CIA’nın Anti-Komünist “Özgür Düşünceli” Entellektüelleri
Yusuf KÖSE
Giriş:
Emperyalist merkezler, dünyayı yeniden paylaşmak için hummalı bir savaş hazırlığı içindeler ve buna göre de rakiplerine kutuplaşmalar giderek sertleşmektedir. Silahlanma son hızla yapılırken, faşistleşme ve iç faşistleşme de, hemen hemen bütün ülkelerde gelişmekte, işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki baskılar günden güne artmaktadır. Kazanılmış demokratik hak ve özgürlükler, burjuvazi tarafından gasp edilmektedir.
Ekonomik krizler ve peşinden Koronavirüs salgını nedeniyle, işsizler ordusu daha da büyürken, kitlelerin yoksullaşması katlanarak artmaktadır. Kapitalizm kendi çaresizliği içinde, sermayeyi kurtarmak için ekonomik ve pandemi krizinin yarattığı ağır yükleri işçi ve emekçilerin üzerine yıkmaktadır. Korona salgınına karşı korunmak için “önlemler” adını verdikleri önlemler; baskıları daha artırmak, sömürüyü ağırlaştırmak, sosyal hakları budamak, sermayenin birikimini ve merkezileşmesini hızlandırmak olarak ortaya çıkmaktır. Bütün burjuva devletleri, işçi ve emekçilerin sağlığını korumak değil, sermayenin çıkarlarını korumayı “pandemi önlemleri” olarak kitlelere sunmaktadır. Çalışanlar ve yoksul kitller pandemi karşısında kormasız bırkaldığı gibi, pandemi işçi ve emekçi hastalığı haline getirildi. Pandemiye karşı aşı ise, bir avuç tekelin elinde, milyonların ölümü ve hastalanması karşılığında sermaye birikimine dönüştü. Kapitalizm her konuda işçi ve emekçi düşmanı olduğu gibi bu konuda da düşman yüzünü, net bir şekilde ortaya çıkardı.
Kapitalizmin artık sürdürülemez oluşu, doğa ve onun üzerinde yaşayan tüm canlıların düşmanı olduğu bilinmesine ve her geçen gün toplumsal ortamın daha da kötüye gitmesine karşın, burjuva liberalleri kapitalizmi savunmaya devam ediyorlar.
Aynı burjuva entellektüeller; emperyalist savaş kışkırtıcısı Biden’iın “demokrat”lığını övmekten, Volkswagen’in dizel skandalını, Wirecard gibi milyarlarca Avro’yu hortumlayan uluslararası emperyalist tekellerin koruyucusu Merkel’i, burjuvazinin “temiz” yüzü gibi göstermekten rahatsız olmadılar. Yine, Korona viriüs salgının en tepe noktaya vardığı bir süreçte, bilim insanlarının tam kapanma istemesine karşın, büyük sermaye tekellerinin “fabrikaları kapatmayın” direktifine uyan ve kapatma kararını geri çekerek Covid-19’un bir işçi hastalığı haline gelmesine neden olan da yine Merkel’dır. Türkiye’de bir çok burjuva liberal’in, faşist Erdoğan’ın uygulamalarına karşı Merkel’i “iyi” örnekler arasında gösterenler, Erdoğan’ı Avrupa’da koruyucusunun Alman tekelleri adına onun olduğunu görmezden gelmeyi yeğledikleri de bilinen bir gerçektir.
Bu yazının konusu esas olarak burjuva liberal aydınların, CIA’nın anti-komünist savaşına nasıl katkı sağladıklarıyla ilgilidir. Dün iyi eşelenmeden, bugünü net olarak analaşılamaz.
Burjuva Entellektüellerin Anti-Komünist Saldırıları
İşçi sınıfının asıl düşmanı burjuvazi olmasına karşın, burjuvazi işçi sınıfının karşısına ideolojik anlamda, burjuva liberal aydınları çıkarır. Çünkü burjuva sistemi dediğimiz kapitalizm, toplumsal bir sistemdir. Burjuvazi, bu toplum içinde önemli bir kesimi sürekli olarak yanında tutmaya özel bir önem verir. Burjuvazi, sadece sömürüyle yetinmez. Sömürü sisteminin sürmesi için, yani iktidarını koruması için, polisiye ve askeri baskının dışında en önemli olanı ideolojik hegomanyadır. Burjuvazi, topluma kendi ideolojik ve kültürel hegomanyasını kabul ettirmek ya da etkisi altına almak ister. Bunu başaramadan iktidarını salt fiziki baskıyla sürdüremez. Bu nedenle, burjuva ideolojisinin yayacak araçlara gereksinimi vardır. Burjuvazinin ideolojisini yayama araçları ise, küçük burjuva liberal entellektüellerdir. Küçük burjuva entellektüelleri etkilemek içinde “Casuslar Felsefe Okur”un, yakın tarihimizde, neden bir özdeyiş haline geldiği ise; Hitler faşizmin Avrupa’da yıkılışı ve Stalin önderliğindeki SSCB’nin güçlenmesiyle kendiliğinden anlaşılıyor.
Küçük burjuva entellektüellerin çoğunluğu “sol”a sempati duyarlar. Ancak, bunların “sol”culuğu, burjuvaziyi ürkütmez, tersine, ona destek olacak içeriktedir. Çünkü bunların “sol”culuğu, gerçek sosyalizmi ve işçi sınıfının dünya görüşünü eleştiren, onu yozlaştıran, içini boşaltan ve bulanıklaştıran niteliktedir. Bu entellektüeller, proletarya diktatörlüğüne, sosyalizme, komünizme karşıdırlar. Proletarya diktörlüğü sözünden öcü gibi kaçarlar. Bir avuç burjuvazinin diktatörlüğünü ise “demokratik” değerlendirirler. Burjuvazinin onlardan tek istediği de budur. Burjuvazi, radikal sağ entellektüelleri değil, “sol”cu gözüken küçük burjuva liberal entellektüelleri daha fazla el üstünde tutar. Çünkü bunlar, işçi sınıfından yana gibi gözükmesini becerdikleri gibi, işçi sınıfının dünya görüşünü en iyi bunlar bulanıklaştırıp, burjuva ideolojisinin işçi sınıfı ideolojisi olarak sunmakta da hamarattırlar. Hamaratlıkları ve yetenekleri ise, işçi sınıfının anlamadığı ve ona çok yabancı olan, içi boş, “entellektüel” bir dil kullanmalarından gelir. Bu dilde, özellikle küçük burjuva kesimi çok etkiler. “Yeni” ve “ileri” bir şeymiş gibi gelir onlara, sınıf karakterleri gereği...
Burjuvazi, işçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizm Leninizmi, “modası geçmiş” bir ütopya olduğunu ileri sürer. Yani, kapitalizmin toplumsal alternatifi olan sosyalizmi, “anti-demokratik”, “totaliter”, “baskıcı”, insanlığın ruhunu zehirleyen” bir ideoloji ve toplumsal yapı olarak göstermeye çalışır ve burjuva liberal entellektüellere de, bir tas daha fazla çorba vererek bunun teorisini yaptırır. Aynı, ikinci emperyalist dünya savaşında faşizmi yenen SSCB’e karşı açtıkları emperyalist karşı-devrimci kampanyada olduğu gibi. Özellikle CİA’nın o meşhur “entellektüelleri”,1 o kadar ileri gitmişlerdir ki; ceplerinde dolar destelerinin artmasıyla orantılı olarak, emperyalist sermaye adına cellatlık yapan faşist Hitler ile enternasyonal işçi sınıfının önderi Stalin’i özdeşleştirebilecek kadar alçalmayı asli bir görev edinmişlerdi ve dünyanın en demokrat ülkesini “totalirizm” ve “faşizm” ile eşitleme alçaklığına kadar işi götürebilecek kadar burjuvazinin tüm sınıf yetenekleri ile donanabilmişlerdi.
CIA (ABD Merkezi İstihbarat Servisi), bu burjuva liberal entellektüellere tek bir görev vermişti. “Stalin, mümkün mertebe gözden düşürülecek, kitle katlimacısı olarak gösterilecek ve hatta Hitler’den daha zalim olarak gösterilmesi en makul olanı, ve anti-komünist propaganda geliştirilecek ve komünistler veba hastalığı yayayanlar olarak lanse edilecek” ... CIA tarafından o dönemde bu entellektüellere verilen görevler bunlardı.
Neden mi? Stalin önderliğinde SSCB Hitler faşizmini yenmiş, emeryalist cepheyi parçalamış, dünya işçi sınıfına, ezilen halklara ve ezilen uluslara, işgal ve açık sömürge altında olan halklara ve uluslara, sosyalizm ve bağımsızlık yolunu göstermişti. Bütün dünyada işçi sınıfı ve ezlen halklar içinde sosyalizme olan sempati artmıştı. Emperyalist burjuvaziyi derin bir korku almıştı: Komünizm güçleniyor, kapitalist sistem ise adım adım yıkılıyor diye...
Özellikle 1949 yılında Mao Zedung önderliğinde Çin Komünist Partisi’nin Çin’de, sosyalizme giden yolda Demokratik Halk Devrimi’ni zafere ulaştırması ve böylece dünyanın üçte birinin sosyalizme dönmesi, emperyalist burjuvaziyi korkuttuğu gibi, anti-komünist saldırılarını da artırdı.
2. Emperyalist paylaşım savaşında, faşizme ve emperyalist savaşa karşı en etkin savaşan komünistlerdi. Avrupa’da komünist partilerin öncülüğünde faşizme karşı birleşik cephe kurulduğu gibi, Hitler Almanya’sının işgallerine karşı partizan savaşlarını da örgütleyen ve yürüten komünistlerdi. Ve Hitler Almanya’sının SSCB tarafından yenilgiye uğratılması, Doğu Avrupa ülkelerinin sosyalizm cephesinde yer alması, Batı Avrupa’da ise komünist partilerin güçlenmesi, İtaly ve Fransa gibi ülkelerde komünistlerin hükümetlerde yer alması, başta ABD ve İngiliz emperyalizmi olmak üzere bütün burjuvaları ürküttü.
ABD ve İngiliz emperyalist burjuvazisi, Hitler Almanya’sının 1940 Haziran’ında Sovyetler Birliği’ne saldırmasına destek oldular. Hatta onların beklentisi Faşist Almanya’nın SSCB’ni işgal ederek sosyalizmin yıkılmasıydı. Bekledikleri olmadı, tersi oldu. Faşist Hitler Almanyası yıkıldı. Uluslararası proletaryanın komünist önderi Stalin önderliğinde SSCB daha da güçlendiği gibi, sosyalizm cephesi Avrupa’da daha da genişledi. Kitlelerin sosyalizm olan sempatisi arttı.
İşte, “demokratik sol” (Türkiye’deki versiyonu olan “güleryüzlü sosyalizm”, ya da K. Okuyan T”K”P’sinin temel argümanı olan; “cumhuriyet bizim değerimiz” ve buna bağlı olarak, Ermeni soykırım’nın inkar eden “büyük felaket” gibi devleti rahatsız etmeyen argümanlar ) gibi gözüküp, özünde burjuva liberal görüşleri savunan CIA’dan maaş bordolu bu entellektüellerin bir görevi daha vardı, gelişen sosyalizm mücadelesinin önüne geçmek, işçi sınıfı içinde MLM düşüncelerin yayılmasını önlemek ve ABD emperyalizminin ideolojik hegomanyasını “Batı demokratik değerleri” adı altında yayılmasın hizmet etmekti. “Batı’nın demokratik değerleri” ise: ABD emperyalizminin askeri, ekonomik, kültürel hegemonyasının genişlemesi ve genel anlamda sermayenin işçi sınıfı ve emekçilere karşı olan çıkarlarıydı. Bugün de bu “değerler” aynıdır. Bizim ülkemizde de “Batı Avrupa ya da yeni haliyle AB değerleri”, emperyalist Batı sermayesinin kanlı çıkarlarından başka bir şey değildir. Burjuva liberal entellektüelleri “demokratik sol”, Türkiye’de ise “Türkiye özgü sosyalizm”, “güler yüzlü sosyalizm” vb. adlarla, burjuvazinin kitleleri aldatma ideolojik manipülasyon araçları olarak kullanılşmışlar ve kullanılmaya devam edilmektedir. Oysa, burjuvazinin kitleler karşısında adlarını büyüttüğü, ama, düşünce yapıları olarak işçi sınıfına ve emekçilere uzak bu entellektüeller, burjuvazinin karar mekanizmalarından uzak tutulmuşlardır. Onların görevi; ideolojik ve teorik manipülasyon ve işçi sınıfının dünya görüşünü bulanıklaştırmak ve burjuvazi lehine ideolojik ve politik ortamı hazırlamak.
Emperyalist Burjuvazinin Komünizmle Savaşı
Dünya halkalarının başına bela olan faşist saldırgan Alman emperyalizminin, yaklaşık 26 milyon Sovyet vatandaşının yitirilmesi (ve dünya toplamında 60 milyon insan kaybı) pahasına, SSCB tarafından yıkılması, uluslararası proletaryanın ve ezilen dünya halklarının Stalin’e olan semapatisi daha da arttı. Dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların sosyalizme ve Stalin’e sempatisinin artması nedeniyle emperyalist burjuvazi Stalin’i ve komünizmi hedef aldı.
ABD, Avrupa’yı anti-komünist temelde inşa etmek için ekonomik alanda Marshall Planı, askeri alanda NATO’yu kurarken, kültürel alanda ise, Paris merkezli Kültürel Özgürlük Kongresi –KÖK- (Congress of Cultural Fredoom) kurmuştur.
CİA’nın paravan örgütü KÖK’ün geniş bir alanda, sanat, edebiyat, kültür, müzik ve düşünsel etkinliklerin yanı sıra, yayınevi, çeşitli ülkelerde onlarca “prestijli dergi” yayınlayan ve büyük müzik festivalleri düzenleyerek kitleleri etkilemeyi amaçlayan, 35 ülkede ofisi olan büyük bir organizasyondu.2
Anti-komünist liberal entellektüeller NATO’nun kültür kanadını oluşturuyorlardı. Bu nedenle de çok “hümanist” ve “savaş karşıtı” idiler(!)
Emperyalist burjuvazi, askeri olarak yıkamadıkları SSCB’nin temsil ettiği sosyalizmi ve komünizmi, kültürel alanda yıkmak ve onun ideolojik politik olarak yayılmasını engellemek için anti-komünist bir kültürel cephe açtılar. Bunun örgütlenmesi görevini 1947 yılında kurulan ABD Merkzei İstihbarat Servisi (CIA) verdiler. Bir istihbarat servisine verilen ideolojik mücadele ise, ona yakışır şekilde olur elbet. Burjuvazinin komünizme karşı ideolojik mücadelesi de CIA usulü oldu. Parayı verdi ve düdüğü çaldırdı.3 Önce, para için düdük çalacakları bulması gerekiyordu. Bu da çok zor olmadı. CIA, ideolojik savaşçılarını, özellikle dönek solculardan, sosyal demokrat liberallerden topladı. Yani “solcu” gibi tanınları tercih etti. Aslında bunların hiç birinin komünizmle ilgisi yoktu. Başından beri burjuva liberal çizgide olan küçük burjuva düşünce sahibi entellektüellerdi. Sadece bir tanesi eski Alman Komünist Partisi’nin merkez komite üyeliğini yapmıştı, Arthur Köstler.4 CIA bunun peşini bırakmadı ve anti-komünist örgütlemenin asli elemanlarından ve KÖK’ün manifestosunu yazılı hale getiren biri oldu. Tabi, CIA’nın bu ideolojik savaşının içinde Troçkist elemanlarda olmazsa olmazlardandı.
Parayı Verdi Düdüğü Çaldı kitabının yazarı Frances Stonor Saunders, kitabın giriş bölümünde;
“Dünyanın bir pax Americanaya, yeni bir aydınlanma çağına ihtiyacı vardır ve bu çağ Amerikan çağı olacaktır. CIA nın oluşturduğu ve Henry Kissinger ın deyimiyle partizanlık ötesi bazı ilkeler adına bu ülkenin hizmetine kendilerini adamış olan aristokratlardan oluşan bu konsorsiyum Amerika nın Soğuk Savaş Dönemi silahıydı, kültür alanında çok etkili olmuş bir silahtı. Savaş sonrası Avrupa da, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeden bu gizli harekete adı bir şekilde karışmamış pek az yazar, şair, ressam, tarihçi, bilim adamı ya da eleştirmen vardı” belirlemesini yapıyor.
Yenilmiş ve savaşla harap olmuş bir Avrupa’yı, ekonomik, siyasi ve kültürel olarak tamamen egemenliği altına alarak, bir ABD dünyası yaratmak için ugun bir ortamdı. Ve yenilmiş Avrupa burjuvazisi SSCB ve Avrupa işçi sınıfı hareketi karşısında ABD emperyalizmine teslim olarak kendini toparlayabiliridi. Bu nedenle de anti-komünizm ve anti-SSCB en iyi karşı-devrimci savaş argümanıydı.
Emperyalist burjuvazinin dünya egemenliği için anti-komünist karşı-devrimci savaşı içinde yer alanların başında da kendilerini “demokratik sol” diye adlandıran liberal entellektüeller geliyordu. İşte o dönemin meşhur edebiyat, yazar, sanatçı, gazeteci, müzisyen, Frankfurt Okul’u entellektüellerinden bazıları:
ABD’den Daniel Bell, Mary McCarthy, Hannah Arendt, İsaiah Berlin, Sidney Hook, Irving Kristol, Dwight MacDonald, Melvin Lasky, Robert Lowell, ve daha bir çokları.
Avrupa’dan ise, Arthur Köstler, Ignazio Silone, Raymond Aron, Stephen Spender, “Stalnist” oldukları gerekçesiyle bir çok yazarı ve aydını ihbar ettiği için adı ispiyoncuya çıkmış George Orwel, Michael Josselson, Anthony Crosland, Heinrich Böll, Siegfried Lenz, Marcel Reich-Rainick, François Bondy, Andre Gide, Theodor Adorno, Max Horkheimer, Bertrnad Russell gibi yazar , “bilim” insanı ve felseficilerin yanı sıra müzisyenler, resamlar da bu koroya katılmış ve CIA’nın denetiminde “özgür yazarlığın” hazzını tadmışlardır. Neye karşı, SSCB’ne, Stalin’e, komünizme, Marksizme karşı. Ama bunca çabaları elbete ödülsüz kalmadı, hepisi de CIA’dan hak ettikleri dolarları aldılar. İsimleri ve yazıları, “demokratik değer savunucuları”, olarak CIA’nın desteklediği ve finansa ettiği gazete ve dergilerde yer buldu.
Daniel Bell, 1960’da “İdeolojilerin Sonunu”, F. Fukuyama ise 2000’lerin başında “Tarihin Sonu”nu yazmışlardı. CIA böyle buyurmuştu. Her ikisi de yayınlandığı yıllarda “bestseller” olmuştu. Birincisi işçi sınıfı hareketi içinde ciddi zaaflara yol açmıştı. Çünkü “sol”cu bilinen Bell, “İdeolojilerin Sonu” adı altında, anti-komünist propaganda ve burjuva ideolojisine mehtiyeler düzülüyordu. Yani, işçi sınıfının dünya görüşüne karşı savaşım esas alınmıştı. İkincisi ise burjuva liberal entellektüeller üzerinden küşük burjuva sol liberalleri etkilemeyi hedeflemişti. Kısmen geçci bir başarısı oldu. Ama kısa süre içinde bununda aynada görünürlüğü netleşince, neyin sonunu getirmek istediği ortaya çıktı. Ancak, ne ideolojilerin sonu, ne de tarihin sonu geldi. İkisinin de yazdıklarının içeriği piyasaya çıktıklarından kısa bir süre sonra, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün mücadelesi sonucu, tarihin çöplüğünde yerlerini aldılar.
Burada adı geçen ve ve CIA’nın kültür NATO’su olan ve KÖK anti-komünist örgütlenmesi içinde yer alan entellektüellerin bir çoğu eski “sol”cu5 ve kendilerinin “demokrat solcu” olarak adlandıran Stalin şahsında anti-komünist zavalılar birliği olarak adlandırmak daha doğru olur.
CIA, ABD’li ve Avrupalı bu anti-komünist entellektüelleri CIA ajanları Melvin Lasky ve Sidney Hook önderliğinde örgütledi. Bunlar arasıra “emperyalizm”, “ırkçılık” vb. şeylerden sözedbilir hatta ABD’deki ırkçılığı bile fazla deşelemeden eleştirebilirlerdi. Ama esas hedef anti-Stalinist ve anti-komünist kampanyayı en etkili bir şekilde sürdürmekti. Bunun için kendilerine ekstra maaş veriliyordu.
Bunlar hiç bir zaman ABD emperyalizminin saldırılarını, işgallerini karşı çıkmadıkları gibi Kore’deki katliamlarına tepki vermemişlerdir. Hatta 1953 yıllında İran’da Musaddık Hükümetinin devrilmesi, Guetamala’da Arbenz hükümetinin devrilmesi, ABD içinde siyahlara uygulanan ırkçılığa ve ayrımcılığa tepki vermedikleri gibi... Tepki vermek zorunda kalanlar ise, ABD burjuvazisinin incitmemek için adeta parmak ucunda yürür” gibi yapmışlardır. Daha sonra Küba’ya yapılan baskılar ve peşinden Vietnam işgalleri, bu entellektüellerin “hür dünyasında” yer bulamamıştır. Ta ki, CIA’nın paralı kalemşörleri oldukları ortaya çıkana kadar...
Batı'nın kültürel ve siyasi değerlerini savunmak, "Stalinist totalitarizme" saldırma’nın yanısıra, pek seyrek olarak ABD'de siyahlara yönelik ayrımcılığa geçerken dokunmaları ise, ne ve kim adına kalem oynattıkları açığa bütünüyle çıkmaması içindi. Bu nedenle, ırkçılığı ve emeryalizmi eleştiren bazı yazılara, ara sıra CIA destekli dergilerde yer verildi.6
Bu entellektüellerin çoğu yazdıkları işçi sınıfına pek bir şey anlatmaz. Ama küçük burjuvazinin bulanık düşünce yapısını daha da bulanıklaştırılar. Biz komünistler, bunların bir zamanalar CIA’nın paralı yazarları olduklarını daha sonra gelenlerin ise pek farklı olmadığını, burjuvazinin ekstra sağladığı desteklerle “burjuva demokrasi”sini en iyi şekilde yaşadıklarını ve bu nedenle burjuvaziye olan borçlarını, komünizme saldırarark ödediklerini biliriz.
Darbelerle, çeşitli el altı operasyonlarıyla hükümet deviren CIA, komünizme karşı teorik, ideolojik ve siyasi mücadeleninde önemini biliyor olmalı ki, adı geçen bu aydınları Kültürel Özgürlük Kongresi (Congress of Cultural Fredoom) adı altında toplayarak konferanslar verdirdi. Hepsini en lüks otellerde ağırladı. Konferanslardan konferanslara koşturdu. Ve o güne kadar görmedikleri bir para bolluğu içinde yaşadılar. CIA’nın görevli ajanlarıyla bol bol resim çektirdiler. Gazetelerde bunlar vardı. Bunların yazıları yayınlandı. O güne kadar görmedikleri itibarı gördüler. Her tarafta el üstünde tutldular. Bu “özgür” ve hiç kimsenin “müdahalesi” olmadan “özgürce” ve elbette CIA’nın direktifi doğrultusunda anti-komünizm üzerine güzelleme yapan entellektüeller, ülke ülke dolaştırılıp “büyük” büyük” konferansların baş konukları ve baş konuşmacıları oldular. CIA’nın çömertçe sağladığı finansmanla ne şaşalı günler yaşadı bu entellektüeller. Dolarların miktarı artıkça, anti-komünist çığlıklarını adeta kendilerini yırtarcasına her tarafa ulaştırmaya çalıştılar. Ta ki, 1960’da bu bolluğun arkasında CIA ve ABD tekellerinin sermayesi olduğu ortaya çıkana kadar.
Ama işçi sınıfı ve emekçilerin dışında oldu bunlar. Küçük burjuvaziyi ve küçük burjuva düşüncesinin etkisi altında olanları daha fazla etkilediler.
Hannah Arendt gibileri ise, faşizme “totalitarizm” dedi. Bunu demekle de kalmadı, SSCB’ni de “totaliter” olarak faşizmle eşitlme aşağılamasına gitti. Ve hatta o kadar ileri gitti ki, Hitler faşizmi tarafından yakılan 6 milyon Yahudi için faşizmin değil “kötülüğün kurbanı” oldu diyebildi. Çünkü H. Arendt’in tek görevi vardı, Marksizmi her fırsatta eleştirmek ve ona karşı alternatif “görüşler” ortaya çıkarmaktı. Frankfurt Okulu’nun has elemanlarından biri oldu.
Hannah Arendt, Mccarticilik (McCarthyismus) döneminde ABD üniversitelerde profösorlük yaparken, komünist ve demokrat avı başlamıştı. Ama hiç bir zaman ABD’nin bu faşist yüzünü eleştirmemiştir. Hatta totalitarizm ile ilgili yazdığı kitap 1951 yılında basılmış ve aynı yıl ABD vatandaşı olmuştur. “Emperyalizm”den söz etmesi ise, burjuva egemenlerine dokunmadan “parmak ucunda yürümenin” ve ML emperyalist teorisinin gerçek içeriğini boşaltarak, anlamsız bir hale getirmek içindi.
CIA’nın (tabi CIA’nın finansal destekçileri ise, Ford, Rockefeller ve diğer sermaye gruplarına ait vakıflardı)7 finansa ettiği bu liberal burjuvanların düşünceleri çok çok “özgür”dü, ama SSCB’de entellektüeller “demir perde baskısı altındaydı.” Bu entellektüellerin bütün yaşamlarını CIA finansa ederken aynen bu propagandayı yapıyorlardı.
James Petras’in yazdığı gibi, “Bu prestijli entellektüellerin hiç biri, sömürge Çinhindi ve Cezayir’deki toplu katliamlara ABD desteği, ABD’li entellektüellerin cadı avı veya Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyindeki paramiliter (Ku Klux Klan) linçleri konusunda herhangi bir şüphe veya soru sormaya cesaret edemedi.”8
Bu küçük burjuva liberallerinin onurlarını ve kalemlerini, emperyalist burjuva sermayesine kolayca sattıklarını gösterdiği gibi, eli kanlı bir istihbarat örgütününde kolayca oyuncağı durumuna gelediklerinin ibretlik halidir. Bu salt bir maddi çıkardan öte; küçük burjuva ideolojisinin, burjuvazinin ve burjuvazinin eli kanlı militarizminin oyuncağı haline kolayca gelebilmesinin yatkınlığını ve eğiliminin bir sonucudur.
CIA’nın Avrupa’da Anti-Komünist Cephesi
2. Emperyalist dünya savaşından sonra, SSCB’e karşı anti-komünist ve anti-Stalinist kampanya için ABD Avrupa’yı merkez seçti. Paris’e yerleşti ama, oradan bütün Batı Avrupa’yı ve diğer ülkeleri yönetmeye ve yönlendirmeye başladı. Bunun için önce Kültürel Özgürlük Kongresi’ni (Congress of Cultural Fredoom), yukarıda adı geçen entellektüeller aracılığıyla kurdu. Onursal başkanlığını ise Lord Bertrand Russel’e verdiler.
Russel böylesi bir” özgürlük Kongresi”nin onursal başkanlığını hak eden ırkçı ve soykırımcı birisiydi. Russel, 1951 yılında yayınladığı “ The Impact of Science on Society” (Bilimin Toplum Üzerindeki Etkileri)9 kitabında, dünya nüfusunun çoğalmasından şikayet ediyor ve bunların “etkili bir bakteriyolojik savaşla azaltılması”nı savunmasının yanısıra, Japonya’ya nükler bombanın atılmasını “olumlu” bulanlardan biri olması vardı. Çünkü nükler bombanın yapılmasında çalışmıştı. 1946 yılında yazdığı bir makalede, SSCB’ne karşı nükler bombanın kullanılmasını açıktan savunmuştu ve iki yıl içinde ABD’nin SSCB’ne nükler bombayla yerle bir ederek dünya imparatorluğunu kurmasını bekliyordu.10Aynı görüşü, CIA’nın has adamlarından Troçkist James Burnham’da paylaşıyordu.
KÖK’ün kuruluşu 26 Haziran 1950 yılında Berlin’de oldu. Berlin özel olarak seçilmişti. “Berlin’i ve dünyayı komünizm tehlikesinden kurtarmak ve özgürleştirmek amaçlı” olduğu içindi. Bu Kongre’ye 100’den fazla ülkeden “bilim” insanları, sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, müzisyenler katılmıştı .
Radyo’da ise spiker, yarı, 12 Eylül Cuntası Spikeri Ertürk Yöndem gibi, yarı futbol maçı anlatan spiker gibi gelişmeleri dinleyicilerine heycanla anlatıyor:
“Komünistlerin ve Stalin rejiminin Berlini zalimce abluka ve bloke etmesine karşı Kongre toplandı”11
Almanya ve dünyayı yıkıma uğratan Alman faşizmine karşı ise bu denli kinli konuşmadılar. Çünkü salonda, KÖK’ün örgütleyicileri arasında SS ve SA’da subaylık yapmış kimselerde vardı. Yani, Hitler ölmüştü, ama onun çalışma arkadaşları hala iş başındaydı. CIA’da bunu biliyordu ve CIA’nın derdi Hitler faşizmini yargılamak değil, burada yer alan subay ya da diğer görevlileri kendi çıkrları doğrultusunda SSCB’ne karşı kullanmaktı ve böylede yaptılar. Savaş sonrası çok azını ortaya çıkarıp, bir kaçını MOSSAD’a teslim edip, gerisi ise “normal” insanlar gibi görevlerine geri dönmüşler ve yine burjuvazinin en pis işlerinin başındaydılar. Almanya’daki gerçeklerden biri, Hitler faşizmi yenilince, Hitler’in emrinde olan milyonlarca görevli, faşist elbiselerini çıkarıp, yeni düzenin elbiselerini giydiler ve işledikleri suçlarda yanlarına kar kaldı.
Avrupa’da CIA’nın en büyük destekçisi ve çalışanı ise Herich Böll idi. Görevi ise Alexander Solschenzyn gibilerini Batı’ya getirmekti. Bunu yaptı da. Böll, Kongre’yi CIA’nın finansa ettiğini “bilmediğini söylesede”, CIA bunu reddediyor ve hepsinin bildiğini yazıyordu. Oysa, o zaman CIA’da görevli olan Tom Braden, 1960 başında, entellektüellerin CIA’dan maaş aldığı ortaya çıktığında, “bilmediklerini” söyleyen entellektüellere şu yanıtı veriyordu:
“Hepsi biliyordu ve maaşların nasıl ve kim tarafından ödendiğini bilmemeleri mükün değildi,”12
Elbette, ödemeler CIA usülü yapılıyordu. CIA’nın “o.k.”lediği kişilere otel odalarında, dergiler üzerinden ya da “antenli kağıt” üzerinden CIA’nın vakıfları (Ford, Rockefeller vd.) bu entellektüellere paralarını ulaştırmakta bir zorluk çekmiyordu, entellektüeller ise, paralarını alamayacakları kuşkusu ve korkusu yaşamıyorlardı.
Heinrich Böll’den biraz söz etmek gerekiyor. Tanınan ve sevilen biriydi. Bir demokrat yazar ve edebiyatçı olarak ilgi görüyordu. Komünistlere yakın gibi duruyordu. Ama, gizli görev içinde olduğunu CIA ve kendisi dışında kimse bilmiyordu. Bunun dışında Alman profesörleri, bir çok sanatçı ve yayın evi sahipleri CIA adına çalışıyor ve Der Mond (AY) isimli dergi çıkarılıyordu. Bunların çoğu 2006 yılında ZDF tarafından yapılan konuya ilişkin belgeselde kabul ettiler. Ama hala “fazla bilmiyorduk” yalanına başvurmaktan da geri kalmadılar.
CIA bir çok dergi yayınlıyordu. ABD’de, Partisan Review, Kenyon Review, New Leader ve daha başkaları. Almanya’da öne çıkan yayın ise Ay (Der Mond), İngiltere’de Encounter (Karşılaşma), Fransa’da ise meşhur sosyolog olarak öne çıkan Raymond Aron yönetimindeki Preuves (Kanıt).
27 Nisan 1966 tarihinde New York Times “Kültürel Özgürlük Kongresi”ni CIA’nın finansa ettiğini ve CIA’nın finase ettiği dergilerinde birer birer isimleri yayınlanınca, dergilerin çoğu kapandı ya da başkalarına satıldı. Olayın ortaya çıkması üzerine, CIA maaşlı entellektüellerin bazıları da kızgınlıklarını ABD’yi Vietnam savaşı üzerinden “sert” eleştirilere başladılar. Çünkü artık kitle hareketleri ve ABD’nin Vietnam işgaline karşı gösterileri de artmıştı. Buna rağmen, bazı entelektüellerin maaş almaya devam ettiklerini ZDF TV’ye konuşanlar açıklıyor. 13
İhbarcı ve muhbir George Orwel’de CIA’nın gözdelerinden biriydi ve romanlarında komünizmi kötülemeyi hedef haline getirmişti. Orwel’in komünizm düşmanı olması normal. İngiliz sömürgesi Birmanya’da işgal güçlerinin polis memuru olarak bir süre görev yapmıştı. Muhbirciliği buradan meslek haline getimişti. 1950 yılında erken bir zamanda ölünce CIA’nın en hızlı olduğu dönemlere ömrü uzanmadı. CIA, Orwel’in kitaplarını “anti-komünist manifesto” haline getirmeyi başardı. Bir çoğunun film yapılmasını sağladı. Çünkü kitapların içeriği anti-komünisti.
Yine, CIA’nın dergisi olan ve baş sorumlu Raymond Araon, Preuves (Kanıt) üzrinden Satre’yi, Simone de Beauvoir’i gibi gerçek demokrat aydınları aşağılamaya varan saldırılar yaptılar. Çünkü Satre CIA’nın anti-komünist ağı içine girmeyi reddetmişti. Aynı şekilde Thomas Mann, Charlie Chaplin, Albert Einstein, Pablo Neruda gibi meşhurlar, anti-komünist örgütlenme ağı içine girmeyi reddetikleri gibi, anti-komünist olamadıklarını da açıklıyorlardı ve ayrıca ABD emperyalizminin savaş kışkırtıcı siyasetini eleştiriyorlardı. CIA, Nobel Edebiyat ödülünün Neruda’ya verilmemesi için çok çalıştı. Bütün ilişki ağlarını devreye soktu. Bunda kısmen başarılı oldu. Ancak, Neruda’ya, 1971 yılında Nobel Edebiyat ödülü verildi.
Devam edecek: Casuslar Felsefe Okur: Frankfurt Okulu ve Fransız Teorisi
CIA’nın Anti-Komünist “Özgür Düşünceli” Entellektüelleri-2
“Casuslar’da Felsefe Okur”
Anti-komünist Frankfurt Okulu ve Fransız Teorisi
Yusuf KÖSE
Teorinin gücünü bilen burjuvazi, işçi sınıfının dünya görüşünü bulanıklaştırmak, çarpıtmak ve etkisiz hale getirmek için karşıt teoriler ileri sürer. İşçi sınıfından yana gibi görünen bir çok marksist kılıklı entellektüelleri sahneye sürerler. 1947’lerden itibaren başını Theodor Adorno ve Max Horkheimer’in çektiği Frankfurt Okulu ve başını Michel Foucault’ın çektiği Fransız Teorisi, burjuva liberal teori üretim merkezleri olarak anti-komünist faaliyet sürdürdüler. Gabriel Rockhill’in14 de söylediği gibi, anti-komünist teori üretimi, küresel teori üretim sanayisi gibi çalışır. Burjuvazi sadece ekonomiyi tekeline almaz, aynı zamanda tolumun kültürel yapısını da denetimi altına alır. Toplumsal bilincin yönlendirilmesi de burjuvazi için önemlidir. Bu bilinç, burjuvaziye hizmet edecek şekilde yönlendirilir ve bunu üretecek makineler (entellektüel liberaller gibi) yaratılır, yani, yetiştirilir.
Burjuvazinin hizmetinde olmayanlar, burjuvaziden yana kalem oynatmaları, beyinlerini burjuvaziden yana çalıştırmaları için her türlü yol ve yöntem denenir. Bu, kapitalist sanayi üretimine koşut olarak devam eder. Burjuvazi toplumsal bilinç üzerindeki denetimini kaybettiğinde iktidarını da kaybeder. Bu nedenle, 2. emperyalist paylaşım savaş sonrası (öncesi de var, elbette) yoğun bir şekilde SSCB’ni ve Stalin’i teşihir ve tecrit etmek için bütün imkanlarını kullandı. Anti-komünist propaganda ve faaliyetini en yüksek noktaya çıkardı. Özellikle Stalin’in teşhiri önemliydi. Çünkü Stalin’in uluslararası işçi sınıf üzerinde büyük bir otoritesi vardı. Özellikle bu sevgi ve etki 2. Paylaşım savaşında Hitler faşizmini yenerek dünyayı savaş belasından kurtaran Stalin ve sosyalizmin etkisi dünya halkları üzerinde arttı.
Burjuvazi, Stalin’i Hitler ile eşitlemeye çalışıyordu. Bunu kısmen başardı. CIA’nın bu etkisinin Stalin’in ölümünden hemen sonra Kruşçev’in 1956’da Stalin hakkındaki konuşmasında bulabiliriz. Sovyet bürokrat burjuvazisi, emeryalist burjuvazi ile sosyalizme karşı karşıdevrimci ellerin birleşmesidir. Ama önce, SSCB ve uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halklar üzerindeki Stalin “mit”i yıkılması gerekiyordu. Kruşçev’in 1956 yılında SBKP’nin 20. Kongre’sindeki Stalin hakkındaki konuşması ile, emperyalist burjuvazisinin propagandası örtüşür. Bir farkla, Kruşçev, esas kendisinin ML olduğu yalanını söylüyordu. SSCB’deki karşı-devrimci gelişmeler ve sosyalizmden kapitalizme geriye dönüş, içteki sorunlardan kaynaklanmasına karşın, dış etmenlerinde geriye dönüşümde hızlandırıcı ve kolaylaştırıcı önemli bir rolü olmuştur.
CIA’nın sadece bir kısım küçük burjuva entellektüelleri değil, bir çok sendikayı ve ilerici gibi görünene hareketleride finanase ettiği, ABD’de, özellikle de işçi hareketini boğmak için etkili sendika önderlerini satın aldığı biliniyor. Bu konuda bir çok araştırma ve belge var. Örneğin Ulusal İşçi Sendikası (National Union of Labor) gibi sendikalar CIA’nın yönlendirdiği ve faşizmle “flört eden” sendikalardı.15
ABD, kendine bağlı bir “özgür Avrupa” yaratmak için, bolşeviklerin etkisini, daha doğrusu kitleler üzerinde sosyalizmin etkisini kırmak istiyordu. Bunun bir de SSCB ülkelerine yayın yapan “Özgür Avrupa Radyosu” kurdular. Bunu da CIA finanse ediyordu. Kimler konuşmadı ki bu radyoda. Meşhur Avrupalı liberal entellektüellerle sık “özgürlük” üzerine roportaj yapılıyor ve Avrupa’nın ne kadar özgür olduğu anlatılırken, “komünizmin mezalimi altında inleyen” SSCB vatandaşlarına “özgürlüğün” ne kadar değerli olduğu ve Avrupa vatandaşlarının “ne kadar özgür” bilgileri anlatılıyordu. Avrupa’yı cehnneme çeviren emperyalistlerden ise hiç söz edilmiyordu.
CIA’nın ideolojik araçları haline gelen etellektüeller, halka bu yalanları anlatmaktan asla bıkmıyorlardı ...
Arada bir Nazizmin kötülüğünden söz edilse de, kızıl komünistler Avrupa için daha tehlikeliydi...
Faşizm, sermaye için, işçi sınıfı karşısında zorlandığı dönemlerde baş vurduğu vuracağı bir yönetim biçimiydi ve kendi iktidar biçimlerinden biriydi. Ama kızıl komünistler, sermaye düşmanıydı. Sosyalizm ve kapitalizm iki zıt kutuptu. Kızıl komünistler ise sosyalizmi kurmuşlardı ve bütün dünyaya sosyalizmin hakim olmasını istiyorlardı. Ve sosyalizm o süreçte yayılıyordu. Dünyanın üçte biri sosyalizmin etkisi altındaydı.
ABD emperyalist burjuvazisi SSCB halkını o kadar “seviyordu” ki, kızıl komünizmden SSCB halkını kurtarmak için 1951 yılında “SSCB Halkları İçin Amerikan Kurtuluş Komitesi” kurulmuştu. Devrimden kaçan Rus burjuvaları ve troçkistler bu “komite”nin asli unsurları arasında yer alıyorlardı.
CIA’nın kurduğu daha bir çok Sivil Toplum Kuruluşu (STK) vardı. Özgür Avrupa İçin Ulusal Komite” vb. gibi. Bunun yanında feminist kadınlara da el atmıştı CIA. Örneğin, ABD’de ikinci feminist dalganın liderlerinden (1960’lar) Gloria Steinem, CIA adına çalşıyordu. Feminist kadın hareketi içinde anti-komünist düşünceleri geliştirmek ve o dönemde SSCB’ne ideolojik olarak saldırmak temel görevleri arasındaydı.
G. Steinem, CIA’nın kurduğu “Bağımsız Araştırma Servisi”nin aktif bir üyesi olarak gençlerle birlikte uluslararası festivallere katılıp, onlara anti-komünist paropagandalar yapıp SSCB’nin etkisini kırmakla görevlendirilmişti. Yakın bir tarihte hayatını anlattığı bir kitapta, CIA’yı şöyle değerlendiriyor: “liberal, şidetsiz, onurlu ve imkanım olsa yine bu görevi yapardım” diyecek kadar anti-komünist CIA aktivistiydi. “Dünyanın bu en ünlü feministi”nin16, “liberal ve şiddetsiz” değerlendirmesine, CIA’nın bütün yönetici ve elemanları gülmüşlerdir elbette...
Burjuva liberal entellektüellerin sınıfsal karakterleri gereği anti-komünist olmalarında şaşılacak bir şey yok. Ancak, bunların bir çoğu kendilerini, “demokrat” ya da “demokratik sol” olarak adlandırmayı severler. Ve hatta bir çoğu kendilerini “Marksist” olarak bile adlandırırlar. Birinci bölümde gördüğümüz gibi, “demokratik sol” diye kendini tanıtanların ABD emperyalizmin paralı ideolojik savaş araçları oldukları ortaya çıkmıştı. Günümüzde bu işleyiş ve kullanım şekli bitmiş değil devam ediyor.
Burada şu gerçeği bir kere daha belirtmek gerekiyor: Bütün burjuva liberal ve de küçük burjuva “sol” görünümlü entellektüeller, Marx’ın ismini anmadan sosyaloji ya da feslsefi bir üretimde bulunamazlar. En karşıtları dahi Marx’ın ismini anmak ya da onu eleştirmekle karşı karşıya kalırlar. Çünkü, kapitalist dünyada iki dünya görüşü vardır: Biri burjuva dünya görüşü ve diğeri ise, Marx’la bütünleşmiş işçi sınıfının bilimsel sosyalizm görüşüdür. Bu nedenle, burjuva liberaller, tesmislcisi oldukları ya da daha fazla etkilendikleri burjuva dünya görüşüne sahip olmaları nedeniyle, mutlaka ama mutlaka Marx’a değinmeden geçemezler.
Frankfurt Okulu
Burada, Avrupa kamuoyunun düşünce dünyasında, özellikle de Avrupa komünizmi üzerinde etkisi olan ve bir çok komünist partisinin ideolojik yozlaşmasına neden olan Frankfurt Okul’undan (FO) ve Fransız Teorisi (French Thery)’nden (FT) kısacada olsa söz etmek gerekiyor.
Frankfurt Okulu’nun kurluş tarihini 1920’lere kadar uzatan olsada, esas olarak 1950 yılından itibaren, yani CIA’nın Kültürel Özgürlükler Köngeresi’nden (KÖK) sonra, -söylem yerindeyse- ete-kemiğe bürünmüştür. Kurucuları arasında Theodor Adorno ve Max Horkheimer vardır. Bunların ikisinin 1947 yılında ortaklaşa yazdığı “Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı bir kitap yayınlanmıştır. Örneğin, T. Adorno, ABD’de iken 1944-47 yılları arsında yazdığı ve bunları derlediği “Minima Moralia” (mnimum ahlak) adlı kitabında, Marx ve Hegel için, yazdıkları her şey “doğru değil” diye yazar.17
Ben burada Frankfurt okulunun ideolojik eleştirisine girmeyeceğim. Bu bu yazının kapsamı dışında. Ancak, bu iki entellektüel’inde CIA’nın projesi olan KÖK içinde yer aldıklarının bilinmesinde yarar var.
Nazi döneminde ABD’ye kaçan Theodor Adorno ve Max Horkheimer, “Alman ve Batı kültürünün Naziler’den arındırılması” gerekçesiyle, 1950 yılında CIA tarafından ABD’den Almanya’ya getirildi. Gerçek amaç ise; komünizme karşı ABD politikalarının uygulanmasının ve kitleler tarafından benimsenmesinin ideolojik zeminini hazırlamak ve SSCB’nin kitleler üzerindeki ideolojik, siyasi etkisini kırmak ve yok etmekti. İdeoloji, politika, teori, bilim, müzik, resam bunun için yapılmalıydı. FO’nun teorisyenleri de bu görev aşkıyla bunu yerine getirmek için çaba harcadılar. Karşılığı ise, “Almanya’nın ve Avrupa’nın “büyük filozofları” ünvanına kavuşmuş olmaları ve ayrıclıklı bir yaşam. Küçük burjuva entellektüellerin bu durumu, burjuvaziyle uzalşan ve onun hizmetine kolaylıkla girdiğini ve girebileceğini göstermektedir.
FO’nun en temel özelliği, sınıf mücadelesinin sonucunun ve Marksist Tarihsel Materyalizm anlayışının reddi olarak ortaya çıkıyor. Bütün FO okulu içinde görülen entellektüellerin çabası, Marks’ın ileri sürdüğü görüşleri eleştirmek ve “yanlışlığını” göstermek üzerine şekillenmiştir. Onlar için Marx “ütopiktir.”
FO entellektüellerinin çoğu, kapitalist toplum, kapitalist kültür, kapitalist kitle tüketimi eleştirilmesine karşın, bunun karşısına toplumsal bir alternatif koymaktan özenle kaçınıldığı gibi, Marx’ın sosyalizm ve komünist belirlemesi de sert bir şekilde eleştirilmiştir. Marx’ın diyalektiğinin sonunun Komünist toplumla sınırlı olduğu eleştirisi getirilmiştir. Hannah Arendt bunlardan biridir. Adete bir Marx eleştirmenliğini kendine görev bilmiştir. Bu yazara göre ise, baskıcı uygulamalar konusunda Bolşeviklerle Naziler arasında bir fark yoktur. Özünde ise niyeti Nazileri teşhir etmek değil, Bolşevikleri teşhir etmektir. Marx’ı eleştirir, ama Marx’ın görüşlerinin pratikte gerçekleşmesi durumunu ise “totalirizm” olarak damgalamaktan geri durmaz. Marx’ı bir “filozof” olarak ele almayı ve değerlendirmeyi çok sever bu entellektüeller, ancak, onun görüşlerinin hayat bulması, Bolşevikler önderliğinde Rusya’da olduğu gibi, tehlikelidir ve “totalirizm”dir. Faşist Mccarthizm döneminin anti-komünist rüzgarına kendisini o kadar kaptırmıştır ki, 1950’lerden itibaren yazdığı yazılar, Stalin şahsında SSCB’deki sosyalizme yönelmiştir.
Frankfurt Okulu’nun diğer bir ismi olan “Eleştirel Teori”, esasta da Marksizmin eleştirisine yöneliktir. Kapitalizm de eleştirilmesine karşılık, kapitalizme karşı alternatif getirmesiği gibi, Markszimin kapitalizme getirdiği ve toplumsal bir çözüm olarak ortaya koyduğu görüşlerin eleştirisi olarak ortaya çımıştır. İlk çıkışı’da Bolşeviklerin Rusya’da iktidarı alaması üzerine, liberal aydınların, işçi sınıfı iktidarından korkması ve kaçışının teorileştirilmesi olarakda ele alınabilir, Frankfurt Okulu.
Almanya’da 1. Dünya emperyalist savaşının sonunda gelişen işçi hareketi karşısında sosyal demokratların devrimin karşısında yer alması ve işçi ayaklanması karşısında birinci derecede karşı-devrimci rol oynaması, burjuva liberal entellektüelleri de sosyalizme karşı alternatif “teorilere” yöneltti. Tek taraflı olarak marksizm eleştirmesi yetmiyordu, işçi harektini bölmek için kapitalizmde parmak ucunda yürür gibi eleştirilmesi gerekiyordu. Frankfurt Okulu’nun “Eleştiriel Teorisi”nin sınıfsal özü budur.
FO’nun has entellektüellerinden Max Horkheimer, 1970 yılında Der Spigele verdiği röpartajda, şöyle der:
“ Stalin önderliğindeki sosyalizm, Hitler faşizmiyle aynıdır”18
İşte, Frankfurt Okulu ve onun “Eleştirel Teori”sinin gerçek içeriği. CIA bu tür “okul”ları desteklemeyecek de kimi destekleyecekti?
2. Emperyalist savaş sonrası ise, bir taraftan Nazizim eleştirilirken, eleştirinin esası ve sivri ucu Marksizme, genel anlamıyla da komünizme ve o dönemde sosyalist toplumun temsilcisi olarak var olan SSCB’ne yöneldi. Özellikle, ABD emperyalizmin CIA vasıtasıyla örgütlediği Kültürel Özgürlükler Kongresi ve onun Almanya’daki yayın organı olan Ay dergisi vasıtasıyla, Stalin şahsında SSCB’ne , komünizme ve işçi sınıfının yarattığı tüm devrimci değerelere karşı top yekün ideolojik, teorik ve siyasal bir karşı-devrimci saldırıya dönüşmüştür. Eleştriel Teori’nin yönü, esas olarak bu süreçte bu yana kaymıştır.
Yaşamı esas olarak ABD’de gemesine karşın, Frankfurt Okulu ekibinden olan Herbert Marcuse’de, teorik araştırmalarını ABD’nin gizli servislerinin kullanması için yapmıştır. Bu nedenle de, kapitalizm ve komünizm de “totaliter” benzelikler keşf ederek ABD’nin gizli servislerinin önde gelen teroisyeni olmakla “sosyalist” olmak arasında bir çelişme görmemiştir.
Kısacası, Frankfurt Okulu özgülünde “eleştirel teori”nin özü, marksizm-leninizmi çarpıtmak, içeriğini boşaltmak ve kapitalist sistem için yarasız hale getirmek olarak da adlandırılabilir. Frankfurt Okulu ve onun anti-komünist niteliği, Stefan Engel’in yeni çıkan, “Die Krise der Bürgerlicehen İdeologie und Des Antikommunismus” (Burjuva İdeolojisinin Krizi ve Anti-Komünizm) adlı eserinde daha geniş olarak ele alınmaktadır.
Fransız Teorisi ve “Casular’da Felsefe Okur”
Jason Epstein, The New York Review’de 1967 Nisan’ında yayınladığı “The CIA and Intellectuals” adlı makalesinde şöyle bir belirlemede bulunuyor:
“CIA’nın entellektüellerle olan ilşkisi konusunda son tartışmalarda, şu noktaya değinilmemeiş gibi görünüyor: mesele, bireysel yazarları ve akademisyenleri satın alma ve altüst etme meslesi değil, keyfi ve gerçek dışı bir değerler sistemi kurma meselesiydi.”19
CIA’nın anti-kommunist çalışmaları, Fransız aydınları arasında pek etkili olmamıştı. 2. Paylaşım savaşında faşist Almanya’nın işgalinin yaşamış ve buna karşı mücadele etmiş ülke aydınları arasında, Almanya ve diğer bir çok ülkede olduğu gibi, ilk başlarda anti-komünizm fazla etkili olmadı. İşçi sınıfı ve emekçiler üzerinde SSCB’nin olumlu etkisi nedeniyle de Fransız entellektüelleri sola daha fazla meyilliydi. Örneğin, 2. Paylaşım savaşından sonra Paris Metro duraklarından birinin ismi 1945 yılında Stalingrad olarak değiştirildi ve hala aynı ismle durmaktadır. Aynı şekilde, Stalingrad (Place de la Bataille-de-Stalingrad) meydanı da vardır.
Fransız işçi sınıfı ve emekçileri Stalingrad’da faşizmin yenilgisinin, Paris başta olmak üzere bütün Fransa’nın kurtuluşu olduğu bilincindedir. Faşist Alman emperyalizmi Stalingrad’da yenilmeseydi, Normandiya çıkartması yapılmayacaktı. ABD ve İngiliz emperyalizmi, SSCB’nin düşmesini bekliyordu. Tersi oldu. Alman emperyalizmi düştü. Kızıl Ordu Berlin’e girince, Hitler ve Göbbels’e intihardan başka seçenek kalmamıştı.
Raymond Aron gibi CIA kullanımlı anti-komünist entellektüellerin yanı sıra, fazlasıyla Fransız aydınları ve entellektüelleri Annie Kriegel gibi düşünüyordu:
“Amerikalıların bizi özgürleştirdiği doğru, ancak savaştaki dönüm noktası Stalingrad’dı. Bize umut veren Kızıl Ordu’ydu.”20
Raymond Aron, Fransız entellektüellerinin Stalin ve SSCB sevgisinin nereden geldiğini biliyordu, ama kabullenemiyordu. Bunun içinde “Aydınların Afyonu” (1955) adlı CIA ısmarlamalı bir kitap yazarak, Stalin’i ve anti-komünist olmayan aydınları eleştirdi. R. Armond’un Fransız entellektüelleri üzerinde anti-komünist etkisi 1960’ların sonlarından itibaren gösterecekti.
CIA, KÖK’ün merkezinin Paris’e kurmasının nedeni de bu. Fransız entellektüellerini etkilemek ve onların anti-faşist ve SSCB yakınlığını kırabilmek. Komünist olmamasına karşın Sartre, CIA’nın anti-komünist programına katılmadığı gibi, entellektüel kılıklı bir çok CIA ajanını da deşifrede etmiş ve ABD’yi savaş kışkırtıcısı olarak değerlendirmiştir.
Bu konuyu araştıranlardan Gabriel Rockhill, “CIA Fransız Teorisi Okuyor” isimli bir araştırma yayınlıyor ve CIA’nın Fransız entellektüellerini nasıl etkilediğini ve kimi kime karşı kullandığını belgeleriyle ortaya koyuyor.
Simone de Boauvoir ile birlikte Fransız aydınlarının yüz akı olan Jean-Paul Sartre’ye karşı, Michel Foucault öne çıkarılıyor. CIA Fransız entellektüellerinin yazılı üretimlerini yakından takip ediyor. Hepsini didik didik okuyor. Foucault’ın yazılarından onun sağ kaydığını saptıyor ve Sartre’ye karşı yeni bir “kullanışlı anti-komünist entellektüel beyin” olduğuna karar veriyor. G. Rockhill, Foucault için “sahte radikal” saptamasında bulunuyor.
Tabi, Fransız Teorisi’ndeki anti komünist saldırganlıklar salt Foucault ile sınırlı kalmıyor, anti-komünist teori Andre Glucksmann ve Bernard-Henri Levy, J. François Revel gibi entellektüeller tarafından devam ettiriliyor. Burjuva entellektüeller, işçi sınıfı ve emekçiler tarafından kabulöedilmeyi değil, burjuvazi tarafından kabul edilmeyi beklerler. Çünkü iktidarda onlar vardır ve ekonomi, devlet iktidarı, sanat, kültür onların egemenliği altındadır. Burjuva entellektüelelrin “baldırı çıplaklar” denen işçi sınıfı ve emekçilerle bir alışverişi olamaz. Onlar, sanatlarıyla ve diğer ürettikleriyle burjuvazinin yanında yerlerini alırlar. Kime karşı; işçi sınıfının bilimsel sosyalist dünya görüşüne karşı.
Fransa’da entellektüellerin “sol”dan uzaklaşması 1968 olaylarından sonraya rastlar. Çünkü iktidarda olan Sosyalist Parti ve onun kuyrukçusu Fransız Komünist Partisi (FKP), kitlelerin taleplerine cevap olmadıkları gibi, direniş ve işgal eylemlerinin karşısında yer alıyorlardı. FKP’de artık gerçek bir komünist partisi değil, Kruşçev modern reizyonizmiyle birlikte komünist niteliğinden uzaklaşarak sosyal demokrat bir parti haline dönüşmüştü.
ABD’nin 2. Emepryalist savaşı sonrası SSCB hedef alarak anti-komünist kampanyayı ve bunun ideolojisinin geliştirilmesi, salt o günlerle sınırlı değildir. Komünizm nefreti hep sürdürülmüştür. Bugün burjuva küçük burjuva yayınlarda öne çıkarılan Slavoj Zizek bunlardan biri ve ateşli bir modern anti-komünist olarak, bu kesimler tarafından elüstünde tuluyor.
Devam Edecek: Türkiye’de Anti-Komünizm faaliyetleri
CIA’nın Anti-Komünist “Özgür Düşünceli” Entellektüelleri-3
Türkiye’de Anti-Komünist Paropagandanın Tarihi:
“Bu Kış Komünizm Gelecek...”
Yusuf KÖSE
Türkiye’de anti-komünizmin tarihi, Osmanlı’nın son 50 yılını da içine alacak şekilde uzanır. Ancak, bilinçli komünizm düşmanlığı 1920’de Mustafa Suphi önderliğinde Bakü’de 1920 yılında kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kuruluşuyla başaladı dersek yanlış olmaz. Çünkü 1917 Rus Devrimi, bütün dünyada işçilere, köylülere, tüm ezilen ve sömürge uluslara kurtuluşun yolunu ve umudunu aşılarken, başta emperyalist burjuvazi olmak üzere tüm gericilere de korku salmıştır.
Rusya’da Çar’ın ve Rus burjuvazisinin yıkılarak gerçekleşen, Lenin önderliğindeki Sosyalist Sovyet Devrimi, bütün emperyalist ve ulusal burjuvaları derinden sarstığı gibi, aynı şekilde dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları, ezilen ulusları da derinden sarsarak; sömürü, baskı ve sömürgeciliğe karşı isyanların gelişmesine neden oldu. Sovyet Devrimi, birincilere korku salarken, ikincilere kurtuluş umudu verdi. Ve dünya 1917 yılında gerçekleşen Rus Devrimi’nden sonra bir daha eskisi gibi olmadı ve olamazdı. İşçi sınıfı, Paris Komünün’den sonra ilk defa kendi devletini kurmuştu.Toplumsal gelişmeler, Marx’ın ortaya koyduğu materyalist tarih anlayışını bir kere daha doğrulamıştı. Bu sınıflı toplumların kaçınılmaz bir sonucuydu.
Diğer toplumsal sistemlerde olduğu gibi, kapitalist toplumda kendi içinde taşıdığı çelişme sonucu yıkılmaya ve yerini soyalizme terk etmek zorundaydı. SSCB’nin kuruluşuyla proleter devrimlerin önü açılmıştı. Toplumların bu tarihsel ilerlemesini topla, silahla, baskılarla durdurmanın olasılığı yoktur.
Rusya’da kurulan SSCB’nin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği), Türkiye ile doğrudan sınır olması ve ve kurmayı düşledikleri “Kızıl Elma/Turan Yurdu”, bir çok Türki devletlerin SSCB içinde yer almasıyla, o zamanın egemen sınıfı olan Türk ticaret ve komrador burjuvazisinin, büyük toprak ağalarının ve gerici eşrafın, işçi sınıfının sosyalist devriminin gölgesini sürekli ve şiddetli bir şekilde üzerlerinde hissetmeleri doğaldı. Bu nedenle onlara göre, komünizm daha doğmadan boğulmalıydı.
Oysa, SSCB daha ilk günden itibaren dostluk elini kemalistlere uzatmış, burjuvazi önderliğindeki “Kurtuluş Savaşı”nı desteklemiş, Rus çarlığı döneminde işgal edilen bütün topraklardan çekilmişti. Örneğin, Brest-Litovsk Antlaşması ile 40 yıldır Rusya’nın işgali altında olan Kars, Ardahan ve Batum Osmanlı’lara bırkılmıştır. SSCB’nin kesinlikle bir başka ülkenin toprağını işgal etme ya da tehdit etme diye bir politikası olmadığı gibi, bu tür politikaların karşısında yer almış sosyalist bir ülkeydi.
SSCB’nin her türlü yardımına karşın, Türk egemen sınıfları Mustafa Suhpi ve yoldaşlarını katletikleri gibi, komünist ve ilerici hiç bir partinin kurulmasına izin vermemişlerdir. 1923-1925 yılı hariç. Komünizmi önlemek için, M. Kemal’in talimatıyla 18 Ekim 1920’de, “Türkiye Komünist Fıkrası” adı altında sahte bir parti kurmuşlardır. Yani, tam da M. Suhpi önderliğinde 10 Eylül 1920’den kurulan Türkiye Komünist Partisi’nden bir ay sonra, ve bu sahte TKF, 3. Enternasyonal’e üye olmak için baş vuruyor. Ancak, “sahte”liği her yönüyle anlaşıldığı için kabul edilmiyor.
Sahte TKF’nin kurucuları arasında, “bu kış kömünizm gelecek” çığlıklarıyla ölen Celal Bayar’ın yanı sıra, Yunus Nadi, Tevif Rüştü Aras, M. Esat Bozkurt, İstiklal Mahkemelerinin baş cellatları “üç Ali”lerden biri olan Kılıç Ali, Refik Koraltan ve diğerleri vardı. Bu sahte TKF’nin üyeleri arasında, Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, İsmet İnönü ve Kazım Karabekir gibi, İttihat ve Terakki saflarından gelen Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri olan, ve çoğu Ermeni soykırımında yer almış kurtuluş savaşının burjuva askeri önderleri yer alıyordu. Bütün burada adı geçenler katıksız birer anti-komünist ve sosyalizm düşmanlarıdır. Ama, çıkarları gereği ve SSCB’den destek alabilmek ve esas olarak da ülkede gerçek komünistlerin faaliyetlerini önleyebilmek için böyle bir sahtekarlığa başvurmuşlardır. Bu gerekçeye ek olarak, Batı emperyalist burjuvazisinin işgal ettiği bölgelerden çekilmeleri ve kendi hükümetlerini sağlamaktı.
Sovyet Devrimi kasırgasının ülkeye gelmesini önlemek için egemen sınıfların temsilcileri “komünist” sıfatını taşımakta bir sakınca görmemişlerdi. Ayrıca böyle davranmaları, komünizme karşı mücadele etmelerini de kolaylaştırıyordu.
Yani, kurtuluş savaşı, daha savaş içinde güçlü bir anti-komünist niteliğe sahip ve emperyalistler ile de ilişkilerini koparmak istemiyorlardı. Burjuvazinin önderliğinde yapılan bir savaşın, işçi ve köylülerden yana tavır alması bekelenemezdi. İbrahim Kaypakkaya’nında belirittiği gibi, kemalist devrimin karakteri, işçi ve köylü devriminin karşısında yer alan karşı-dervimci ulusal burjuva devrimdir. M. Suphi ve yoldaşlarının alçakça katliamı, bunun en açık delilerinden biridir.
M. Kemal, Sovyet Devrimi’ne başından beri karşı olmuş, onun etkisinin ülkeye sıçramasından hep korkmuş ve buna karşı önlemleri almışlardır. M. Suphi ve yoldaşlarının katliamını ise, bütün emperyalistlerin Sovyet Devrimi’ni yıkmak için Rusya’ya saldırdığı bir dönemde yapmışlardır. Her yönden sıkışmış Sovyet Devrimi’nin, bu katliam karşısında fazla bir şey yapamayacaklarını iyi hesaplamışlardır.
M. Kemal, komünizm ve Bolşevizm düşmanlığını defalarca dile getirmiştir. “Eski dostumuz Rus Sovyet Hükümeti” dediği SSCB’ile ilgili, 1932 yılında Amerikalı subay Douglas MacArthur’a şunları söylüyor:
“Avrupa sorunu İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki anlaşmazlık konuları olmaktan artık çıkmıştır. Bugün Avrupa’nın doğusunda bütün uygarlığı ve hatta bütün insanlığı tehdit eden yeni bir güç belirmiştir.(açYK) Bütün nesnel ve tinsel olanaklarını, bütünüyle dünya ihtilali amacı uğruna seferber eden bu korkunç güç, üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz bilinmeyen yepyeni siyasal yöntemler uygulamakta ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile mükemmel bir biçimde yararlanmasını bilmektedir. Avrupa’da meydana gelecek bir savaşın başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa ne de Almanya’dır. Yalnızca Bolşevizm’dir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu ülkede en çok savaşmış bir ulus olarak, biz Türkler orada yaşanan olayları yakından izliyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyuyan Doğu uluslarının zihniyetlerini mükemmel bir biçimde istismar eden, onların ulusal tutkularını okşayan ve kinleri kışkırtmasını bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca güç durumuna gelmişlerdir.”21
Bazı küçük burjuva oportünist ve revizyonist akımların, “radikal sol” ya da Metin Çuhaoğlu’nun yazarı olduğu “İleri haber”22 sitesinin ileri sürdüğü gibi “Türkiye’de anti-komünizm anti-Kemalizmdir” tekerlemesini yapanlar; M. Kemal’in SSCB için: “bütün uygarlığı ve hatta bütün insanlığı tehdit eden yeni bir güç belirmiştir” komünizm nefretine imza atıyorlar demektir.
Rusya için Türk egemen sınıfları SSCB’den hep korkmuşlardır. Bu nedenle de, her yıl TKP’ye karşı cadı avı başlatmışlardır. Yani, komünistlere soluk aldırmamışlardır. Sovyet Devrimi korkusu öyle bir sarmıştır ki, bu nedenle, komünizm düşmanlığı psikonevrotik bir hala dönüşen C. Bayar, son nefesine kadar “bu yıl komünizm gelecek” histerisiyle can vermiştir.
24 Temmuz 1923’ten itibaren Lozan antlaşmasının imzalanması ve arkasından 29 Ekim 1923 yılında TC’nin kuruluşunun ilanıyla birlikte, Türk egemen sınıfların SSCB’ne yaklaşımlarında da bir değişim olmuş ve daha çok İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle olan ilişkilerini geliştirmişlerdir. Lozan’da İngiliz ve Fransızlar’ın TC’den yana esnek durumaları ve anlaşmayı TC lehine imzalamalarının bir nedeni ve şartı da, SSCB’den “uzak durma” ve uzak tutma politikasının bir sonucu olmuştur.
Uluslararası emperyalist burjuvazi, emperyalizmin birer halkası olan kapitalist devletleri sosyalizme karşı korumak ve kendi egemenliği ya da etrafında tutma politikasını esas almışlardır. Bu nedenle de daha kurtuluş savaşı içinde emperyalistlerin sermaye yatırımlarına ve borçlanmaya ve Osmanlı’dan kalan borçları, yine İngiltere, ABD ve Fransa’dan alınan borç paralarla borç ödenmiştir. Osmanlı’dan kalan borçların ödenmesi 1954 yılında bitirilmiştir.
Şeyh Said Kürt İsyanı’nı bahane ederek 1925 yılında yürürlüğe sokulan “Takrir-i Sükun Kanunu” ile birlikte var olan tüm demokratik haklarda ortadan kaldırılarak faşist bir rejim inşaa edilmiştir. Bu dönemde çıkan sosyalist yayınlardan Aydınlık ve Orak Çekiç dergileri ve diğer sol dergiler kapatılmış ve sorumlular hakkında, “vatana ihanet kanunu” çerçevesinde dava açılmıştır. Aydınlık dergisi çevresinde yer alanlar, komünizm ve komünist örgüt propagandası yaptıkları gerekçesiyle İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanarak kürek cezalarına çarptırılmıştır. Bunların arasında Şevket Sürreye Aydemir, Nazım Hikmet, Hasan Ali Ediz’de yer alıyordu.
Anti-komünist bir Slogan: “Sınıfsız, İmtiyasız Bir Toplum”
Türk egemen sınıfları, sosyalizmin ve sosyalist propagandaların işçi ve emekçiler üzerindeki etksinin kırmak ya da daha yerleşmeden önlemek için, “Türk milleti sınıfsız imtiyassız toplum” propagandası yapmaya başladı. “Bir Türk Dünyaya Bedel”, “Bütün diller Türkçe’den doğmuştur”, “güneş dil teorisi” gibi ırkçı teorilerin yanında, toplumun “sınıfsız ve imtiyazsız” olduğu yalan propagandasının yapılması; sınıflı toplum, sınıfların varlığını ve devletin burjuvazinin devleti olduğu gerçeğinin üzerini örtmek ve kitlelerin sosyalizme kaymasının önlemek içindi.
M. Kemal, 1923 yılında düzenlenen İzmir İktisat Kongresi(İİK)’nde, bütün sınıfları birleştirierek, “sınıfsız, imtiyazsız toplumu şöyle açıklıyor:
“Bizim halkımızın menfaaleri birbirinden ayrılır sınıflar değil; bilakis mevcudiyetleri ve çalışmalarının bileşkesi birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu sınflar; çiftçiler, küçük sanat ernbabı, amele ve işçi, sanayici, tüccar ve memurlardır.”
Oysa, İİK’de bütün kararlar burjuvazinin ve toprak ağalarının lehine alınıyor. İşçiye direniş yapmadan, hiç bir sosyal hakkı olmadan, grev ve toplu sözleşme hakkı olmadan, sendikalaşma ve örgütlenme hakkı olmadan çalışmak “imtiyazsızlığı” düşmüştür. Az topraklı ve topraksız köylüye ise, toprak ağalarının elinde ezilmek, var olan topraklarını parça parça kaptırmak, mülksüzleşmek, topraksız köylüye ise “ırgat” olmak “imtiyazsızlığı” düşümüştür.
Sanayici, tüccar ve toprak ağalarına ise, bol devlet kredisi ile desteklemek, yasaları onların semirmesi lehinde hazırlamak, vergileri düşürmek ve devlet desteği ile sermaye sahibi yetiştirmek “imtiyazı” düşmüştür.
Nitekim kemalist devletin bu propagandası, baskılarla birlikte egemen oldu. Anti-komünist nefret toplum içinde, özellikle de aydınlar arasında derinleştirildi.
1925 ve 1927 yılları arasında komünist avına çıkıldı ve komünist olduklarından şüphelendiklerini yargıladılar ve hapis cezalarıyla cezalandırdılar. Bu süreçte Aydınlık, Orak Çekiç, Yoldaş, Tanin gibi, ilerici, sosyalist dergi ve gazetelerin yanı sıra, kurtuluş savaşını destekleyip cumhuriyeti eleştiren onlarca gazete ve dergi kapatılmıştır. Yani, burjuva demokrasi sınırları içinde yayın yapabilecek ve kemalistlere muhalif olabilcek, başta sosyalist yayınlar olmak üzere hepsi kapatılmıştır.
Siirt milletvekili Mahmut Bey, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde sık sık anti-komünizm yayınları yapmasının yanı sıra şöylesi incileri de vardı: “Türkiye’de sınıfsal sömürü yoktur ve bu nedenle toplumumuzda sosyalist düşüncelere de yer yoktur.”23
TC devletinin sesini yansıtan bu görüş, sadece bir görüş olarak kalmadı, 1924 ve esas olarak da 1925 yılından itibaren uygulanmaya başladı ve yıldan yıla işçi sınıfı ve onun ideolojisine karşı baskılar daha da sertleştirildi. Özellikle Hitler faşizmin 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle, Avrupa’da faşizm giderek yükseldi ve bu gelişme, Türkiye’deki faşist iktidarı, yeni faşist yasaların çıkarılmasında yol gösterici oldu. Örneğin 1936 yılında komünizmle mücadele için 141-142 maddeleri olduğu gibi İtlayan faşist anayasasından alınarak ceza kanunu olarak yasallaştırıldı.
Bütün Muhalifleri Temizleme Karşı-Devrimci Hareketi: İstiklal Mahkemeleri
Kemalist iktidar, 1925 yılında çıkarılan “Takrir-i Sükun Kanunu’yla –huzurun sağlanması kanunu-”, Şeyh Said Kürt isyanını bastırmak amaçlı çıkarılmasına karşın, ülkede devleti elinde bulunduran egemen sınıflara karşı muhalefet eden herkese karşı uygulandı. Yasanın esas amaçlarından biri Kürt isyanlarını ve olası ayaklanmaları bastırmak ve komünizmin gelşmesini engellemek içindi.
Takrir-i Sükun Kanunu uygulamaya sokulur sokulmaz yasal olarak kurulmuş olan CHP dışındaki bütün burjuva muhalefet partileride kapatılarak tek parti yönetimine geçildi. Yani, Mussolini İtalyası örnek olmaya devam ediyordu. O dönemde kurulmuş olan Terakkiperver Fıkra kapatılmıştır.
Şeyh Said Kürt isyanının kanlı bir şekilde bastırılmasının yanı sıra, bu dönemde ilerici ve sosyalist dergiler kapatılmış, komünistler tutklanmış ve yargılanmıştır. Bu dönemde kurulan İstiklal Mahkemeleri’nin 1925-1927 yılları arasında verdiği karar sonucu 1.630 kişi idam edilmiştir. Bu dönemde asılanların büyük bir çoğunlu Kürt İsyanı’na katıldıkları gerekçesi ile, bir kısmı asker kaçağı ve bir kısmı ise M. Kemal’e muhalefet ve “süikast” nedeniyle idam edilmiştir. İdamlar halka açık meydanlarda yapılmıştır.
İstiklal Mahkemeleri 1920-1923 ve 1925-1927 tarihleri aarsında faaliyet sürdürdü. Birinci ve ikinci dönem daha çok asker kaçaklarına karşı ceza verilirken, 3. Dönem (1925-1927), iktidarın önünde engel olan tüm muhalifleri temizleme ve elimine etme amacıyla çalışmıştır. Son İki yıllık istiklal mahkemeleri (İM) uygulamaları sonucu M. Kemal’e karşı çıkacak, devletin uygulamalarına direneck kimse kalmadığı için, Mart 1927 yılında özel yetkilerle kurulan İM’in faaliyeti durduruldu, 1929 yılında ise yasal olarak işlevine son verildi. Bu süreçte Kemalist burjuva diktatörlüğü, içte ve dışta kendini sağlama almıştı.
İstiklal Mahkemelerinde yargılananlar arsında, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rafet Bele gibi kurtuluş Savaşı komutanları da vardı. M. Kemal, izmir Süikast girişimini “allahın bir lütfu” belleyerek, bütün muhalif ya da muhalefet potansiyeli taşıyabilecekleri yargıladı, tasfiye etti ve çoğu milletvekili ve bazıları bakanlık yapmış18 kişiyi de astırdı.
O dönemde İM’lerinin uygulamalarıyla günümüz Erdoğan mahkemelerinin uygulamaları aynıdır. Bir farkla, şimdi yasal olarak idam olmadığı için, başka cezalar veriliyor. Ama, İM’nin astığı astık, kestiği kestik. Hiç bir yasa üç Ali’lerin karşısında duramıyor ve bu üç Ali, hiç bir yasayı kendi üzerinde saymıyordu. Eroğan rejminde de aynı değil mi? Yerel mahkemeler Anayasa mahkemesi ya da diğer bir üst mahkeme kararını tanımıyabiliyor. Bu bir faşist uygulamadır. Mussolini İtalya’sı ve Hitler Almanya’sındaki uygulamalarla yakın bir benzerlik vardır.
Bugün nasıl ki, Türkiye’deki uygulamalar Erdoğan’nın bilgisi ve onayı dahilinde ise, o dönemde de bütün uygulamalar M. Kemal ve İ. İnönü’nün bilgisi ve onayı dahilindeydi.
Gazeteci Zekeriye Sertel, o günlerde estirilen terörü şöyle anlatıyor:
“Memlekette bir terör havası esiyordu. Biz ne rejime düşmandık, ne de doğrudan doğruya günlük politikayla uğraşıyorduk. Onun için bu fırtınanın bize kadar geleceğini sanmıyorduk. İşimize devam ediyorduk.
“Fakat bir gün akşam üzeri eşimle birlikte beş yaşındaki yavrumuzu alarak Gülhane Parkı’na gittmiştik. Bir ağaç altında yavrumuzu seyrederken konuşmaya dalmıştık. Birden karşımıza bir polis dikildi ve beni polis müdürlüğünden istediklerini bildirdi. Bu davetin önemini o anda anlamadım.
“-Peki, dedim, çocuğu eve bırakalım, gelirim.
Polis güldü:
-Öyle değil efendim, dedi. Şimdi beraber gitmemeiz lazım.
“O vakit anladım. Terör bana kadar ulaşmıştı. Karımı ve çocuğumu parkta bırakarak polisle birlikte müdürlüğe gittim. Beni derhal, bir odaya aldılar. Kapıyı kapadılar. Hiç bir şey sormadılar, hiç bir şey de söylemediler. Niçin tutulmuştum, ne olacaktım, hiç bir şey bilmiyordum.”24
Zekeriye ve Sabiha Sertel, M. Kemal’i övmelerine, cumhuriyeti savunmalarına, Şeyh Said Kürt isyanını “gerici, İngiliz kışkırtması” olarak karşı çıkmalarına karşılık, düşünce özgürlüğünün savunmaları nedeniyle, Z. Sertel, 1,5 yılı Sinop cezevinde olmak üzere 3 yıl cezaya çarptırılır. Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af ile kısa süre yatmıştır. Kemalist iktidar için “düşünce özgürlüğü” tehlikeli ve komünizmi çağrıştırmaktadır. Sertellerin üzerinden bir daha baskı ve yıldırma operasyonları eksik olmadı.
Kemalist Rejimin Anti-Komünist “Kadro”cuları
Burjuvazinin komünizme karşı en etkili silahları, yine komünistler içinde yer alıp dönekleşenler olmuştur. 1945’lerden sonra emperyalist burjuvazinin anti-komünizm ideologları da yine bir zaman komünizme bulaşan ya da “solcu” gözüken entellektüeller olmuştur.
Vedat Nedim Tör ve Şevket Sürreyya’da burjuvazinin ilk “solcu” yaftalı anti-komünizm ideologlarıdır. V.N. Tör, bir dönektir. TKP kurulmadan önce İstanbul’da Şefik Hüsnü önderliğinde 17 Aralık 1919 yılında kurulan ve 1924 yılında kapanan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fıkrası(TİÇSF)’nın kurucu üyeleri arasında yer aldı. TİÇSF’nın kapanması sonrası ise, TKP’nin genel sekreteri olan Şefik Hüsnü’nün yurtdışında olması nedeniye, 1925-1927 arası TKP’nin illegal Türkiye sorumluluğunu (parti sekreterliğini) yaptı.1927 yılı yargılanmaları sırasında partinin arşivini polise teslim ettiği gibi, mahkemede dava arkadaşları aleyhine tanıklık yaptı. Aleyhine tanıklık ettiği Ş. S. Aydemir’de 1925 yılı ve peşinden 1927 yılı yarıgılamalarının ardından Tör’ün safına katılarak hükümete bağlı çalışmaya karar verdiler. Yani, komünizme ve komünistlere karşı kemalist iktidarın emri altına girdiler. Ve özellikle Tör, kemalist rejimi ihaya etmek ve bütün dünyaya tanıtmak için bütün becerisini kullandı. Ama, kemalist faşizmin iç yüzünü, anti-demokratik yanını ve işçi-köylü düşmanı bir rejim olduğunu gizleme pahasına.
Kemalist rejim alyehine yazı yazan ya da eleştiren tüm yayınlar kaptılıp yazarları ve sorumluları cezalndırılırken, 1932 yılında Kadro isminde bir dergi çıkartıldı. Bu derginin baş yazarları ve yazı kurulu, bir kişi hariç eski TKP kurucu ve üyeleri ve TKP yayın organı Aydınlık’ın baş yazı kurulu üyeleriydi. Kadro Dergisi içinde yer alan Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise, geçmişi komünist olmayan bir burjuva liberali ve kemalist rejim savunucularından biriydi.
Ş.S. Aydemir, V.N. Tör, İsmail Hüsrev, Burhan Asaf Belge TKP eski üye, sorumlu ve yazar kadrosunda yer alan elemanlardı. 1925 ve 1927 yargılanmalarında ceza aldılar ve ceza evlerinde iken, kemalizmi, marksizme tercih ettiler. Marksizme karşı kemalist ideoloji icat ettiler. Oysa, “kemalist ideoloji”, burjuva ideolojisinin kendisiydi. Ancak, kemalist rejimin, yanı başındaki SSCB’nin etkisinin aydınlar ve işçiler içinde etkinliğini kırabilmek için geçmişi “komünist” olan entellektüellere gereksinimi vardı.
Ş. Aydemir, ilk gençlik yıllarında Enver Paşa’nın Turancılık hayaline kapılmış ve onu savunuyordu.25 Ancak 1917 Ekim Devrimi turancılık hayalini yerle bir edince Markist oldu. 1921 yılında Moskova’daki Doğu Emekçileri Komünist Üniversite’sinde Nazım Hikmet, Vala Nurettin gibi Türkiye’li devrimcilerle birlikte öğrenim gördü.
Ancak, o TKP üyesi ve Aydınlık yazarı olsada içindeki “turancılığı” atamamıştı. Kemalizmin ağır baskısı karşısında, komünizm hayalini sürdürmenin zor olduğunu anlayarak, birden yeniden “miliyetçiliği” keşf edip, kemalizmin has yazarlarından bir oluvererek aslında rücu etmiş oldu. Kemlist rejmin faşist şiddeti, hiçte yabana atılır gibi değildi. Komünist propaganda ya da vatana ihanetten en az 7-15 yıl cezaya çarptırılıyordu. 1925 yılı yargılamalarında ceza alan Ş. Aydemir’de af ile kısa zaman içinde, komünist olarak girdiği hapishaneden kemalist olarak çıktı. V. Nedim Tör ise, görüş değiştirmesinden dolayı değil, partinin belgelerini polise vermesinden ve tanıdığı parti üyelerini yakalatması ve mahkemede eski yoldaşları aleyhine tanıklık etmesinden dolayı bir muhbir ve komünist düşmanı olarak kaldı.
TKP’nin Aydınlık ve Orak Çekiç dergilerinde beş yıl önce komünizmi öven Ş. Aydemir, daha sonra “tek Adam” kitabında şöyle yazacaktır:
“... Mademki bir inkilap vardır, o halde o inkilabın bir izahı olmalıdır... Nitekim bir aydın kadro, hem de Mustafa Kemal’in hayatında ve onun gözleri önünde, gene de Türk inkilabının ideolojisini kendi açısından derlemek, aydınlatmak ve terkip etmek çabasına girmiştir. Bu hareket kadro hareketidir.”26
Ve bundan sonra, Kemalistlerin komünizm düşmanılığı üzerine yazmadığı gibi, TKP yargılamalarını da yazmamıştır. İşi gücü “Tek Adam” dediği M. Kemal’i övmekle kendini görevlendirmiştir.
Aydemir, “Suyu Arayan Adam” kitabında da Kadro hareketi’nin görevlerini şöyle anlatıyor:
“... milli kurtuluş hareketleri... çağımızın kaçınılması imkansız bir mahsülü olan ‘sınıf mücadelesi’nden de ayrı ve ondan daha mühim bir çelişkiyi temsil etmektedir.
“Halbuki komünist cephe, bu hareketleri, sosyalizmin, dünya hakimiyeti yolundaki mücadelesinin birer peyki ve yardımıcısı saymaktadır.”27
“Türk inkilabı sınıfsız ve tezatsız bir milli oluş inkilabıdır”28
Kemalist rejim, anti-komünizme karşı ideolojik ve teorik mücadeleyi Kadro Dergis üzerinden bir süre yürüttü. Daha sonra ise 1936 yılında meşhur 141-142 yasalarını faşist Mussolini İtalya’sından ithal ederek, Türkiye’topraklarına komünizmin girmesini durdurabileceğini umdu.
Devam edecek:
Mussolini Faşizminden Kemalist Faşizmine Hediye:141-142
CIA’nın, Anti-Komünist “Özgür Düşünceli” Entellektüelleri-4
yusuf köse
Mussolini Faşizminden Kemalist Faşizme Hediye:141-142
Türk devletinin komünistlere karşı yoğun baskı, tutuklama, yıldırma ve bunları sürekli hale getirmesi ve işçi sınıfının nicel ve niteliksel zayıflığı sonucu, 1930’lu yılların Türkiye’sinde komünistler bir avuç insandı denebilir. Türk devletini kitlesel olarak tehdit edecek güçte değildi. Buna rağmen, 1936 yılında anti-komünist yasalar olan 141-142. maddeler yürülüğe sokuldu. Çünkü SSCB’nin varlığı komünizm korkusunu Türk egemen sınıflara fazlasıyla veriyordu. Türk devleti için komünizm tehlikesi korkusu, SSCB’nin ve uluslararası alanda komünist hareketlerin güçlenmesine koşut olarak gelişiyordu. Bir taraftan maddi yardımlar (kredi) için SSCB’nin kapısı çalınırken, bir taraftan da komünizme karşı içte önlemler, ideolojik, siyasal, ve yasalarla sıkı bir şekilde alınıyordu.
İtalya’da ceza kanunları faşist Mussolinin iktidara geçmesinden sonra değiştirildi. “1989 Zanardelli Ceza Kanunu” olarak bilinen eski kanunlar “liberal” bulunduğu için, 1931 yılında faşist rejimi güçlendirecek şekilde kanunlara yeniden içerik verildi. Buna da “Rocco Kanunu” dendi. Faşist İtalyan’nın 270 ve 272. madelerini, Türk devleti bu kanun maddelerini olduğu gibi alarak Türk Ceza kanunun 141-142. maddeleri haline getirdi. Bu faşist ceza yasaları 1936’dan kaldırıldığı tarih olan 12 Nisan 1991 yılına kadar, yani tam olarak 55 yıl demokrat, aydın, işçi, devrimci ve komünistlerin üzerinde faşizmin kılıcı olarak hep salandırıldı.
141. maddenin içeriği şöyle:
“Her kim devlet topraklarında bir sosyal sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerinde cebren diktatörlüğünü kurmaya veya cebren bir sosyal sınıfı ortadan kaldırmaya veya her ne şekilde olursa olsun devletin ekonomik veya sosyal yerleşmiş düzenini cebren yıkmaya yönelmiş cemiyetleri kurar, teşvik eder, yönetir ve düzenlerse, beş seneden oniki seneye kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”29
...
“Yukarıdaki fıkralarda gösterilen haller haricinde memlekette milli hissiyatı sarsmağa veya zayıflatmağa matuf cemiyetler tesis eden, teşkil eden, tanzim eden veya sevku idare eden kimse bir senden üç seneye kadar ağır hapis cazasile cezalandırılır.”30
1938 yılında yapılan bir değişiklikle “şiddet” kelimesi çıkartılarak, hükümlerin kapsamına giren eylemler (fiiller) şiddet olamasa da cezalandırılır şekline dönüştürüldü. Yani, komünist propaganda ya da hükümeti eleştirmek suç kapsamaları içine alındı. Oysa, 1924 yılından beri komünist propaganda, hükümeti ve hükümetin başını eleştirenler ağır hapis cezalarına çarptırılıyordu. Takrir-i Sukün Kanunu vepeşinden getirilen 141-142 ile bu konudaki eylemler, faaliyetler bütünüyle yasaklandı.
Kısacası, düşünce özgürlüğü, örgütlenme, dernek ve cemiyet kurma, toplantı ve gösteri hakkı, hükümeti eleştirme ya da devletin herhangi bir kurumunu ya da görevlisini eleştirmek “milli hissiyatı sarsma” eylemi içine girdiği için en az 1 ile 3 yıl arası ceza ile karşı karşıya kalınıyordu. Bu da yetmiyordu, bir o kadar sürede sürgün cezası vardı.
Kemalist dönemde (1925-1945) işçilerin, köylülerin ve diğer emekçilerin hiç bir demokratik hakkı yoktu. Sendikal örgütlenme, toplu sözleşme ya da vb. gibi işçi hakları bütünüyle yasaktı. İşte bazılarının “ilerici” ve hatta “sol-küçük burjuva” kemalist dönemi, böylesine “ileri bir demokrasi”yi temsil ediyordu. Ve bu dönem, tek partili (CHP) dönemiydi. Bu dönemde hiç bir zaman –göstermelik bir iki parti açılıp kapatıldı- burjuva muhalefet de dahil, diğer muhalif hiç bir harekete, örgüte ve siyasi oluşumlara izin verilmedi.
Yasalar, sistemin ve sisteme sahip olan sınıfın niteliğini yansıtır ve onların sınıfsal çıkarlarını korur. Bu nedenle, yasalar bir tarafta, yönetim biçimi bir tarfta olamaz. İkisi bütünlük içindedir. Ve uygulanan yasalar, uygulandığı dönemin sosyo-ekonomik ve siyasal koşullarından da ayrı değildir.
Buraya, ömrü, 141-142. maddelerden yargılananları savunmakla geçen ünlü hukukçu Çetin Özek’ten uzun bir alıntı alalım:
“...Faşizmin kişi ve kişi özgürlükleri konusundaki anlayışı da, kanunun düzenleyişi ile denk düşmektedir. Kişinin devlet dışında bir değer ve varlığı yoktur. Devlet iradesi, otoriteyi, kuvveti, hukuki şahsiyeti temsil ederken, tek tek kişilerin haklarına uymak zorunda değildir. Kişilerin dışında bir varlık olan “milleti” temsil eden dahi devlettir. Hukuku yaratan da devlettir. Bu bakımdan kişilerin davranış sınırlarını devlet özgürce çizebilir. Kişi, sadece “credere, obbedire e combattere” - inanmak, itaat etmek ve savaşmak - görevleriyle karşı karşıyadır. Bu nedenle de, kişinin sübjektif bir hakkı, devletten talep olanakları bulunamaz. Öyleyse, kişinin özgürlüğü ancak devletin kişi için saptadığı alan içinde ve objektif hukuk kurallarının tanıdığı olanaklarla ölçülüdür. Durum böyle olunca, devlet kişiye kendi temel ideolojilerine uygun olmayan biçimlerde düşünmek olanaklarını ve özgürlüğünü tanımayabilir. Kişi devlet içinde ve devletin egemenliğinin, otoritesinin bir süjesi olarak, devletin istediği gibi düşünmek, davranmak zorundadır. Faşizmin özgürlük, kişi ve devlet konusundaki görüşleri bu şekilde birbirine uygun ve birbirini tamamlar yolda biçimlenince, ceza kanununun devletin temel olarak kabul ettiği görüşlere aykırı görüşleri, salt düşünceleri, eylemi beklemeksizin, cezalandırmasına şaşmamak gerekir. Faşizm düşüncelere dahi zincir vurmayı, faşist devletin savunulması yönünden gerekli ve haklı bulurken, gerçekte kendi sınıf düzenini ve ona uygun politik yapıyı tutucu davranışı gerçekleştirmektedir. Bu açıdan, düşünceyi cezalandıran normlar, tüm anlamıyla faşist bir düşünce sisteminin ürünüdür. 141-142. maddeler de bu ürünlerden biridir.“31
1936 yılında kabul edilmesinden sonra, bu maddeler sık sık değiştirildi. 1951 yılına kadar yapılan değişikliklerde “komünizm”, “komünistlik” kelimesi maddelerin içinde –SSCB’den yardım alabilmek için-yoktu. Ama, komünistler hep bu maddeden yargılanıyordu. Mahkemeler “komünistliği suç” sayarak ceza veriyordu. “Bir cemiyetin diğer cemiyet üzerinde şiddet” ve “vatana ihanet” maddeleri komünistlere de uygulanıyordu. Buna rağmen “komünist beyanamesi dağıtmak” ya da “komünist propaganda yapmak”, “komünist teşkilatlanma içinde yer almak” gibi “suçlar” üretilmiş ve komünist propaganda ve örgütlenme sert bir şekilde cezalandırılmıştır.
TC’nin “anti-komünist” tarihi incelendiğinde, 1922’den itibaren “komünist propaganda” ve “komünist teşkilat içinde yer almak”tan onlaraca insana hapis cezası verilmiştir.
Örneğin, 1932 yılında, bir mahkeme kararı şöyle;
“1931 tarihli Komünist Beyannamesini hazırlama, basma ve memleket dahilinde suretlerini dağıtanlara yardım etmek suçundan Üçüncü Kolordu Askeri mahkemesince ACK’nun 94. Maddesi ile hapisine ve ordudan ihracına karar verilmiştir.”32
1934 yılında da bir başka üstteğmen aynı nedenlerle yargılanmış ve ceza almıştır.
Ancak, 2. Emperyalist paylaşım savaşından sonra, ABD’nin ve Batılı emperyalistlerin SSCB’ne karşı açtıkları ideolojik, siyasi ve yıpratma savaşından sonra, 1951 yılında Menderes Hükümeti’nin iş başına gelmesinden sonra, maddeler daha net olarak komünizm karşıtlığı kondu.
2. emperyalist savaşın arkasından, ABD ile Türkiye arasında kurulan sıkı ilişki sonrası, anti-kommünist söyelemler ve yazılarda arttı.
Özellikle gerici basın, kitleleri dünyada tek bir “ Rus moskofu” kalana kadar savaşmaya çağırıyordu.
Dönemin burjuva yazar ve gazetecilerinden, Hüseyin Cahit Yalçın, Peyami Safa ve diğerleri, SSCB’nin Hitler faşizmi karşısında zaferini sindirememişlerdi. Hepisi de Hitler Almanya’sının SSCB’ni yenmesini beklerken tersi olmuştu. Hitler Almanya’sı sosyalizm karşısında ağır bir yenilgiye uğratılmıştı.
Peyami Safa:
“Komünizm marksist çizgiden çıkarak Stalinst ve yayılmacı bir hal almıştır. Türkiye, Sovyetler Birliği’nin peyk devletleri arasına sokulmaya çalışılmıştır.”33
Örneğin, ırkçı yazarlarından Süleyman Nazif;
“Dünya’da bir Rusya ve bir Rus kaldıkça bu hakkına ve bu vazifene hürmet et: Hakkın öldürmek, vazifen, gerekirse ölmektir. Türkoğlu!” diye çağrı yapıyordu. 34
Irkçı ve anti-komünist çağrıların peşinden “Moskova gazetesi” olarak ilan edilen Zekeriye ve Sabiha Sertel’lerin gazetesi Tan gazetesinin basıldığı binası yakılıp yağmalanmıştı. Bu yağmalamayı ve yakmayı kınayan akademisyenlerden Behice Boran, Niyazi Berkes ve diğerleri hakkında da hemen soruşturma başaltılmıştı.
İlerici ve demokrat nitelikli gazetelerde “hak”, “hukuk”, “işçi hakları”, “demokrasi” vb. gibi istemleri dile getiren gazate ve yazarlar “komünist paropaganda” yapmaktan yargılanıyordu.
Gerici ve ırkçı Türk “aydınları” anti-komünist çığlıklar atarken, Türk devleti de elbette boş durmuyordu. 2. Emperyalist savaş sonrası “çok partili demokrasiye geçiyoruz” sahtekarlığı fazla uzun sürmeden, kurulan ilerici partileri “komünist propaganda yaptıkları” gerekçesiyle kapatmakta fazla gecikmediler. Bu dönemde kurulan, Çiftçi Köylü Partisi, Türkiye Sosyal Demokrat Partisi, Demokrat İşçi Partisi, Türkiye Sosyalist Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, Şefik Hüsnü’nün başkanlığında kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, Hikmet Kıvılcımlı önderliğinde kurulan Vatan Partisi “komünist kişilerce” yönetildiği gerekçeleriyle kapatılmıştır.35
1946 yılı içinde, bir çok sosyalist ve ilerici partilerin yanı sıra bir çok işçi sendikası da kurulmuştu. İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, ve Adana’da; şehirlerin ismiyle; “İşçi Sendikaları Birliği” adında sendika birlikleri kurulmuştur. Ancak hepisi de 14 aralık 1946 yılında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatılmıştır. Kapatılan, parti, dernek, sendika ve gazete sahipleri ve yazarları da dahil 44 kişi tutuklanmıştır. Tutuklananların arasında, Şefik Hüsnü, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yusuf Ahıskalı gibi dönemin sosylist siyasetçi ve yazarları da vardır.
Sosyalist ve sosyal demokrat nitelikli kapatılan partilerin yanı sıra, kurulan ya da kurulmaya çalışılan bir çok burjuva nitelikli partilerin kurulmasınada ya izin verilmemeiş ya da kapatılmıştır. Burjuvazi, burjuva anlamda da olsa “çoğulculuk” istemiyordu. Çünkü, “çoğulcu” olunca, işçilerde şu veya bu şekilde siyaset sahnesine temsilcilerini çıkarıyordu.
O dönemin iktidar partisi CHP ise, sıkıyönetim komutanlığın aldığı kararı; “ ... kapatlılan partiler, sendikalar ve gazeteler koşullara uyma garantisi verseler de komünizmin temsilcisi durumuna gelmişlerdir...” içerikli, destekleyen ve haklı bulan bir bildiri yayınlamıştır. Yani, kanunlara uymaları önemli değil, onlar “komünist” olduğu için kapatılmayı hak etti diyorlar.
Böylece, ABD güdümlü “çok partili demokrasi” daha doğmadan, “komünizm gelir” korkusuyla sonlandırılmıştır. McChartycilik, ABD’de başlamadan önce Türkiye’de başlatılmıştı.
Örneğin, CHP Konya milletvekili Fikret Silay; 1948 yılında,
“Hak ve adalet mefhumlarına sığınarak gizli gizli komünistlik propagandası yaptıkları sezilen yazarlar mevcutur” diyerek, dönemin başbakanı Hasan Saka’dan “önlem alınmasını” istiyordu.36
Türk burjuvazisi ve onun siyasi temsilcileri, burjuva demokrasisinin normları içinde olan bazı demokratik hak ve özgürlüklere, “komünizm gelir” histerisiyle hep karşı çıkmışlardır.
CIA’nın “Uzun Tasma Politikası” Türkiye’de bütün hızıyla devam etmiştir.
Komünizmle mücadele ceza kanunu maddeleri olan 141-142’nin içinde, 1951 öncesi, “sınıflar” yokken, bu tarihte yeni bir düzenleme ile “sınıflar” olduğu kabul edildi, ama bu da doğal, olması gereken bir olguymuş gibi topluma sunuldu. Kemalist dönemde, “sınıfsız imtiyasız” bir “Türk toplumu” varken, 1951’den sonra bunun yerini “sınıflı bir Türk toplumu” aldı. Böylece, Türk burjuvazisi ilk defa sınıflı toplumun varlığını kabul ettiği gibi, burjuva sınıfının eğemenliğini de artık korkmadan dile getiriyordu. Çünkü, uluslararası alanda SSCB’ne karşı emperyalist burjuvazi anti-komünist ideolojik savaşını yükseltmişti.
Burada bir kere daha belirtelim, bütün faşist ideoloji sınıfların varlığını bilinçli olarak kabul etmez. “imtiyazsız, sınıfsız millet” ya da “sınıfsız toplum” olarak öne çıkarır ki, işçi ve emekçilerin sınıf mücadeleleri engellenebilsin. Mussolini ve Hitler faşizminde de “sınıf” kavramı yoktu. Ve bunu ileri sürenler cezalandırılırdı. Aynı şekilde, Kemalizm döneminde “sınıf” kavramı yoktu ve yasaktı.
1951 yılında 141-142. Maddelerde yapılan değişikliklerin en önemlisi de ölüm cezasının getirilmesiydi.
Madde 141:
“Sosyasyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerindeki tahkkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya....” diye devam eden madenin sonunda
“Bu kabil cemiyetlerinm bir kaçını veya hepsini sevk ve idare edenler hakkında ölüm cezası hükümolunur.”37
Cezanın bu denli ağırlaştırılması, ABD’nin SSCB’ne karşı açtığı savaşın bir sonucuydu. Menderes hükümeti, CIA’nın 1940’ların sonunda başlattığı anti-kommünist savaşa katkı olarak 141-142’nin daha da ağırlaştırılması ve ünlü 1951 TKP yargılamasıdır. Bu, CİA’nın “Uzun tasma Politikası”nın ilk meyveleriydi. Ne var ki, aynı Menderes 1957 yılından sonra, içerdeki kaostan kurtulmak ve bütünüyle ABD’ye bağlı kalmaktan kurtulmak için SSCB’nin kapısını çalmakta fazla gecikmedi. 1960 Temmuz’unda SSCB’ni ziyaret edemeden ABD’nin de açıktan desteklediği 27 Mayıs Askeri darbesi geldi.
1961 Anayasa’sında da 141-142. Maddeleri olduğu gibi yer aldı. 1951 yılında eklenen “ölüm cezası” aynen korundu. 1961 anayasası kısmi demokratik haklar getirmesine karşın, komünizmle mücadele olduğu gibi korundu ve hatta anti-komünist mücadele daha da sertleştirildi denebilir. Bütün askeri darbe dönemlerinde de bütün demokratik kişi, kurum, örgüt, sendika ve partilere karşı uygulandı. Bu örgütlenemler kapatıldığı gibi yöneticilerine de 141-142’den hapisceza verildi.
Rus sosyal emperyalizmin dağılması ve SSCB kimliğini terketmesinin ardından, TC devletinin ceza kanunu içindeki 141-142. maddeleri kaldırıldı. Ama yerine, onu karşılayan başka maddeler getirildi. “terörle mücadele yasası” bunlardan sadece biri. Komünist olmak, komünist propaganda yapmak, komünist partisi kurmak ve üyesi olmak “suç” değil, ancak, demokratik hak ve özgürlükler için mücadele etmek, işçi haklarını savunmak, Kürt ulusunun ayrılma hakkını savunmak, Kürtler üzerindeki her türlü ayrımcılığa karşı çıkmak ve gerçek anlamda komünist olmak “terörist faaliyetler” içine sokularak cezalandırılmaya devam ediliyor.
1950’lerden itibaren kurulmaya başlanan “Komünizmle Mücadele Dernekleri” (KMD), devletin aktif desteği ile yürütüldü. O dönemde 1961 askeri cuntasının şefi Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, KMD’nin “onursal başkanlığını” da üstlenmişti. Anti-komünizm propagandaları ve komünizme karşı savaş ABD’nin isteği ve desteğiyle daha da hızlanmış, örgütlü hale getirilerek doğrudan devlet tarafından yürütülmüştür.
Bunların dışında CIA’nın Münih’te 1950 yılında kurduğu anti-komünist “SSCB Araştırmalar Enstitüsü”nün bir benzeri, “Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü -TKAE-” adıyla 1961 yılında kuruldu.38 TKAE, temel görevi Turancılık ve ırkçılıktı. Özellikle’de SSCB toprakları içinde olan Türki cumhuriyetler’de anti-komünist faaliyetleri örgütlemekti. TKAE’nin kurucusu Ahmet Temir ise, 1936-1943 yılları arsında Nazi işbirlikçisi olarak Almanya’da yaşadı. Temir’in görevi; Nazilerin Ostministerium (Doğu Bakanlığı)’na bağlı olarak, Kızıl Ordu’da savaşıp Nazilere esir düşen Türki kökenli askerleri örgütleyip, Nazilerin safında Kızıl Orduya karşı savaştırmaktı. Türk faşist ve ırkçılarının “Türk milliyetçiliği”, her zaman, kendilerinden üstün gördükleri faşist ve emperyalist ülkelerin hizmetinde olmayı anlamışlardır. Dünde bu böyleydi, günümüzde de böyledir. Sınıfsal ve ideolojik olarak başka türlü de olamaz. Çünkü, faşizm, ırkçılık ve milliyetçilik burjuvazinin, işçi sınıfı ve emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklerini yok etmeye karşı en üst düzeyde geliştirdiği anti-komünizmle birleştirdiği karşı-devrimci saldırganlıktır. 30.07.2021
1 Burada, bu tür entellektüellere „Aydın“ demiyorum. Çünkü bunlar aydın değil, toplumu gericileştirmek için çaba harcayan gericilerdir. Aydın, toplumu, toplumsal sistem olarak daha ileriye taşımasını isteyen, hizmet eden kişilerdir, kesimlerdir. Benim için aydınlar, işçi sınıfı mücadelesi içinde yer alan devrimci militanlardır. Ayrıca anti-komünistlik gericiliktir. Demokrat olmanın temel kıstası anti-komünist olmamaktır. Demokrat komünist olmayabilir, ama, her komünist aynı zamanda bir demokrattır.
2 Gabriel Rockhill, CIA, Fransız Teorisini Okuyor: Kültürel Solu Parçalaya Yönelik Entellektüel Emek Üzerine Üzere. www.thephilosophicalsalon.com/the-cıa-reads-french-teory/2017/02/28 Ayrıca Türkçe çevirisi için bkz. www.medyascope.tv/2019/08/14/sartrea-karsi-foucault-fransada-radikal-solun-cia-destekli-tasfiyesi
3 CIA’nın maaş bordolu bu entellektüellerin maarifetlerini anlatan bir kitap. Frances Stonor Saunders ‘ın “ Who Paid the Piper: The CIA and the Cultural Cold War“ kitabı ve Türkiye’de “ Parayı Verdi Düdüğü Çaldı, Sanat ve Edebiyat Dünyasında CIA Parmağı” adıyla İmge Kitapevi tarafından 2020’nin Şubat ayında yayınlandı.
4 Arhtur Köstler için, başından beri istihbarat örgütleriyle ilişkisi olduğu iddiası var.
5 Burjuva liberalleri kendilerini genelde “demokratik sol“ olarak adlandırmayı tercih ederler. Ancak bilinmesi gerekir ki, „demokratik sol“ dedikleri şey, sermayenin hizmetindeki günümü Sosyal demokrat partileridir. Trump, 2020 ABD başkanlık seçimlerinde Biden’ı, seçmenlerine “sosyalist-komünist” olarak “teşhir” ediyor, „Biden’a verilen oy sosyalistlere verilmiştir“ diyordu. Burjuvazinin „sol’cusu“ Biden olduğuna göre, „demokratı“ da „Trump“ gibileri olsa gerek. Kısacası, al birini vur ötekine misali…
6 James Petras, The CIA and the Cultural Cold War (CIA ve Kültürel Soğuk Savaş) Monathly Review Kasım 1999, www.monathlyreview.org/1999/11/01
7 CİA’nın kurduğu vakıfın adı ise Farfield Vakfı idi, CİA bu vakıf üzerinden finansa etti.)
8 James Petras, agMakale
9 BR, almanca sf. 124. Bertrand Russel, Bilimin Toplum Üzerindeki Etkileri, Özgün yayınları, 1976
10 Bulletin of the Atomic Scientists (Atom Bilimcileri Bülteni), Eylül 1946 Sayısı. Akatran; www.bueso.de/kongress-fuer-kulturelle-freiheit/2004/07/14
11 (SWR2 Manuskrıpt) www.swr.de/swr2/ 16.5.2018
12 Frances Stonor Saunders : Parayı Verdi Düdüğü Çaldı
13 www.heise.de/Deutsche-Kuenstler-und-Jurnalisten-als-IM-der-USA 26.11.2006 (buradaki IM, İnoffizieller
Mitarbeiter, yani, “Gizli Görevli” ya da “mühbir” )
15 Hugo Wilford, The Mighty Wurlitzer: How the CIA played America
17 Stefan Engel, Die Krise, der Bürgerlichen Ideologie und des Antikomunismus, sf.71
18 Stefan Engel, Der Krise, der Bürgerlichen İdeologie und Des Antikommunismus, sf. 73
19 www.nybooks.com/articles/1967/04/20/the-cia-and-the-intellectuals/. Anne Krigel 1980’in başlarında bu düşüncelerini terk etti. Marksizmi Miterand’a bulanların geleceği son durak.
21 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Derleme, sf. 344-345
23 Yrd.doç. Dr. Cangül Örnek, SBF Dergisi, Cilt 69, No.1, 2014, sf. 109-139, pdf.
24 Zekeriye Sertel, Hatırladıklarım 1905-1950, Gözlem yayınları, aktaran: www.bwlgelerlegercektarih.com/2012/09/26/istiklal-mahkemeleri/
25 Ş.S. Aydemir, Suyu Arayan Adam kitabında hayatını anlatıyor.
26 Fatih Demirci, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sy.15, Ağustos 2006. pdf
27 S. Aydemir, Suyu Arayan Adam, sf. 375, Remzi Kitapevi, 1987
28 İlhan tekeli, Selim İlkin, “Bir Cumhuriyet Öyküsü Kadrocular ve Kadro’yu Anlamak”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları
29 Halit Çelenk, Hukusuz Demokrasi
30 Resmi Gazete, 1936: 6713, aktaran, Dr. Cangül Örnek, SBF Dergisi, Cilt 69, No.1, 2014, sf. 118, ayrıca bkz. Uğur Alaca Kaptan, demokratik Anaysa ve Ceza Kanunu’nun 14 ve 142’inci Maddeleri. Pdf.
31 Çetin Özek, 141-142, Sa: 80-82, aktaran: Halit Çelenk age, sf.232-233, pdf.
32 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nden aktaran; Dr. Ahmet Çelik, “Atatürk Döneminde Türkiye’de Komünist Propagandaya Karşı Alınan Önlemler” Bkz. History Studies International Journal Of History. December 2018
33 Ahmet Çelik, “Soğuk Savaşın başlarında Türkiye’de Anti-Komünizm Etkisinde Din ve Milliyetçilik”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt: 30, sy. 1, Ocak 2020
34 Ahmet Çelik, agM
35 Süzan Ünal; “Türkiye’de 1923-1960 Yılları Arasında Kapatılan Siyasi Partiler” www.dergipark.org.tr.pdf.
36 Ahmet Çelik, age M.
37 Resmi Gazete ile ilanı: 11.XII. 1951 – Sayı 7979, kabul tarihi 3.XII.1951. pdf.
38 İlker Aytürk, The Flagship Insitution of Cold War Turcology/European Journal of Turkish Studies-Social Sciences on Contemporary Turkey/24/2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder