken, kapitalizm, serbest rekabetçi kapitalizmin egemen olduğu bir süreçte tekelleşmeye doğru gidiyordu. Ama, o an tekelleşme egemen değildi ve Marx kapitalizmin bu eğilimini belirtti. 1980‘lerin sonunda Engels’de tekelleşme olgusu daha nettir. Çünkü tekelleşme etkin hale gelmeye başlıyordu. Tekelleşme bir olgu olmaktan çok, belirginleşmeye ve esas hale gelmeye başlamıştı. 1890‘ların sonu ve 1900‘ların başında ise tekelleşme esas hale gelerek, kapitalizm emperyalist (tekelcilik) aşamasına ulaştı.


Lenin’in aşağıdaki belirlemesi serbest rekabetçi kapitalizm ile tekelci kapitalizm (emperyalizm) arasındaki ekonomik ayrımın özlü açıklamasınıo bize verir.


Olgular, kapitalist ülkeler arasında, örneğin himayecilik veya serbest müdahale konusunda varolan fabrikaların, yalnızca tekellerin biçimiyle ve onların ortaya çıkışlarının zamanıyla ilgili önemsiz bir takım çeşitlilikleri belirlediğini göstermektedir...“


ve Lenin, devamında; oysa üretimdeki temerküzün bir sonucu olan tekellerin doğuşu, kapitalizmin evriminin içinde bulunduğumuz aşamasının genel ve temel bir yasasıdır.1 (açYk)


Lenin’in emperyalizm teorisinin üzerine oturttuğu temel ve emperyalizmin ekonomik özü, işte budur!


Lenin, burada, serbest rekabetçi dönemin kapitalizmi ile üretimin toplumsallaşmasının bir sonucu olan tekelleşme (emperyalizm) aşamalarını net olarak ortaya koymaktadır. Serbest rekabetçi kapitalizmle, tekelci kapitalizm arasında niteliksel bir fark vardır. Serbest rekabetçilik -Lenin’in de belirttiği gibi-, üretimin yoğunlaşmadığı kapitalizmin tekelleşme öncesi bir aşamasıdır. Üretimin yoğunlaştığı ve buna bağlı olarak tekelleşmenin ortaya çıkmasıyla birlikte, o aşama kapanmış ve tekelci aşama hakim hale gelmiştir. Yani emperyalizm! Bu gelişme bize, emperyalist dünya sistemini verir.


Tekelleşme, 1880‘lerden önce ortaya çıkamazdı, çünkü sanayi de yoğunlaşma yoktu. Üretim belli alanlarda ve belli ellerde yoğunlaşmamıştı. Sanayi ile banka sermayesinin birleşiminin ekonomik koşulları daha tam olgunlaşmamıştı. Sanayi olgunlaşmadığı (gelişmediği) için, banka sermayesi ticari sermaye olarak faaliyet südürüyordu.


Küçük burjuva düşünce tarzıyla hareket edenler, „Türkiye emperyalist“ deyince, söylem yerindeyse, „dik oturup dik kalkıyorlar“. Mübağlı bir şekilde söylersem: „nasıl olur Türkiye gibi ‚uşak’ bir ülke emperyalist olur!“ „ emperyalizm sadece başta ABD olmak üzere bir kaç batılı ülkeye nasip olmuştur.“ Onlara göre, emperyalizmin ekonomik sistemi olmadığı için, niyeti kötü emperyalistler diğer ülkelerin emperyalist olmasına asla ve haşa „izin vermezler!“ Aynen böyle düşünüyorlar. Çünkü yazdıkları ortada.2


Küçük burjuva düşünce tarzıyla hareket edenler tarafından kabul edilsin ya da edilmesin, emperyalist dünya sistemi diye objektif bir gerçeklik vardır. Kapitalizm tekelleşmiştir ve dünyaya tekelci burjuvazi egemendir. Devletler tekelci burjuvazinin egemenliği altındadır ve tekelci devlet kapitalizmi hakimdir. Tek tek ülkelerde, üretimin toplumsallaştığı ülke ekonomilerine çok az sayıda tekel egemendir. Geçmişin yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerin bir çoğu emperyalist ülke haline gelmiş ve emeryalistleşme devam etmektedir. Bütün ekonomik veriler, kapitalizmin toplusallaşması, ve özellikle de üretimin uluslararsılaşmasıyla yeni emperyalist ülkelerin doğduğuna tanık oluyoruz.


Kapitalizmin -der Lenin- en hızlı büyüdüğü yerler, sömürgeler ve denizaşırı ülkelerdir. Deniz aşırı ülkeler aarsında yeni emperyalist (örneğin Japonya) ortaya çıkmaktadır.“3


Bugün kapitalizm daha da gelişmiş ve üretim uluslararsılaşmıştır. Emperyalist sermaye, sermayesiin büyüteceği her yere dağılmaktadır. Bu salt spekülatif sermaye değil, aynı zamanda sanayi ve finans sermayesi de sermaye yatırımnı için çırpınmaktadır. Ayrıca, finans sermayesi sanayi sermayesi olmadan esasta büyüyemez ve spekülatif sermaye'de, artı-değere, dolaylı el koymanın ürünüdür. 1960'ların başında yaklaşık 11 trilyon dolar olan dünyanın GSYH'sı, 2024 yılında 117,3 trilyon ABD dolarını geçti.4 Bu kapitalizmin derinlemesine ve enlemesine gelişmesini bize verir.


Birkaç eski emperyalist ülke dışında emperyalist tanımayanlar, emperyalistler arası eşitsiz gelişmeyi, teorik olarak kabul etmelerine karşın, pratikte kabul etmiyorlar. Örneğin, Türkiye’nin sermaye ihracını doğru olarak aktarıyorlar, ancak, bunu daha büyük sermaye ihracı yapan ülkelerle karşılaştırıp, „çok az“ diyerek, Türkiye’nin bu „az“ sermaye ihracını emperyalizmin bir özelliği olarak kabule yanaşmıyorlar. Ama aynı argümanı tekrarlayanlar, „emperyalist eşitsiz gelişme yasalarını“da tekraralamaktan geri durmuyorlar. Ancak, bunu gerçekten idrak ettiklerinden değil, Proletaryanın büyük öğretmenleri sıkça tekraraladıklarından hareketle, bunlarda „onaylamışlar“ gibi yapıyorlar.


Hatta bazıları, Çin’i „sosyalist“ olarak değerlendiriyor. İnsan söylemeden edemiyor, dünyanın istisnasız en büyük uluslararası emperyalist -binlerce diyebileceğimiz5- kan emici, insan derisi soyucusu, soykırım destekcisi, savaş kışkırtıcısı, doğa katliamcısı ve finansörü tekeli, Çin’e büyük sermaye yatırımlarında bulunuyorlar. (Lenin, bu tür uluslararası tekeller için o zaman „öküzü iki defa soyarlar“ benzetmesini yapıyordu, bugün öküzün yanında daha fazla da insan derisi soyar duruma geldiler). Bunlardan bir kaçının ismini yazalım: Tesla, Amazon, Apple İnc, Mercedes, VW, BMW, BASF, Samsung, Foxconn, Toyota, GM, Siemens, Nestle, P&G, Intel, Microsoft, IBM, Coco-Cola, HP, PepsiCo, Honda, Unilever, LG Elecetronik, Dell, Adidas, Pfizer, Johnson & Johnson, ABB Group, Shell, ExxonMobil, Cagill, Danone vd. Bu tekeller, o kadar sosyalizm seviciler ki; Çin tekelci burjuva iktidarının zoruyla, her türlü sosyal haklardan mahrum bırakılan ve de söylem yerindeyse, üç yuana çalışmak zorunda bıraktırılan Çinli işçileri sömürerek kar etmeyi bırakıp, Çin’de sosyalizmi geliştirmek için harıl harıl üretim yapıyorlar(!) Nedense bu tekeller, kendi ülkelerinde sosyalizm, komünizm düşmanlığı yapıyorlar ve hatta işçilerin sendikalaşmasını ve asgari sosyal hak sahibi olmalarını „komünizm“ olarak nitelemekten ve faşizmi desteklemekten imtina etmiyorlar. Kapitalist tekellerin cenneti, işçilerin ve emekçilerin cehennemi bir (Çin) ülkeyi ya da ülkeleri „sosyalizm“ olarak adlandırmak -Lenin’den ödünç alarak söyliyeyim- tam bir „namussuzluktur.“6


Lenin, „Emperyalizmin Tarihteki Yeri başlıklı bölüme kadar emperyalizmin ekonomik özünü ne olduğunu açıklar.


Ve o, şöyle der:


Ekonomik özü itibariyle, emperyalizmin tekelci kapitalizm olduğunu gördük. Yalnızca bu, emperyalizmin tarihteki yerini belirlemek için yeterlidir, çünkü serbest rekabet zemininde tamı tamına serbest rekabetten doğan tekel, kapitalist düzenden daha yüksek bir sosyo-ekonomik düzene geçiştir.“7


Emperyalizm neymiş; ürtetimin toplusallaşmadığı, bu nedenle de daha şirketlerin tekelleşmediği serbest rekabetçi kapitalizm değil, tersine onun yüksek bir aşaması olan „daha yüksek bir sosyo-ekonomik“ yapıymış. Lenin’in 1916 yılında incelediği kapitalizmden emperyalizme geçiş süreci daha yeni sayılırdı. Daha kapitalizm bütün dünyaya yayılmamıştı. Ancak, son 100 yıl içinde kapitalizmin girmediği, derinlemesine gelişmediği (çok sayıda ülke hariç, ki bunlarda emperyalist sermayenin tahkümü altındadır) bir ülke kalmamıştır. Buna rağmen Lenin, materyalist diyalektik yöntemi kullanarak gelişmenin yönünü ortaya koymuştur.


Lenin, aynı yerde emperyalizmin özelliklerini 4 noktada özetler:

1- Üretimin çok yüksek düzeyde temerküzünden doğan tekelleşme

2- Üretim üzerinde tekellerin eğemenliği

3- Serbest rekabetçi dönemde mütevazi birer aracı iken, bankalar sanayi sermayesi ile birleşip finans sermayesi üzerinde tekel kurarak ekonomi üzerinde belirleyici hale gelmişlerdir. Yani, bankalar da tekelleşmiştir.

4- Sömürge ve hammadde kaynaklarını ele geçirmek için dünyanın paylaşımı ve yeniden paylaşımı için son derece çetin bir mücadele çağı açıldı8


Bugün Türkiye ve daha bir çok ülkedeki komünistler, emperyalizmin ekonomik özünü (ki bu tekelleşmedir) yok sayıyorlar. Sorunun niteliğine değil, niceliğine bakıyorlar. Emperyalist ülkeler arası eşitsiz gelişmenin mutlak olduğunu unutarak, hepsini birbiriyle kıyaslıyorlar. Daha çok da kendi ülkeleri ile eski büyük emperyalist ülkelerin ekonomik ve sermaye ihracı düzeyini kıyaslamasını yaparak, buradan sonuca varmaya çalışıyorlar. Bunlardan biri de, 12 Eylül sürecinde İstanbul (Metris) cevzaevi arkadaşım Devrimci Proletarya yazarı H. Selim Açan. Açan’a „Emperyalist Türkiye“ kitabımı da hediye etmiştim.


Eleştiri Mi Siyasi „Geviş Getirme“ Mi?


S. Açan, Devrimci Proletarya Dergisi’nin 9,10,11,12 sayılarında, „Türkiye Devriminin Karakteri Üzerine“9 başlıklı yazılarıyla, TKP-ML’nin 2. kongre kararlarını değerlendiriyor. Ben bu tartışmaya burada girmeyeceğim. Ayrıca belirtmeliyim, Türkiye’nin „kapitalist“ olduğu görüşüne, 1982‘den beri sahip olan birisiyim. Daha sonra’da 2013 yılında yayınlanan „Tarihin Önünde Yürümek“ adlı kitabımda Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını kısaca da olsa değerlendiriyorum. Bu bağlamda, benim için Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını tartışmak esasta kapanmıştır. Sadece şunu söyleyebilirim, Türkiye kapitalizmindeki tekelleşmeyi görmemek, kabul etmemek, nesnelliğin diyalektik gelişiminin inkarı ve doğmatik düşünce tarzının ürünü olarak Marksist-Lenininst bilimsel bir bakış açısından yoksundur. Doğmatik düşünce tarzı; nesnelliği diyalektik gelişiminin reddi olarak, önceden kafanın içinde çizilmiş teorik kalıplar ya da ilkelere uydurmaya çalışmanın düşünce yöntemidir.


Yeni emperyalist ülkeler üzerine 2017 yılından beri yazılar yazıyorum ve bu konuda kapsamlı bir çalışmamın sonucu olan 380 sayfalık „Emperyalist Türkiye“ kitabımda 2022 yılında yayınlandı. Bunun dışında, bu konuyla doğrudan ilgili makale ve araştırmalarım var. Bunların çoğu yayınlandı. Kendi bloğumda (https://yusuf-kose.blogspot.com/) en az yedi bölüm „Emperyalizm Üzerine Notlar“ başlığı ile ve daha çok da, Türkiye’yi ve Türkiye’nin emperyalist olup olmadığı ile ilgili Türkiye’li sol liberal, devrimci ve komünistlerin değerlendirmeleri üzerine kendi eleştirel değerlendirmelerim yer almıştır. Bunların yetmediğini biliyorum.


Son zamanlarda bir çok sol dergi ve gazetelerde Türkiye’nin askeri yayılmacılığı dışında sermaye yatırımı olarak yayılmacılığı da yer almaya başladı. Ve hatta bazı siyasetler „emperyalist olabileceğini“ kendi içinde tartışmaya başladı. Bunlar olumlu yönde gelişmelerdir. Var olan gerçek bir olgu, eninde sonunda kendini, bu olguyu irdeleyenlere ne olduğunu öğretecektir. Olguların diyalektiğine ve ikna edici gücüne inanıyorum. Özellikle emperyalist sistemi yıkıp sosyalizmi inşa etmek isteyenlerin bunun dışında kalmaları söz konusu olamaz.


Şimdi, kısaca da olsa, S. Açan’nın ne söylediğine bakalım:


Türk tekelci burjuvazisi de sermayenin bu tarihsel eğiliminin dışında kalmamıştır. Onu hâlâ emperyalist burjuvazinin basit uzantısı-acentası anlamına gelen ‘komprador’ nitelikte bir burjuvazi olarak gören zaman tünelinde donup kalmış tezleri yalanlarcasına özellikle 1980 sonrası öyle geniş bir yayılma göstermiştir ki, bu dogmatizmin tam zıddı yönde bu kez de “emperyalist Türkiye” tezlerinin üretilmesine kaynaklık etmiştir. (açYK) 10


Açan, doğrudan benim ismimi anmadan beni eleştiriyor. „komprador kapitalizme“ tepki olarak (o „zıttı“ diyor) benim „emperyalist“ dediğimi söylemeye çalışıyor. Ve benim, Türkiye’yi „yeni emperyalist bir ülke“ olarak tanımlamama, komprador kapitalizm savunuculuğunun „tepkisel sonucu olduğğunu“ ileri sürecek denli, bilimsel (!) „öngörüde“ bulunuyor. Yani önemli görmüyor. Geçerken elinin tersiyle iterek „yeni emperyalist ülkelerin oluşumu“ tezini „mahkum“ etmiş oluyor. Kapitalizmin eperyalizme evrilmesi özünde reddedilerek, emperyalizm, 100 yılı aşkın bir süredir aynı ülkelerin sınırları dışına çıkılmasına müsade etmiyor Açan. Oysa, Emperyalist Türkiye kitabımda, Alınteri Dergisi’nin Türkiye’nin emperyalist değerlendirilmesine kaşı çıkan anlayışlarının eleştirisi vardır.


Açan, bir kısmı „Emperyalist Türkiye“ kitabımda olan ve bir kısmı 2023 yılına ait istatistiki verileri aktarıyor. Türkiye’nin tekelleştiğini söylüyor. Yukarıdaki alıntıda da görüleceği gibi, „Türk tekelci burjuvazisi de sermayenin bu tarihsel eğiliminin dışında kalmamıştır. Onu hâlâ emperyalist burjuvazinin basit uzantısı-acentası anlamına gelen ‘komprador’ nitelikte bir burjuvazi…“ (açYK) diyerek, doğru bir belirleme de yapıyor. Ancak, emperyalist demeye dili varmıyor. Şimdilik direnmeye devam ediyor. Burada, kendisi de, „doğmatik“ diye eleştirdiği anlayışların dışında kalamıyor.


DEİK verilerinden hareketle ve toplamda 67,211 milyar ABD dolarlık sermaye ihracından ve en çok yatırımın ise AB ülkelerine olduğunu söylemisine karşın, „sermayenin -bu “tarihsel eğilimini“n gerçek adının emperyalizm olduğunu, küçük burjuva ulusalcı bakış açısı söylemesine izin vermiyor. Açan, sermayenin tarihsel diyalektiğini yarıda kesmeyi ve gerçekleri öznel düşüncesine kurban etmeyi tercih ediyor. Emperyalizmin bir ekonomik (aynı zamanda siyasi) bir sistem olduğunun görünmezliği var, bu anlayışta.


Açan, devam ediyor:

Uzun sözün kısası bu tablo, artık „kompardor“ olarak nitelenemeyecek ancak rakamların küçüklüğüne dikkat edilirse „emperyalist“ olduğu da iddia edilemeyecek/gücü o denli abartılamayacak bir burjuvazi gerçeğini çıkararır karşımıza.“(açYK)12


S. Açan, adı geçen yazısında, Türk burjuvazisinini, tekelci burjuva olduğunu, dışarıya (doğru rakamlar vererek) sermaye ihraç ettiğini, Koç Holding gibi onlarca büyük tekelin yurt dışındaki fabrikaları olduğu bilgisini vermesine karşın, bunu (Türkiye özgülünde), kapitalizmin bir üst aşaması olan „emperyalist bir özellik“ saymıyor. Ama, emperyalist olarak kabul ettiği ülkelerin tekellerinin bu tür yurt dışı yatırımlarını „emperyalist“ olarak kabul etmekte ise bir „çelişme“ görmüyor. Oysa, tekelleşme, kapitalist üretimin yoğunlaşmasının sonucudur. Ve tekellerin dış ülkelere sermaye ihracı aşamasına gelmesi, kapitalist ekonomideki bir nitel gelişmenin, yani, o ülkedeki kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaştığının göstergesidir.


Ve şunu kendisine sormuyor; Türk tekelleri 2000 yılından önce bu tür dış yatırımları var mıydı? Ben yanıt vereyim: bir kaç büyük inşaat tekeli dışında dişe dokunur yatırımı olan yoktu! İstatistiklere bakılabilir. Türk burjuvazisi, 1970‘lerin ortasından itibaren tekelleşmeye (ülkedeki kapitalizmin gelişmişlik derecesine bağlı olarak) başlamış ve 1980 askeri darbesiyle -uluslararsı emperyalist sermayenin açık desteğini alarak tekelleşmenin önündeki işçi sınıfı hareketini ve devrimci-komünistleri, „engel olmaktan“ çıkarıp-, 1990‘larda tekelleşme yoğunlaşmış ve ülkedeki özelleştirmelere bağlı olarak da 1990‘ların sonunda tekelleşme aşaması tamamlanmış ve esas olarak 2000‘li yılların başından itibaren dış sermaye yatırımları yoğunlaşmıştır. Ve bir tarih vermek gerekirse, Türkiye 2010 yıllından itibaren emperyalist bir ülke haline gelmiştir. Erdoğan rejmi, Türkiye kapitalizminin emperyalistleşmesinin ekonomik siyasal aynasıdır.


Türkiye’de kapitalist üretimin tekelleştiği ve egemen sınıfın tekelci burjuvazi olduğu kabul edilmesine karşın, peşinden bir, oportünizmin, sık sık tekrarladığı „ama“sı, diyalektik gelişmenin karşısına büyük bir engel olarak dikiliyor. Bu, dogmatik oportünist anlayışların yeniye karşı, toplumsal gelişmelerin (ve de nesnenin) içinde olan ileriye yönelik mutlak eğlimine karşı direnme halidir.


Emperyalizm özünden koparılırsa, S. Açan’ın yaptığı gibi, sorun, niteliğe değil, „güce“ indirgenir. Oysa, Açan’da bilir ki, günümüzde emperyalist aşamaya ulaşmamış bir sürü bağımlı kapitalist ülke vardır ve bunlar kapitalist olmasına karşın, kaptalizm gelişmişlikleri açısında aralarında farklar vardır. Yani, „eşit“ değildir. Ama kapitalist nitelikleri açısından aynıdır. Ayrıca, Türkiye’nin ekonomik büyüklük açısından dünyanın ilk büyük 20 ekonomisi içinde yer aldığı ve bunların hepisinin de emperyalist ülkeler olduğu unutulmamalıdır. Bu, ülke içindeki tekellci kapitalizmin gelişimiyle doğrudan bağlantılıdır.


S. Açan, Lenin aşağıdaki alıntısını elbette okumuştur ve belkide ezbere bilir. Ama, nedense mesele Türkiye olunca, Lenin’in dedikleri Türkiye tekelci burjuvazisine „uymuyor“ diyor.


Kapitalizmin -der Lenin- sonuncu aşamasının belirgin özelliği, en büyük müteşebbisler tarafından oluşturulmuş bulunan tekelci grupların egemenliğidir.13


Lenin’den daha fazla alıntı ile bu sayfaları doldurmayalım. Anlamak isteyenlere bu kadarının yeterli olduğu inancındayım.


Hindistanlı CPI/ML (Kızıl Yıldız)‘da aynı gerekçelerle Hindistan’ın emperyalist olduğu tezine (MLPD’ni bu konudaki görüşlerini eleştiri temelinde) karşı çıkış argümanları, S. Açan’ın argümanıyla aynı. Ancak, S. Açan’ın bugünkü görüşleri, 2019 yılında Alınteri Gazetesi’nde çıkan aşağıdaki görüşlerden bir adım daha ileri olduğunu söyleyebilirim. En azından 6 yıllık bir süreç içinde doğruya yaklaşmada bir ilerleme var. Bu teslim edilmeli.


Sözgelimi bir ülkenin kapitalist gelişmede yaşadığı niteliksel sıçrama, dünya çapında örgütlenerek belirli bir biçim ve içerik kazanmış, dünya ölçüsünde egemenlik kurmuş emperyalizmin bu niteliğinin koyduğu sınırlara toslar.“14


En azından S. Açan, burada „emperyalizmin … sınırlarına toslar“ demiyor. „Tekelleşme tamam,, diğer emperyalistlere göre „gücü“ çok az, yani, 67 milyarı aşkın sermaye ihracını „az“ buluyor. Bu da, emperyalizmi „güce“ indirmeye çalışmanın anti-Leninist teorisidir. Oysa, aynı Lenin, İsviçre’yi ve Japonya’yı yeni emperyalist ülkeler olarak değerlendiriyordu. Günümüzde ise, İskandinav ve Lüxemburg gibi küçük emperyalist ülkelerin emperyalist sistem içinde oynadığı rolle, Türkiye’nin, emperyalist sistem içinde oynadığı ekonomik, siyasi ve askeri rol kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Tekelci burjuvazisinin siyasal temsilcisi Türkiye Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın bir ay önce Çin’in başkenti Pekin’de Şİ Jinping ve Putin ile boy gösterirken,15 bir ay sonra ABD’nin başkenti Vaşington’da Trump ile resim vermesi, Türkiye’nin izlediği emperyalist siyasetin kendi çıkarlarını esas alan pragmatist doğal bir görüntüsü olduğu görülmelidir. Türk tekelci burjuva devleti, bir tarafın „uşağı“ olarak değil, gücü oranında, iki büyük emperyalist kamp arasındaki çelişkileri kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanma taktiği izliyor. Özellikle son 15 yıldır, dış politikada bu taktiğin ağır bastığı görülebilir. Daha önce bir başka makalemde bu konuyu ele almıştım: İki Emperyalist Kamp Arasında Şansını Arayan Tekelci Türk Devleti 16


Burada yeniden Türkiye’deki tekelleşmeyi, Türkiye ekonomisine çok az sayıda tekellerin egmen olduğu verilerine girmeyeceğim. Bunlar „Emperyalist Türkiye“ kitabımda var. Parekende gıda dalında 4-5 tekelin, beyaz eşya dalında yine en fazla 5 tekelin, Türkiye’de üretilen demir çeliğin yarısını iki büyük (Oyak ve Tosyalı) uluslararası Türk tekeli üretir ve çöp toplamanın bile tekelleştiği ve bu alanda yabancı emperyalist tekeller ile yerli tekellerin kıran kıran kapıştığı bir ülkeden söz ediyoruz. Üretimin ve buna bağlı olarak tüketim malları üzerindeki tekelleşmenin yoğunlaştığı, finans sermayesine bir elin parmağını geçmeyen (Ziraat, Halkbank, Vakıfbank, İşbankası, Akbank, Yapı Kredi ve Garanti Bankası) bankaların egemen olduğu bir ülkeden söz ediyoruz. Bunun adı emperyalizmdir. Ve emperyalistler, sermayelerine göre (sermayenin gücü oranında) dünyayı paylaşırlar. Lenin zamanın’da da bu böyleydi, bugünde.


Lenin zamanında 4-5 (herkesin bildiği ve emperyalist olduğunu kabul ettiği ülkeler) emperyalist ülke varken, bugün 50 üzerinde emperyalist ülke vardır.


Bitirirken, Lenin „çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır“ betimlemesini, laf olsun diye değil, gerçeğin bu olduğundan, varolan sistemin diyalektik gelişiminin ve sisteme egemen olanın ve bundan hiç bir ülke ekonomik yapısının kaçamayacağını ve dışında kalamayacağını görüğdü içindir. Yoksa, „çağımız kapitalizm ve proleter devrimler çağı“ da diyebilirdi. Ya da Marx, Kapitali yazdığı dönemde, o günün dünyasına bakarak „çağımız feodalizm ve kapitalizm çağı diyebilirdi,“ Ama o, kapitalist sistemin tarihsel diyalektiği gelişimini görerek soruna yaklaştı. Marx’ı „MARKSİZM“ yapan da bu diyalektik materyalist yaklaşımdır.


Olguların gersinde kalmış kalıplaşmış düşünce tarzları ile teori üretmek, olguların doğru bir çözümlemesini vermez. Burada „kuşun taşa çarpaması“ da pek gerçekleşmez. Olguların gerçekliği her zaman galip gelir ve o, kalıplaşmış düşünce yöntemleriyle zincire vurulamaz. Bu bağlamda, işçi sınıfının kurtuluşunu belirleyen toplumsal olgular üzerinde (Engels’ten borç alarak söyliyeyim) siyasi “geviş“ getirmenin, sınıfı oyalamanın dışında başka bir anlamı da olmuyor. 10.12.2025

1Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin Sonuncu Aşaması, sf. 41-42, Sosyalist Yayınlar: 18

2Bkz. Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, „Yeni emperyalist ülkelerin oluşumu gerçekliğinin eleştirileri“ başlıklı bölümü, sf.309-322

3Lenin, age, sf. 120-121

4https://tr.tradingeconomics.com/world/gdp

52023 yılı itibariyle Çin’de faaliyet gösteren, sermaye yatırımları olan, toplam 1,150.000 (bir milyon yüzellibin) yabancı tekel var. (Türkiye’de çok „yabancı tekel var diyenlerin bilgisine. Türkiye’de 2024 yıl sonu verilerine göre yaklaşık 83.600 yabancı şirket var. Kaynak: aa, 07.12.2024. Buna karşın, Romanya’da 18 bin kayıtlı, ama beş bin aktif faaliyet gösteren Türk şirketi olduğu bilgisi veriliyor. Kaynak: aa. 25.04.2024). ABD’deki yabancı tekellerin tam sayısı yok, ama, Çin’dekinden az değil. Çünkü, 2022 yılı itibariyle en az yüzde elli hissesi yabancı tekellerde olan işletmelerde çalışanların sayısı tam 8,5 milyondur. ABD, %50 hissesi ve üzeri yabancılara ait olanları „yabancı şirket“, %50‘nin altında yabancı hissesi olanları „yerli şirket“ olarak değerlendiriyor. Kaynak: www.registrationchina.com/articles/how-many-foreign-companies-in-china/

6Bkz. Çinli işçilerin çalışma koşulları: Yusuf Köse, Dijitalleşme, İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi ve Düzenleyicisi Olacağı Tarih, 2023 Nisan Yayıncılık.

7Lenin, Emperyalizm. sf. 147 (açYK)

8Lenin, age, sf. 148

9H. S. Açan, Devrimci Proletarya, „Türkiye Devriminin Karakteri I-II-III-IV“

www.devrimciproletarya.org/turkiye-devrimin-karakteri-üzerine-IV/


11Bu rakamın içinde, Türk tekellerinin 2. ülkelerden 3. ülkelere yaptıkları sermaye ihracı yer almıyor. Bu konuda bkz. Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, sf.

12Açan, agM

13Lenin, Emperyalizm, sf. 105, Sosyalist Yayınlar

15Erdoğan, Şangay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) 25. Devlet Başkanları Konseyi Zirvesi’ne katıldı. 31.08.2025 AA ve aynı Erdoğan bir ay sonra Beyaz Saray’da Trump ile görüştü. 25.09.2025 AA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder