12 Eylül 2025 Cuma

Erdoğan, İktdarını Seçimle Bırakmayacaktır

 

 

 

                                                                     10 Eylül Kadıköy 

 

 

Erdoğan, İktdarını Seçimle Bırakmayacaktır

Yusuf Köse


Üretimin ve sermayenin uluslararsılaşmasının geliştiği bir dünya konjonktüründe, Türkiye'deki gelişmeleri, dünyadaki emperyalist savaş hazırlığının hızlanması ve iç faşistleşmeden ayrı ele alınamayacağı bilincinde olarak, Türkiye'deki son gelişmelerin ekonomik ve siyasal nedenlerine kısaca değinelim:


23 yıldır iktidarda olan faşist Erdoğan rejmi, burjuva demokrasisinin „seçimle gelen seçimle gider“ normlarını çoktan aştı. Her yönüyle devletle bütünleşmiş olan AKP-MHP hükümeti için, siyasal iktidarı „seçimle“ teslim etmek, iktidarı elinde tutan sermaye kesmi için olasılık dahilinin dışındadır. Faşist Erdoğan kliğinin, Bu norma uymayacağı uzun yıllardır belli olmasına karşın, burjuva liberalleri ve özellikle de CHP gibi burjuva partileri, „demokrasicilik“ oyununu oynayarak, „TC devletinin bekası“ adına, Erdoğan rejminin stepnesi olmayı temel politikaları haline getirdiler. AKP hükümetini, Erdoğan rejmi haline gelmesinin baş sorumlulardan biri, bu rejim tarafından bugün siyasal olarak yok edilmek ya da kitlelerin nezdinde var olan iktidara alternatif olamayacak duruma getirilmek istenen CHP'nin ta kendisidir. Bu öncelikle teslim edilmelidir.


AKP-MHP devletleşmiştir. Yolsuzluklarıyla, devletin tüm olanaklarına sahip olmakla, mahkemeleriyle, bürokrasisiyle, ordusu ve polisiyle ve mafyasıyla beraber devletleşmişlerdir. Elbette bu devlete egemen olan tekelci burjuvaziden ayrı ele alınmamalıdır.


Bugün tüm tekelci burjuvazi, Erdoğan rejminin arkasındadır. Ara sıra aykırı çıkışlar yapanlar ise, esasa değil, kredi desteği ve vergi indirimleri bölüşümlerindeki farklılıklar nedeniyle cılız ses çıkaranlardır. Daha sonra onlarda, siyasal iktidarın, sermaye kesimlerine ayırdığı cömert desteklerinden nemalandırılıyor. Egemen sınıf klikleri arasındaki çelişme hiç bir zaman bitmez. Bazan sertleşir, bazan ise yumuşar.


Sermaye sınıfın örgütleri TÜSİAD ve MÜSİAD, M. Şimşek programı (önceki ve yeni 2026-2028 Orta Vadeli Program) denilen, işçi sınıfını ve emekçileri baskı altında tutan programdan esasta memnunlar. İşçi sınıfı, tarihinin en baskıcı ve ağır sömürü koşullarıyla karşı karşıyadır. Uzun zamandır enflasyonun yüksek tutulması, işçiden alıp doğrudan tekelci burjuvaziye aktarılmasıdır. Diğer yandan ücretlerin ve maaşların olabildiğince en alt seviyede tutularak kitlelerin yoksuluğa mahkum edilmesi, yine tekellere büyük bir sermaye aktarım amaçlıdır. Ve bu uygulama, hala kararlı ve ısrarlı biçimde devam ettirliyor.


İşçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi ve örgütlü olanların ise ezici çoğunluğunun devlet yanlısı sendikaların içinde örgütlenmeye zorlanması ve en az 8 milyon işçinin, tüm sosyal haklardan mahrum olarak kayıt dışı köle gibi çalıştırılması, tamda tekelci burjuvazinin, aşırı sermaye birikimi için istediği cennettir. Buna bağlı olarak en az 3 milyon göçmen işçinin yine kayıt dışı çalıştırılması ise, sermayenin cennetine bir cennet daha katarak, sistemin daha da barbarlaşmasını sağlamaktadır. Ve çalışanların neredeyse yarısının asgari ücret ve ona yakın düzeyde çalıştırılması, tekelci burjuvazinin Erdoğan rejminin arkasında sıralanmasının en temel nedenleri arasındadır.


Ayrıca, Türk tekelci burjuvazisi Erdoğan döneminde emperyalistleşmiştir. Yani, önceki yıllara kıyasla, sermaye, aşırı sermaye birikimini, yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini bu dönemde daha fazla sağlamıştır. Çoğu Türk tekeli, uluslararsı tekel durumuna gelerek, kolaylıkla dış ülkelerde sermaye yatırımı yapar duruma gelmişlerdir. Sermayenin en büyük kesimleri, son 20 yıl içinde büyüdükçe büyüdü. Koç Holding dünyanın (2024 yılı) en büyük 500 tekeli içinde 75 milyar dolar toplam ciro ile ilk 200 (194. sırada) tekelin içinde yer alıyor.


Erdoğan rejmi süreci içinde, Türkiye'deki tekelleşme, sermayenin birikimi ve sermayenin mu-uzzam ölçüde merkezileşmesini de gerçekleştirmiştir. Türkiye'de tekelleşme yaygınlaşmıştır. Ülke içinde temel ekonominin sektörler bir kaç on tekelin hakimiyetindedir. Bu nedenle, çoğu orta ölçekli şirketler batarken, büyük sermaye kesimleri daha da palazlanmıştır. Kapitalist sistemin genel bir eğilimi olarak, küçük üreticilerin mülksüzleştirilmesine ek olarak, büyük tekellerin küçükleri mülksüzleştirerek semayenin birikimini, yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini güçlendirir.


Türk tekelleri, Avrupa başta olmak üzere en az 132 ülkede sermaye yatırımları var. UNCTAD-2025 Raporuna göre; Türk tekellerinin 3. ülkerdeki şirketleri aracılığıyla yaptıkları yatırımlar hariç, toplam 60 milyar doların üstünde sermaye yatırımları var. Bu, Erdoğan rejminin işçi sınıfı üzerine uyguladığı ağır sömürü ve baskılar sayesinde gerçekleştirildi. Faşist rejim, İsrail'e, lafta çok şey söylemesine karşın, ekonomik ilişkileri kesemiyor. Çünkü sermaye kesmi, buradan gelen birkaç milyar ABD dolarından olmak istemiyor. Sermayenin tüm faaliyeti aşırı kar elde etme uğrunadır. Yani, sermayenin „insani“ vijdanı, insanı (işçiyi) daha nasıl sömürebilirimle ilgilidir. En yalın gerçeği; Soma'da 103 maden işçisinin topluca ve hergün onlarca işçinin “iş kazaları” adı altında katledilmesidir.


Başkanlık rejmini de Türk sermayesi istemiştir. Bunun açık bir faşist rejim olacağı daha baştan belliydi. Bütün işçi haklarının kısıtlandığı, demokratik hak ve özgürlüklerin yok edildiği bir siyasal rejim, aşırı sermaye birikimini kolaylaştıcı bir rol oynar. TÜSİAD daha bunu 1990'ların başında istiyordu.1


Sermaye kesminde Erdoğan rejmine eleştiri gelir, ama, onun yıkılmasını şimdilik istemiyorlar. Çünkü Erdoğan, tekelci sermayenin, emperyalist amacı doğrultusunda ülkeyi yönetiyor ve yayılmacı bir siyaset izliyor. Türk tekelci burjuvazi, emperyalist kamplar arasında şansını arayan bir siyaset izliyor. Bu da, Türk tekellerine uluslararsı alanda yeni pazar alanları açıyor.


CHP Küçültülme Operasyonu


Erdoğan rejmi, kendisi için siyasal tehlike haline gelen CHP'yi devletin tüm olanaklarını kullanarak bölmek isitiyor. CHP, 31 Mart 2024 yılındaki yerel seçimlerle böyle bir duruma geldi. En son normal bir seçimlerde cumhurbaşkanlığını kazanma şansı yüksek olan İBB başkanı İmamoğlu'nun üniversite diplomasının iptali ve tutuklanması, kendisi için bir tehlikeyi savuşturmak amaçlıydı. O da yetmezdi, birinci parti CHP'nin yıpratılması, zayıflatılması ve parçalanması gerekiyordu. Şimdi bu stratejiyi uyguluyor ve esas olarak da CHP'nin bölünüp parçalanmasına çalışıyorlar.


Bazılarının iddiasının tersine, Erdoğan, kendisinin kontrolündeki „çok partili“ rejimi ortadan kaldırmayacak. Şimdilik buna gereksinim duymuyorlar. Hatta, her zaman kazananı belli olan bu „çok partili seçimi yürürlükte kalması, Erdoğan'a „demokrat“, ülkenin ise „demokrasiyle yürütülüyor“ görüntü avantajı sağlıyor. Girdiği bütün seçimlerde halk, Erdoğanı seçiyor“ görüntüsünün kalması, ülke içinde ve uluslararası alanda bir avantaj olarak görüyor. Günümüz faşizmi bildiğimiz eski kalasik faşizm değil. Bu „modern faşist“ bir yöntemdir. Erdoğan, islamcı rejmi pekiştirici ve babadan oğula geçen bir sistem oluşturmak istediğide bir gerçektir.


Örneğin, faşist Erdoğan, küçük sol partilere yüklenmiyor, en büyük parti olan bir burjuva partisine, CHP'ye saldırıyor. Çünkü küçük „sol“ partilere, onun için bir tehlike değil, tersine, demokrasicilik“ oynunu oynaması için -o partilerin iradesi dışında- bir „araç“ oluyor. Ancak, küçük „sol“ partilere ara sıra ayar vermeye, tutuklama ve baskılarla „haddinizi bilin“ „uyarıları“ yapıyor. Ama, yasaklama yoluna gitmiyor. Ne zaman ki, komünistler güçlenir ve iktidar alternatifi olur, işte o zaman “devletin bekası” için bütün burjuva aprtileri (AKP, MHP, CHP vd.) birleşerek, bütün zorbalıklarıyla komünistlerin karşısına dikilirler. Şimdi böyle bir durum yoktur.


DEM Parti, şimdilik, Erdoğan-Bahçeli-Öcalan ortak perspektifi doğrultusunda, Erdoğan rejmi için „uysal“ bir rol oynama durumunda bırakılmıştır. Erdoğan rejmi için: Ülkenin en büyük burjuva partisine yüklendiği bir koşulda DEM Partiyi -en asgarisinden- sesizliğe sokmak, sokaklara çıkmasını önleme, ikircikli -hareketsiz- bir durumda bırakması, böylesi büyük bir siyasal kriz döneminde kendi siyasal iktidarı için önemli bir kazanç olarak görüyor. Ortada, devlet adına bir „barış“ yok, ama Kürt Ulusal Hareketi adına tek taraflı bir „barış“ var. Türk devleti, şimdilik, bu statükonun korunmasını istiyor. Ancak, DEM Partinin hareketsiz bırakılması, kısa ve de uzun vadede Kürt hareketinin yararına değil, tam tersine kendisine çok lazım olan demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesinin -iktidar lehine-, zayıflamasına neden olduğu için, faşist Erdoğan rejmine karşı mücadelede tüm demokratik güçler için büyük bir kayıp olduğu ve olacağı görülmelidir. Bütün bunlara karşın, DEM Parti tabanının Öcalan'ın isteği doğrultusunda faşist rejim arakasında sıralanacağını beklemek saflık olur.


Türk devletinin amacı Rojava'nın kazanılmasıydı. Rojava kazanılmazsa2, ilerde, adını kendilerinin belirlediği„Terörsüz Türkiye“ sürecini, Rojavaya saldırarak rafa kaldırabilirler. Böyle bir durumda, İsrail ve ABD ile karşı karşıya gelmeyi göze alması gerekiyor. Bu oldukça zor.


Erdoğan Kansız İktidarı Bırakmaz


Ekonomik ve siyasal olarak kriz içinde olan Erdoğan rejmi, kendisi için en büyük siyasal kriz gördüğü CHP'yi bir şekilde, kendine karşı iktidar alternatifi olmaktan çıkarmak. Bunu başarıp başarmaması, başta işçi sınıfı ve tüm emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklere sahip çıkması, faşizme karşı birleşik mücadeleyi geliştirerek, faşist baskıları geriletmesine bağlıdır. CHP'nin radikal bir halk hareketini örgütlemesi zayıf görünüyor. Radikallik, onun sınıfsal karakterine ters. Çünkü kitlelerin Erdoğan rejmine karşı birikmiş öfkesi, CHP'nin ideallerinin ilerisindedir. Ancak, işçi sınıfı ve devrimci-demokrat kesimlerin zorlaması ile, siyasal varlık-yokluk sorunu ile karşı karşıya kalan CHP, daha aktif mücadele içine çekilebilir.


Erdoğan rejminin CHP'ye saldırısını, salt, egemen sınıf klikleri arasında bir çatışma olarak ele almak yanıltıcı ve içinde bulunulan durumu tam olarak analiz edememektir. Bir yanı doğru olmasına karşın, bir yanıyla da, faşist Erdoğan rejmini güçlendirme ve kalıcı hale getirme saldırısı olarak okunmalıdır. CHP elbette egemen sınıfların bir temsilcisi. İktidara geldiğinde kısmi reformist politikalar izleyecek ya da izlemek istiyor. Kapitalist sistemin barbarlaşmış yüzünü kısmen de olsa törpülemek istiyor. Bu ayrı bir konu. Ancak, işçi sınıfı ve emekçileri ilgilendiren yan; acil olarak, ülkede 23 yıllık faşist iktidarın yıkılmasıdır. CHP'de en azından faşist iktidarın, kendi deyimiyle „diktatörlüğün“ yıkılmasını istiyor ve burjuva demokrasisinden yana olduklarını program olarak dillendiriyorlar.


Komünistler, faşizmin yıkılması ve demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesine sırt çeviremez, tersine, asli görevlerinden bir olarak görmek zorundadırlar. Bu mücadelenin içinde „CHP var“ diyerek, mücadeleye sırt çevirmek, uzaktan izlemek, küçük burjuva „sol“culuğudur. Esasta ise, faşizme karşı mücadeleye sırt çevirmek gibi ağır bir suç işlemektir. Faşizme karşı mücadele eden, etmek isteyen tüm güçler ile bu amaç uğruna birlikte hareket edilmelidir. 2. emperyalist dünya savaşı öncesi ve sırasında -komünistler açısından- bunun yığınca örnekleri vardır.


CHP'yi susturmayı ya da bölmeyi başaran faşist Erdoğan rejmi, baskıları daha da artıracaktır. Bu net olarak bilince çıkarılmalıdır. CHP ile bu koşullar içinde faşizme karşı birlikte hareket etmek, onun çizgisini ve burjuva reformist politikasını teşhir etmemek anlamına gelmez. Onun niteliği, bir burjuva partisidir. Ama, gelinen özgül aşamada, onun da, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için „demokrasiye“ gereksinimi vardır. Komünistler, faşizme karşı en geniş mücadele cephesini oluşturma ve mücadeleyi sürdürme taktiği izlemeli, CHP'de dahil, varolan faşist diktatörlüğe karşı çıkan herkesle birlikte hareket etmelidir.


CHP, Erdoğan'nın iktidarı kansız bırkmayacağı bilinciyle hareket etmezse, kendini elimine olmaktan kurtaramaz. Bu nedenle, onun da, komünistler dahil olmak üzere en geniş kitlelerle birlikte hareket etmek zorundadır. Bu mücadeleye, DEM Parti'de aktif olarak katılmalıdır. Faşist Erdoğan rejmini güçlendiren olmayan barış” adı altındaki tüm oyalamalardan kurtulmalıdır.


Faşist Erdoğan rejmini yıkmak isteyenler, kanlı bir mücadele sürecinin içine girildiğinin de göze almalıdır. Bu hesaba katılmadan, Erdoğan rejmine karşı kararlı ve sonuç alıcı bir mücadeleye girilemez. Ekonomik olarak oldukça zor durumda olan kitlelerin küçümsenmeyecek bir bölümü buna hazırdır ve Erdoğan rejmi esasta kitle tabanını kaybetmiştir. Erdoğan'ın en büyük korkusu kitlelerin sokaklara çıkması, daha güçlü „GEZİ“lerin yaratılması olasılığıdır. Şimdi faşizme karşı görev; genel grev genel boykot, olmazsa yaygın iş durdurmanın yanı sıra ve kitlesel gösterilerin yaygınlaştırılmasıdır. Bu mücadelenin kazananını, kitlelerin sokaktaki gücü belirleyecektir.


Faşizme, emperyalizme ve tüm kapitalist gericiliğe karşı, demokratik hak ve özgürlükler uğruna mücadele edilmeden, sosyalist devrim başarılamaz.


Sınıf mücadelesi diyalektiği önceden net kalın çizgiler ile çizilemez. Her gelişen yeni duruma göre yeni taktikler geliştirmek gerekiyor. Komintern'in faşizme karşı birleşik cephe siyasetini eleştirerek, demokratik hak ve özgürlükler uğruna mücadeleden uzak durmak, tam da küçük burjuva “sol” çocukluğudur.


Sözü, Lenin'in Gothe'nin Faust'undan aldığı bir betimlemeyle bitirelim:“... teori gridir dostum; ebediyen yeşil kalan ise hayat ağacıdır.” 11.09.2025






1Bkz. Yusuf Köse „Emperyalist Türkiye“, El yayınları

2 PKK, Türkiye Kürdistan'ından çıkarılıp Irak Kürdistan'ına sıkıştırılmasından sonra, TC için esas “mesele” olmaktan çıkmıştı, tersine, PKK'nin oradaki varlığını, Güney Kürdistan'a askeri olarak yerleşmesinin “gerekçesi” yaptı. Ve aynı zamanda, Türk ordusunu sürekli hareket halinde bırakması açısından TC'nin emperyalist yayılmacılığına bir avantaj sağlıyordu. Türkiye'nin, İsrail ve ABD ile Suriye üzerindeki kapışmaları, Türk emperyalist devleti için Rojava'nın önemi daha da artmıştır. Şimdi meselenin esası Suriye ve Rojava'dır.

6 Ağustos 2025 Çarşamba

İsmail Beşikçi İnkarın Neresinde?

 



İsmail Beşikçi İnkarın Neresinde?

Yusuf KÖSE

İsmail Beşikçi ismi, Kürt ismiyle birlikte anılır. Bunun  haklı bir yanı var. Türk devletinin Kürtleri inkar politikasına karşı duruşu ve Kürt ulusunun haklarını savunması nedeniyle yıllardır hapishanelerde yatırıldı. Bir ilerici aydın olarak bu olumlu yanıdır. Ancak, bu duruşu, onun görüşlerinin de doğruluğunu ya da bir çok şeyi de inkar etmediği, yanlış ele almadığı anlamını taşımıyor ve taşımaz da.

27.01.13 tarihinde “SERBESTİ” adlı bir Kürt sitesinde, “Ulus-Devleti Aşmak” adlı makalesinde, Öcalan’ın bu konudaki görüşlerini değerlendirirken, “Türk solu”nun bir kısmını “milliyetçi” bir kısmını da “ırkçı” olarak değerlendirmiş. Şöyle diyor:

„Türk solu milliyetçi bir soldur. Profesör Birgül Ayman Güler örneğinde olduğu gibi Türk solunun önemli bir kesimi de tam anlamıyla, ırkçıdır, ayrımcıdır.“ (adı geçen makale)

 Burada, Beşikçi’nin, “Türk solu” olarak kast ettiği CHP diye düşünülebilir. Ancak, CHP’nin “sol” olmadığını Beşikçi bilmiyorsa, öğrenmesi gerekiyor. Ya da, “Türk solu” derken kimlerden söz ettiğini açıklaması gerekiyordu. Ancak, Beşikçi hepsini aynı değerlendirdiği için, ayrı bir şey belirtmeyi gerekli bulmamıştır. Beşikçi’nin bu yaklaşımı, salt bu makalesine özgü olmayıp, Kürtler üzerine yazdığı, hemen hemen tüm kitaplarında vardır.

Beşikçij kuruluşundan itibaren yöneticilerin konuşmalarından bolca alıntılar mevcuttur. CHP ne sol ne de ilerici bir partidir. “sol” kelimesi, en azından ilerici olanlar için kullanılır. CHP,   Kemalist milliyetçi, şoven bir partidir. Onun ırkçılığı Kemalizmden ayrı ele alınamaz.
           
„Türk solu, milliyetçi bir soldur. Önemli bir kesimiyle de ırkçıdır. Bu milliyetçi, ırkçı solun önemli bir başarısı,…“ (aynı makale)

Beşikçi, „Türk solu“ kelimesini bilinçli olarak kullanıyor. Çünkü, o bunu hep yapıyor. Kitaplarında da „Türk solu“, „Türk sosyalistleri“ olarak kullanmış ve hepsini aynı şekilde değerlendirmiştir. Türk solu“ ve „Türk sosyalistleri“ dediği akımlar içinde sadece Kaypakkaya‘ya, onun kurduğu örgüte ve görüşlerine yer vermemiştir. Özellikle de Kaypakkaya’nın Kürt ulusal sorunu konusundaki görüşlerinden hiç söz etmemiş, onu yok saymıştır. Onu yok sayarken de, „bütün sosyalistleri“, „sosyal şoven“ olarak değerlendirmekte de hiç bir sakınca görmemiştir. 

İ. Beşikçi‘nin, bugüne kadar Kaypakkaya’yı ağzına almaması, Kapakkkaya’nın MLM görüşlerine karşı duyduğu alerjiden ileri gelmektedir. Özellikle, Kürt ulusal sorunu konusunda Kaypakkaya MLM bir duruş sergilerken, Beşikçi, ezilen ulus burjuvazisinin çıkarları açısından soruna yaklaşmıştır. Kaypakkaya’dan uzak duruşu bu nedenledir.

„Her araştırmacı Kaypakkaya’dan söz etmeli“ diye bir anlayış olamaz. Ancak, TDH ve onun Kürt ulusal sorununa yaklaşımı inceleniyor ve araştırılıyorsa, burada Kaypakkaya’dan söz etmemek, ya koyu bir ezen ulus sosyal şovenizminden nasiplenmiş olmak gerekiyor ya da „Türk solu“ dedikleri kesimleri Kürt işçi ve emekçilerine karşı „milliyetçi ve sosyal şoven“ tanıtmak amacıyla yapılabilir. Böylece, doğrular ezilen ulustan ve özellikle de ezilen ulus halkından gizlenmek amacıyladır. Beşikçi’nin tavır ve yaklaşımı bu sonuncu uymaktadır. Beşikçi, haklı olarak Kürtlerin ulus olarak inkarına karşı duruken, kendisi bir başka açıdan inkarcılık yapıyor.

Beşikçi’nin „Serbestiye’de yayınlanan makalesine ayrı bir yanıt vermeyeceğim. Beşikçi’nin bu konudaki yaklaşımlarının değerlendirmesini içeren kısa bir bölümü, Şubat 2013‘de El Yayınları tarafından çıkarılacak olan; „TARİHİN ÖNÜNDE YÜRÜMEK“ adlı kitabımdan buraya alıyorum. Bu kısa yazı, Beşikçi‘nin bu sorunlara nasıl yaklaştığına ilişkin kısaca da olsa bir bilgi verebilir.

“İsmail Beşikçi ve Kürt Ulusal Sorunu 

Bu başlık, İ. Beşikçi ile Kaypakkaya’yı karşılaştırmak amacıyla konmadı. Ancak, bilimsel araştırma yaptığını ve bilim adına hareket ettiğini iddia eden Beşikçi’nin, ulusal sorun ve Kemalizm konusunda Kaypakkaya’yı görmezden gelmesi, onu yok sayması, hangi bilimsel araştırmaya sığar? Elbette sığmaz. Özellikle Kürt ulusal sorunu konusunda Türkiye’deki tüm sol hareketeleri ele alıp değerlendiren İ. Beşikçi’yi, Kaypakkaya’yı yok saymaya iten neden ya da nedenler nedir diye de düşünmeden edemiyor insan.

Beşikçi, Kürt sorununu ele aldığı kitap ve yazılarında sol hareketi bir bütün olarak aynı kefeye koyuyor ve şöyle diyor:

“Türk ‘sosyalist’ hareketi bu aşamada genel olarak böyledir. Bütün fraksiyonları birleştiren ortak yanın Kürt sorununa karşı, burjuvazinin yasal çerçevesi içinde hareket etmek olduğu söylenebilir.”[1]
 
Beşikçi, bu konuda yalan söylüyor, doğruyu söylemekten özenle kaçınıyor. Çünkü “bütün sol örgütler” Kürt sorunu konusunda aynı şekilde düşünmediği gibi, Kürt sorunun 1972’den beri ML açıdan doğru bir şekilde ele alan bir örgüt (TKP/ML) ve o örgütün kurucusu Kaypakkaya var.

Beşikçi’nin Kaypakkaya’yı okumadığına, duymadığına ya da hiç haberi olmadığına inanmak oldukça güç. Eğer haberi yoksa onun Kürt sorunu konusundaki araştırmaları da oldukça yüzeyseldir denebilir. Türkiye’deki başta TKP olmak üzere irili ufaklı bütün sol örgüt ve öne çıkan kişilerin görüşlerine yer verilecek, ancak Kaypakkaya’dan ise hiç söz edilmeyecek! Dürüstçe bir tavır olmadığı gibi, tek yanlı, küçük burjuva Kürt milliyetçiliğinin bakış açısıyla soruna yaklaşmak ve hatta daha ötesi, “Türk’ün komünisti de burjuvazisi de aynıdır” diyen anti-marksist ve ezilen ulus milliyetçisi bir yaklaşımdır.

Beşikçi, Kürt sorununu incelemiş. Bu konuda bir çok eser ortaya çıkarmış. Sol örgütlerin yaklaşımlarını ele almış, eleştirmiş, ama Kaypakkaya’ya sıra gelince kalemi nedense yazmamış? İşte karşımızda sıkça “bilim”den söz eden bir bilim insanı!

Türkiye’de ilk defa, genel anlamda ulusal soruna yaklaşım ve özel anlamda ise Kürt ulusal sorununa yaklaşımı, Leninist tarzda ele alan ve bütün sosyal-şovenist görüş ve yaklaşımları mahkum eden Kaypakkaya’dır.

Kaypakkaya, “Türkiye’de Ulusal Sorun” makalesini daha TİİKP içindeyken Aralık 1971 yılında yazmış ve örgütsel ayrılıktan sonra, yani TKP/ML’yi kurduktan sonra, 1972 Haziran’ın da yeniden gözden geçirip yayınlamıştır.

Beşikçi’nin Kaypakkaya'nın bu yazılarından 1974 öncesi haberi olmadığını varsaysak bile, Beşikçi Kitaplarının çoğunu 1975 yılından sonra yazmıştır. Kürt sorunu konusunda “Türk Sol”nu eleştirdiği kitapları bu tarihten itibaren yayınlanmıştır. Yani, Kaypakkaya’nın ulusal sorun konusundaki görüşleri kamuoyuna yayınlandıktan sonra. Bu nedenle, Beşikçi’nin Kaypakkaya’nın görüşlerinden haberi olmadığı söylenemez.

Bilimsel gerçekliklerden hareket ettiğini ileri süren bir araştırmacının, söz konusu bu görüşlerden öneceden heberi yoksa da sonradan heberi olunca, bunu da eklemesi gerekirdi. Bütün ülkedeki ilerici, devrimci kesimlerin Kaypakkaya’nın bu konudaki görüşlerinden haberi varken, Beşikçi’nin olmadığını düşünmek, çok safça bir yaklaşım olur.

 Ancak, Beşikçi’yi böylesine bir yönteme sevk eden anlayış; tüm “Türk solu” dediği örgütleri sosyal şoven göstermek ve ilan etmektir. Bu nedenle de, Kaypakkaya’yı görmezden gelmesi, hiç söz etmemesi ve onun bu görüşleri TDH içinde ciddi bir yankı uyandırmasına karşın, Beşikçi’nin araştırmaları içinde yer verilmemesi, yukarı da söylediğimiz anlayıştan kaynaklanmıştır. Ancak, bu yaklaşım, objektif bir araştırmacı tavrı değildir.

Beşikçi, özünde Türk “sol” ve “sosyalist” hareketi dediği sola karşıdır. Evet, 1972 yılına kadar Kürt ulusal sorunu konusunda TDH sosyal-şoven bir çizgideydi. Bunu Kaypakkaya eleştirmiş ve mahkum etmiş, bu tür çizgilerin ne olduğunu net olarak ortaya koymuştur. Aynı şekilde Kaypakkaya, Kemalizm konusunda da görüşlerini doğru bir şekilde ortaya koymuş, kemalizmin komprador burjuvazi ve toprak ağaların ideolojisi olduğunu, kemalizmin faşist bir diktatörlük olduğunu da net bir şekilde belirtmiştir. 

Beşikçi, bunları da görmezden gelmiştir. O, varsa yoksa bir M. Belli’yi bellemiş, ama öbür yandan ise, Kemalizm ve Kürt meselesinde kolaylıkla bütün “sol” ve “sosyalist” franksiyonları birleştirmekten ise asla kaçınmamıştır.

Beşikçi “bilimsel”lik ve “dürüst araştırmacılık” adına şunları rahatlıkla söyleyebiliyor:

“Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi, Kürt ulus sorunu konusuna, bilimsel bir yönden yaklaşmayınca, kendi burjuvazisinin, sivil-asker iri kıyım bürokratlarının, görüşlerini tekrarlamaktan başka hiçbir şey yapmamıştır. Kürt ulusal direnmelerini daima “gericilik” olarak değerlendirmiştir.”[2]
 
Beşikçi’nin bütün sol ve sosyalistleri aynı kefeye koyan görüşleri kitabında ve kitaplarında bolca yer tutmaktadır. M. Belli’nin1976 sonrası, D. Perinçek’in 1979 yıllarındaki görüşlerine de yer vermiş, ama Kürt ulusal sorunu konusunda ne Kaypakkaya’ya ne de sonradan, kısmen de olsa doğru yaklaşım gösteren siyasetlerin görüşlerine yer vermemiştir. O yine bildiğini okumuş. Bütün “Türk solu” ve “Türk sosyalistleri” dediği fraksiyonları aynılaştırmıştır. Ne yazık ki, Beşikçi için “Türk solu” ve Türk sosyalisti” olarak, sadece ve sadece M. Belli, Kıvılcımlı, Aybar, Aren-Boran ve D.Perinçek –ki, Kaypakkaya, bunları, sosyal-şovenist olarak değerlendirir- vardır. Diğerleri ise yoktur. İşte, dürüst(!) bir bilim adamının siyasal ve soyal araştırmalarının vardırdığı nokta: inkarcılık ve yok sayma! Kendisi, Türkiye sol ya da sosyalist hareketi bir bütün olarak sosyal-şovenist gösterebilmek için, işine gelen görüşleri almış, işine gelmeyenlere ise asla yer vermemiştir. Yukarıda saydığı ismlerin hemen hemen hepsini radikal sol hareket, “sosyal şoven” ve oprtünist-revizyonist değerlendirir. D. Perinçek ise bugün karşı-devrim cephesinde olan bir siyasi kişiliktir. 

Beşikçiyi böyle inkarcı bir yaklaşıma iten nedenin başında, kendisinin Kürt küçük burjuvazisinin ezilen ulus milliyetçisi gözüyle soruna yaklaşımından kaynaklanıyor. Beşikçi soruna ML temelde yaklaşmamış, Kürt ulusal sorununu Kürt ulusal burjuvazisinin çıkarları temelinde ele almıştır. Böyle bir ideolojik yaklaşım, elbette Kaypakkaya’yı “yok” sayacaktır.” 28 Ocak 2013
****



[1] İ. Beşikçi, Kürtlerin Mecburi İskanı, sf. 238, I. Baskı Mart 1977, Komala Yayınları

[2] İ. Beşikçi, Orgeneral Muğlalı Olayı Otuzüç Kurşun, sf. 213, Yurt yayınları

24 Temmuz 2025 Perşembe

Devletin Silahlarının Gölgesinde „Terörsüz Türkiye“ Masalı

  

 


 

 

Faşist Devlet Manipülasyonu: Devletin Silahlarının Gölgesinde „Terörsüz TürkiyeMasalı


Yusuf Köse



PKK’nin silah bırkacağını açıklamasının ve sembolik silah yakma olayından sonra, bir çok küçük burjuva reformist ve burjuva liberalleri arasında, devletin artık „terör“ü gerekçe göstererek, anti-demokratik ve baskıcı davaranamayacağını ileri sürenler oldu.


Silahlar susarsa demokrasinin yolu açılır“ gibi, kapitalist toplumsal gerçekliğinden ve devlete egemen olan tekelci burjuva diktatörlüğü ve gericiliği yok sayılarak bu tür görüşler ileri sürülebiliyor.


Her şeyden önce ülkede „demokrasi“ yoksa, bu PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla oluşmadığı bir gerçektir. Sorun, PKK’nin silah bırakması değil, devletin silah bırakması gerekir. Öncelikle bu istenmeli ve bu vurgulanmaldır. PKK’nin ya da devrimcilerin silah bırakması değil, devletin silah bırkması için mücadele verilmelidir. Burjuva devleti tepeden tırnağa kadar silahlı olduğu gibi, silahlı örgütlenmesini yukarıdan aşağıya (ordu, polis, bekçi, korucu, paramiliter güçler vs.) yagınlaştırmıştır.


Türk devleti, kuruluşundan beri, işçi sınıfına, emekçilere, azınlıklara ve Kürt ulusuna karşı ceberrut bir devletti. Bu, bir niyet sorunu değil, burjuva develtinin en karakteristik özelliğidir.


Türk devletini tanımayanlar da sanırı ki, Türkiye’de PKK’den önce de demokrasi „varmış“. PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla „demokrasi“ rafa kaldırılmış(!) Bazı geçici kısa dönemler hariç, Türk devleti, burjuva anlamda, hiç bir zaman bir demokrasiye sahip olmadı.


Ayrıca belirtmek gerekir ki; Kürt ulusal hareketinin savaşının uzun sürmesini, Türk devleti istemiştir. Asgari çözümlere dahi yanaşmamıştır. Kürt Ulusal Hareketi defalarca tek taraflı „ateşkes“ ilan etmiş, barış görüşmelerine samimi olarak yaklaşmış, ancak Türk devleti, her seferinde, „barış“ değil, teslimiyet istemiştir. Yani, Kürt ulusunun en asgari ulusal demokratik haklarını tanımak istememiştir. İnsanlar kendi ana dili Kürtçeyi konuştuğu için ya tutuklanmış ya linç edilmiş ve hatta katledilmiştir. Kürt belediyelerine el konulmuş, siyasetçileri esir alınmıştır. Güncel „silah bırakma“ olayı da tek taraflıdır. Devletin verdiği bir taviz, daha ortada yoktur. Bu konuda, devletin ağzından Kürtlerin ulusal demokratik hakları lehine olumlu tek bir kelime daha çıkmamıştır. Türk devlet yetkilileri, Kürt sorununu Kürtlerin en doğal hakları olan ulusal demokratik haklarının içeren bir sorun değil, „terör sorunu“ olarak ele almışlar ve almaya devam ediyorlar.


Türk devleti, kuruluşunun hemen akabinden beri Kürt ulusunu varlığını inkar ede gelmiştir. Burjuva muhalefet partisi CHP lideri Ö. Özel’in övmekten sesinin kısıldığı TC süreci, bugünü aratan süreçlerden farklı değildi ve bir kıyaslama yapılacaksa bugünden daha baskıcıydı. 1925-1945 arası yarı-askeri faşist diktatörlüğü (ki, bu süreç tek parti faşist diktatörlüğü hakimdi ve ilerici partiler yasak olduğu gibi, devlet partisi CHP dışında, diğer burjuva partileri de yasaktı) saymasak bile, DP dönemi de aynı şekildeydi. Bunların dışında 1960, 1971, 1980 askeri cunta dönemlerinde olduğu gibi yıllarca işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde uygulanan aşırı sömürü ve baskı ve Kürt ulusu üzerinde estirilen asimilasyon ve inkar politikalarını görmezden gelmek, büyük bir burjuva aymazlığı ve riyakarlığıdır.


Hakları gasp edilen, sömürülen ve ağır baskı koşullarında yaşamaya mecbur edilen işçi sınıfı ve emekçilerdir. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri katliamlara, asimilasyona ve her türlü ulusal hakları gasp edilen ve hatta uzun bir dönem inkar edilen Kürt ulusuydu. Ezilenlerin ezenlere karşı silahlı olması, kötü değil, toplumsal çelişmelerin çözümü ve gelişimi için iyi bir şeydir. Bu, gerici zora karşı devrimci zorun diyalektiğidir. Burjuva devletininin (ki bu devlet, bir avuç tekelci burjuvazinin diktatörlük aracıdır) silahlanmasını, onun doğal bir hakkı görenler, işçi sınıfı ve emekçilerin ve ezilen ulusların silahlanmasını „terör“ olarak nitelemeleri, açık bir riyakarlıktır. Oysa, ezilen yığınların (ezilen uluslarda dahil) kendilerini silahlı ezenlere karşı silahlanmaları, kaçınılmaz ve bu onların en doğal demokratik haklarıdır.


Burjuva devletinin silahlanmasına karşı çıkmayıp, sadece işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen uluslardan halkların silahlanmasına karşı çıkanlar demokrat olamaz. Silahlanmayı burjuva devletin temel hakkı görenlerin demokratlığı, iki yüzlü burjuva sahtekarlığıdır. Bu açık bir halk düşmanlığıdır. Işçi sınıfından yana bir tavır değil, tekelci burjuvazinin soygun diktatörlüğünün sürmesini istemektir.


Kapitalist-emperyalist sistem içinde kalıcı bir „barış“ olmayacağı gibi, silahların ebediyen susması da gerçekci değildir. Çünkü kapitalist-emperyalist sistem işçi sınıfının artı-değerine zorla el koyma ve aşırı sömürü üzerine varlığını sürdürür. Yani, kapitalizm, savaşları ve eşitsizliği sürekli üreten ve artan ölçüde geliştiren bir sistemdir. Böyle bir sistem, savaşlar olmadan yaşayamaz. Sermayenin büyümesi ve merkezileşmesinin artmasına koşut olarak saldırganlığı artar. Bugün içinde bulunuduğumuz koşullar böyledir ve bütün emperyalist devletler, aşırı silahlanarak emperyalist bir savaşa hazırlanmaktadır. Emperyalist Türk devleti de bu sürecin içindedir.


Emperyalist Türk devleti, PKK’nin silah bırakmasını, ülke içinde işçi ve emekçilerin (ve ezilen ulsuların) lehine demokratik hak ve özgürlükleri geliştirmek için değil, kendi emperyalist çıkarları ve faşist-islamcı iktidarını daha da pekiştirmek için istemektedir. Bölgede etkinliğini geliştirmek ve yayılmacılığını pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu nedenle, „Kürtlerin hamisi biziz“ gevelemesini sık sık tekraralıyor. Buradan hareketle, silahların tek yanlı bırakılması, silahlanmayı kaçınılmaz olarak yaratan toplumsal çelişmeleri ortadan kaldırmayacaktır. Belki, bir süre, geçici olarak tek yanlı „silahların susmasını“ getirecektir. Ama, esas olarak, iktidardaki silahlı tekelci burjuva sınıfının diktatörlüğüne karşı işçi sınıfı savaşımını ortadan kaldırmayacaktır. Tersine, kapitalist çürümenin artışına bağlı olarak bu süreç daha erken bir zamanda ortaya çıkacaktır.


Ezilen Ulus Hareketlerinin Çıkmazı


Ayrıca, belirtmek gerekir ki; Kürt ulusal sorunu demokratik bir sorundur. Özgürce çözülmesi ancak ve ancak Kürt ulusunun kendi özgür iradesiyle olabilir. Bunun anlamı, Kürt ulusu özgürce ayrılma ya da birlikte kalma hakkını kullanmaya sahip olmalıdır. Bu gerçekleşmeden Kürt ulusal sorunu çözülemez. Bugün geçici olarak gerileyebilir, ama yarın yendien ortaya çıkacaktır. Yani, bu sorun hep varolacaktır. Öcalan’ın, Türk devleti ile ortaklaşan politikalarıyla, varolan temel bir toplumsal sorun ortadan kalkmaz. Öcalan kaba bir idalist olduğu için, var olan toplumsal bir gerçekliği yok sayınca yok olacağını düşünüyor. Materyalist Diyalektik soyut değil, somut gerçeklikten hareket eder.


Günümüzde ezilen ulus hareketleri hala ilerici özelliklerini bütünüyle kaybetmese de, ulusal nitelikleri gereği emperyalizmle uzalaşıcıdırlar. Ve özellikle de Marksist-Leninist dünya görüşüne sahip olmadıkları, sosyalizm perspektifiyle harket etmedikleri için, ulusal özgürlüklerini gerçek anlamda kazanma şansları yoktur. Öcalan önderliğindeki PKK’nin geldiği son nokta bunun yalın bir göstergesidir. Sorun silahları -daha ileri gidemiyordu- yakma-bırakma değil, Kürt ulusal haklarından ezen (Türk) ulus lehine vazgeçme politikasına evrilmesidir. En azından yakın bir örnek olarak bügünün Irak (Güney) Kürdistan bölgesi, uluslararası emperyalist sermayenin cenneti haline gelmiştir. Federe Kürt yönetimini elinde bulunduranlarda birer tekel sahipleridir. Güney Kürdistan’ın ulusal burjuvazisi zenginleşirken, ulusal savaşta peşmerge olarak ölenlerin geride kalanları işçileşerek ve ağır sömürü ve baskı koşulları altında yoksullaşmıştır.


Bu gerçekler, ezilen ulus proletaryasının ve emekçilerinin çıkarı, ezen ulsu paroletaryası ve emekçilerinin ortaklaştığını ve sosyalizm için birlikte mücadele etmeleri gerekliliğini bir kere daha göstermiştir. Çünkü ezilen ulus burjuvazisi önderliğinde bir mücadele, ezilen ulus işçi ve emekçilerini gerçek toplumsal kurtuluşa götürmez.


Ulusal sorunların çözümü, emperyalist sistem içinde gerçek anlamda çözülemez. Bütün dünyada işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi başarıya ulaştığında, gerçekten o zaman, sadece o zaman, silahların hepsi teredütsüz yakılacak ve gerçek barış gelecektir. Çünkü artık silahlara gereksinim olmayacaktır, insanlık yaşamını sürdürmek için ürettiği her şey, doğayla uyum içinde, yaşamını çok yönlü zenginleştirmek için gerçekleşecektir. 24.07.2025



18 Mayıs 2025 Pazar

PKK'nin Kendini Feshetmesi

 

İbrahim Kaypakkaya'nın anısına


Newroz/ Diyarbakır 2025





PKK'nin Kendini Feshetmesi


Yusuf Köse


Önce Bahçeli ve ardından Öcalan ve daha sonra ise PKK, “kendini fesh ettiğini ve silahlı mücadeleyi bıraktığını” açıkladı. Öcalan sorunu net ortaya koydu. “Sayın Bahçeli ve Sayın Erdoğan'ın paradigması doğrultusunda yeni sürece katkı sunmak istiyorum” diyerek, devletin isteği doğrultusunda hareket edeceğini bir kere daha yinelemiş oldu. Yakalanıp Türkiye'ye getirldiğinde de “devlete hizmet etmek istediğini ve devletin kendisinden yararlanmasını” istediğini defalarca tekrarlamıştı.


Öcalan'ın, Türk devletine hizmet paradigmasında bir değişiklik yok. O, bölgede (Ortadoğu'da) Türk devletinin etkin olmasını canı gönülden istiyor. PKK yönetimi, Öcalan'ı bugüne kadar olduğundan çok değişik bir şekilde kendi kitlesine aktardı ve tanıttı. Adeta bir tanrı yarattı ve daha sonra yarattığı tanrının ilk kurbanı kendisi oldu. Küçük burjuva ulusalcı düşünce tarzının kendi düşmanına hizmete dönüşen diyalektiğinin doğal bir sonucudur bu.


Halil Gündoğan yoldaşımın da sık sık vurguladığı gibi; Bahçeli, Erdoğan ve Öcalan, “Kürdistan'ı da içeren büyük Türkiye hayali” çerçevesinde anlaştılar denebilir.1 Bu nedenle, dışişleri bakanı H. Fidan; “Kürtlerin hamisi biz oluruz” demekte ısrar etmesi boşuna değil. Türk emperyalist burjuvazisi, Ortadoğu'ya yayılması önünde engel olarak gördüğü bir hareketi etkisiz hale getirmesi, ve özellikle kendi çıkarları doğrultusunda bir güç haline getirmesi halinde, Öcalan'ı “Türk siyasetinin gelmiş geçmiş en büyük Türkü” yapmakta bir sakınca görmeyecektir.


PKK'ye Silah Bırakmaya Götüren Koşullar


PKK'nın silah bırakması bugünün koşullarında kaçınılmazdı, çünkü koşullar çok değişti. Bunları, sırasıyla şöyle sıralayabiliriz:


Birincisi: Kuzey Kürdistan, PKK'nın ilk silahlı mücadeleye başladığı gibi değil. Kapitalist gelişme hızlandı ve güçlendi. Köyler boşaldı. İşçi sınıfı nicel ve nitel olarak gelişti. Bir çok Kürt şehri sanayi kenti haline geldi ve giderekte yaygınlaşıyor. Gerilla kaynağı, topraksız ve yoksul Kürt köylüsü yok oldu. Ve bu nedenle de Kürt köylüsü, artık, gerillayı, insan kaynağı olarak besleyecek durumdan çıkmıştır.


İkincisi: PKK'nin gelişmesini ve bölgeye yerleşmesini sağlayan, ABD'nin Irak'ı işgal etmesi, öncesi hava saldırıları ve Saddam sonrası Irak içindeki gelişmeler, bugün ortadan kalkmış ve Irak hükümeti kısmen stabilize hale gelmiştir. Irak içindeki Kaos, PKK'nin bölgeye yerleşmesini ve güçlenmesini sağlayan etkenlerdi. Çünkü bölgede önemli bir Kürt nüfusu olduğu gibi, silahlanma ve etkinlik sağlamak içinde elverişli ortam sunuyordu. Bugün bu durum yoktur.


Üçüncüsü; Suriye'deki gelişmeler ve Rojava'nın kuruluşu PKK'yı bölgede ve uluslararası alanda güçlendiren önemli bir gelişmeydi. Ancak, Esad'ın devrilmesi ve yerine HTŞ'nin getirilmesi, Kürtler lehine gelişmeleri yavaşlattığı gibi, oldukça zorlaştırdı.


Dördüncüsü; Uluslararası durumlarda, özellikle de PKK'nin yararlandığı Güney ve Batı Kürdistan'da değişimler oldu. Güney Kürdistan'da bir federasyon var ve buradaki yönetimin Türk devletiyle ekonomik ve siyasi ilişkisi oldukça gelişkin olduğu gibi, Türk devletinin ondan fazla askeri üssü ve karakolları var. Yani, adı konulmamış bir işgal söz konusudur. Türk devletinin buralardan çıkması söz konusu olmadığı gibi, buralardaki askeri yapısını her geçen gün güçlendirmektedir.


Beşincisi: Güney Kürdistan Yönetimi (Barzaniler) PKK'nın Güney Kürdistan'da barınmasını istemiyor ve bu nedenle de sık sık çatışmalar gündeme geliyor. Aynı zamanda Irak hükümeti'de PKK'nın Irak sınırları içinde askeri faaliyet sürdürmesini istemiyor ve bu konuda Türk devletinin baskılarını kabul ederek, PKK'ye “Irak'ı terketmesi” yönünde baskı yapmaktadır.


Altıncısı: Türk devletinin Afrin'i ve Rojava'nın yarısını işgal etmesi ve buraları ilhak etmek amacıyla elinde tutması, Rojava üzerindeki baskısı, HTŞ üzerindeki etkisi, Kürt ulusal hareketinin etki alanını gerilettiği gibi, adeta varlık-yokluk sorunu haline getirmiştir. Ve Suriye'nin artık eski Suriye olmayıp, başta Türk, ABD ve İsrail emperyalistlerinin işgali ile parçalanmıştır. Ve gelinen aşamada, Rojava Kürt federasyonunun varlığını ABD'ye dayanarak yaşatmasının da koşulları ortadan kalkmıştır. Suriye'de şimdi ABD, Türkiye, İsrail, Fransa ve İngiltere vardır ve bu emperyalistlerin kendi çıkarları doğrultusunda Suriye'ye nüfuz etme planları vardır. Özellikle İran ve Rusya'nın bölgeden kovulması, Kürt ulusal hareketi aleyhine bir gelişme ve ortam yaratmıştır. Çünkü bu iki ülkenin varlığı, Batılı emperyalistler ile olan çelişkiler, Kürt ulusal hareketinin kendi lehine bu çelişkilerden yaralanmasının koşullarını da yaratmıştı.


Yedincisi: Gelinen aşamada PKK'nin güçlenmesini sağlayan silahlı mücadelesi değil, sivil örgütlenmesiydi. Yani, silahlı mücadele görevini yapmıştı. PKK'nın silahlı mücadele gövdesi küçüldükçe, sivil gövdesi, Türkiye ve Kürdistan'ın parçalarında ve uluslararası (özellikle Avrupa'da) alanda gelişti ve güçlendi. Diğer yandan PKK'nin ilişki kurmak istediği ya da ilişki geliştirmek istediği tüm burjuva çevreler, silahlı mücadelenin terk edilmesi konusunda baskı yapıyordu. Ayrıca, PKK'nin genel siyasal çizgisi de, devrimci bir silahlı mücadele yürüterek burjuva siyasal düzenini yıkmak değil, tersine, burjuva siyasal düzeni içinde ulusal haklarını kazanmak ve kapitalizmin reforme edilmesi hedefliydi. Öcalan'ın “konfederalizmi”nin sınırı, “kapitalist modernite” ye karşı çıkar gibi gözüksede, kapitalizmin sınırları içinde yer alıyordu.


Sekizincisi; PKK, artık Türkiye ve Kuzey Kürdistan sınırları içinde eskisi gibi silahlı faaliyet yürütemiyordu. Uzun yıllardır özellikle Kuzey Kürdistan'da yoktu. Ve gerilla kayıplarının %90'nından fazlasını Tük devletinin İHA, SİHA ve Hava güçleri karşısında veriyorlar. Yani, Türk devleti tüm hava sahalarını kontrol altına almış ve gerillaya yaşam hakkı vermiyor.


Dokuncusu: Türk devleti, PKK'nin askeri varlığını ve faaliyetini kısıtlamasına ve küçük bir bölgeye sıkıştırmasına karşın, tüm baskılara, tutuklamalara, kayyımlara ve yıldırmalara rağmen, PKK'nin legal alandaki mücadelesini ve varlığını durduramıyor. Bu durum bile, silahlı mücadelenin gereksizliğini ortaya koymaya yetiyor. Ayrıca belirtmek gerekiyor ki, Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarının tanınması, yani özgürce ayrılma hakkının tanınması, ancak ve ancak Türk işçi ve emekçilerin yoğun mücadelesi sonucu ve özellikle de, iki ulustan işçi sınıfının ortak mücadelesiyle bu haklar kazanılabilir. Gerisi, kitleleri, en az yüzyıllık aldatmanın devamı olarak kalır.


Onuncusu: Faşist Erdoğan rejimi, PKK'nin kendini fesh etmesi ve silahlı mücadeleyi bırakmasını, ülkenin demokratikleşmesi için değil, baskı ortamını ve kutuplaştırmayı daha fazla artırmak için yapacaktır. Özellikle Kürt işçi ve emekçilerini kendi safına çekmek için kullanmaya çalışacaktır. Türkiye'nin burjuva anlamda demokratikleşememesinin nedeni PKK değil, başta işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları olmak üzere, tersine Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarının tanınmaması, zoraki asimilasyon ve Kürt ulusu üzerinde baskıcı ve yasakçı bir politikanın sürekli hale getirilmesindendir.


Onbirincisi: PKK'nin kendini fesh etmesiyle TC devletin'den Kürtlerin ulusal haklarını tanıyacağını” beklemek, aç kurttan kuzuyu yememesini bekleme hayalinden başkası değildir. Faşist Erdoğan rejimi, kendiliğinden gitmeyecek ve ülkede asgari oranda da olsa bir demokratikleşme olmayacaktır. Özellikle de Kürt ulusal hakları lehine bir gelişme olmayacaktır. Ancak bu, onuncu şıkda belirttiğim koşullarda olabilir.


Onikincisi: PKK, MLM bir hareket değil, ilerici-demokrat Kürt ulusal hareketiydi ve uluslararası proletaryanın dostuydu. Halende öyledir. Ancak, Kuzey Kürdistan'da Kürt burjuvazisi gelişmiş ve palazlanmıştır. Türk burjuvazisi ile içiçe geçmiş ve hatta bazı Kürt kökenli tekeller uluslararası tekel haline gelmiştir. Kuzey Kürdistan'da kapitalizmin gelişimi, Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisiyle içiçe geçmesi ve çıkarlarının ortaklaşması, PKK hareketinin silah bırakmasında rolü olmuştur. “Bin yıllık kardeşlik”, “Büyük Türkiye”, “Güçlü Türkiye” argümanları, Türk burjuvazisiyle içiçe geçen Kürt burjuvazisinin de isteğidir. Bu sermayenin çelişmeli kardeşliğidir. Sadece Kuzey Kürdistan değil, Güney Kürdistan'ı yönetenlerin kendileri de birer tekel haline geldiği gibi, uluslararası tekeller ve emperyalist devletlerle yakın ilişki içindedirler. ML düşünce temelinde hareket etmeyen bir ulusal hareketin tekelci burjuvazinin yanına kayma eğilimi daha güçlüdür.


Ve Sonuncusu: Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ortaklaşa örgütlenerek ortaklaşa mücadele etmelidir. “Ulusal kardeşlik” burjuva bir slogan ve sahtedir. Ulusalcılığın kardeşliği olmaz. Ulusalcılık sermayenin koynunda büyür. Ama, sınıf kardeşliği, işçi sınıfı kardeşliği her şeyin üstündedir ve maddi bir temeli vardır. Kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurma perspektifiyle hareket edildiğinde ve sosyalizm gerçekleştiğinde gerçek kurtuluş o zaman olacaktır. Gerisi, burjuvazi lehine küçük burjuva oyalamalarıdır. Unutmamak gerekir ki; Kuzey Kürdistan işçi ve emekçileri yüksek bir demokratik bilince sahiptir. Onu faşizme ve gericiliğe karşı demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi ve genişletilmesi için kullanmaya devam edecektir. 18.05.2025





1https://halilgundogan.blogspot.com/2025/05/ulusalc-kemalistlerin-lozan-ve-1924.html

31 Mart 2025 Pazartesi

DEVRİM BİR MACERADIR

Okurlardan özür diliyerek, devrimden sonrada güncelliğini yitirmeyeceğini düşündüğüm, Mayıs 2011'de yayınlanan makalemi, yeni genç kuşaklar için bir kere daha yayınlıyorum:

 

 

 

DEVRİM BİR MACERADIR



Yusuf KÖSE


Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.


Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.


Korkunun esiri olmadan gireceksin maceraya. En güzel yaşam, en zorlu uğraş bu macerada vardır. Kalleşliğin nereden geleceğini, dostluğun ne olduğunu bilirsin. Niçin neden savaştığını, seni sömüreni, ezeni bilerek ve dünyayı tanıyarak yaşarsın. Ufkun alabildiğine açıktır, gitmenin ve bilgi deryasında zenginleşmenin sınırsızlığını yaşayarak görürsün.


Militan bir ruha sahip olunmadan devrimcilik yapılamaz. Militan ruh, ezenle ezilenin, işçiyle patronun arasındaki çelişmenin çatışmasından gelir ve Marksizmin bilimselliği ile aydınlatır yolunu. Devrimcilik sosyalizme inanmaktır. Sosyalizm ve komünizme inanmayanlar devrimci olamaz. Devrime katılmak ayrı ama, devrimcilik ise devrime katmaktır geniş yığınları.


Devrimcilik gözü kara militanlığı şart koşar. Özellikle gençleri içine çeker ve gençler devrim ateşini harlayarak yürür yollarında. Ve bu çoşku işçi ve emekçilerin çoşkularıyla birleşince, önünde hiç bir güç duramaz. Onlar için artık 24 saat devrim için vardır ve onun dışında başka bir zaman yoktur.


Kitleler böyle bir maceraya atılmadan eskiyi yıkıp kendilerini özgürleştircek yeni sistemi kuramayacaklardır.


Tarihi kökleri derinlerde olan büyük bir tarihsel maceradır, devrimcilik. O, insanlığın kendi öyküsüyle yaşıttır. O, kopuştur eskiden, eskilerden. Kopuştur hayatı durduran çürümüşlüklerden, kokuşmuşluklardan ve hantallıklardan.


Büyük bir macerayı göze alamayanlar devrimci olamazlar. 1960-1970-1980’lerin genç kuşakları düşünüldüğünde ve onların maceraları göz önüne alındığında, arkalarına bakmadan yürüdükleri görülecektir. Onlar, geride kalmasın diye gölgelerini yanlarında taşıyan bir kuşağın temsilcileriydiler.


Ya da 15-16 Haziran 1970 Türkiye işçi sınıfının direnişi düşünüldüğünde, işçiler kendilerini o maceraya attıklarında tankları bile çiğneyip geçmişlerdi. Aynı Tahrir, Taksim’de, Diyarbakır, Syntagma ve dahan nice meydanlarda olduğu gibi.


Ezilen yığınların maceracılığı yıkıcı ve yakıcıdır. Bir kere başladığında sonun nereye varacağı pek kestirilemez. Önünde ise düşmanın kıyıcı dev orduları bile duramaz. O bir sel gibi, tusunami gibidir. Kenarda duranları da içine alarak ve her adımda büyüyerek ilerler. En büyük en güzel insanlık macerası budur.


Özgürleşmek için devrim saflarında örgütlü maceraya atılmaktır doğru olan.


Yenilgi günlerin devrimciliği zor olmasına karşın, en iyi devrimcilik ve devrimci kalmak böylesi günler için vardır. Faşizmin azgınca saldırılarına karşı mücadele edenlerin maceraları ise, geleceğin çimento taşları, çoşkulu devrim günlerinin hazırlayıcıları olurlar ve olmuşlardır.


En büyük devrimciler ayağa kalkmış ezilen kitlelerdir. İşçi ve emekçilerdir. Onların devrimciliği zorbalardan zorla alınan ateşle harlanmış gibidir. Bin yılların ezilmişliklerini, kölelik zincirlerini kırarak fırlatıp atarlar. Çünkü onlardır her şeyi yaratan ve onlardır yine en güzel tarihleri yazacak olanlar. Buna inanmak ve onlarla birlikte olmak, onların karanlık yanlarını aydınlatmak bu maceranın en özgün yanlarıdır.


Kitlelerin zaman zaman büyük bir sessizliğin içine çekilmesinden korkmamak ve ürkmemektir devrimcilik. Böylesi durgun zamanlar, kitlelerin kendilerini tanıma ve yeni atılımlar için enerji toplama anlarıdır. Böylesi dönemlerde devrime ve devrimciliğe sövüp sayanların haddi hesabı yoktur. Bilinmez değildir, bunların ne diye bağırdıklarını ve de kanlı salya akıttıkları. Sermayedir sahipleri. Onların devrime karşı salya akıtmaları, uşaklıkta bir yer edinme telaşıdır. Onlara baktığında insanın insan olmaktan çıktığının resmini görürsün.


Bazan ölüm seni ve bazan sen ölümü kovalarsın, ama ölüm hep senin önün sıra yürümesine karşın, sen onu görmeden düşünmeden yaşarsın. Çünkü yaşamı, yeniden ve yeniden yeşertmektir senin büyük davan. Sen ölümden değil, ölüm tüccarları senden korkar.


Her özel mülk bir başka ezilenden çalınan hayattır. Bunu bilirsin. Mülk edinme ve özel mülkiyet sahibi olmanın ağırlığı yoktur üzerinde. Bu nedenle yaşamı yaşayarak yaşarsın. Devrimcilerin yürekleri ve hayalleri bir bahar yeri gibi olması bundandır. Yaşamın en güzel yanı da budur. Çünkü mülk ya da özel mülkiyet edinme hırsı ağır bir zincir gibi dolanır insanın bacaklarına. Kısıtlar insan gibi yaşamı yaşamayı. Özürlüğün prangasıdır onlar. Elinin tersi ile iterek bu tür anlayışları silmek için uğraş, onu yer yüzünden silerek tarihin çöplüğüne atmaktır devrimcilik.


Kitlelerden kopmamak, onlarla içiçe bir yaşam sürdürmektir devrimcilik. Bir deryadır kitleler, ne varsa onlarda vardır. Gelecek onların elleriyle biçimlenecek, zorbalık onların sıkılı yumruklarıyla yıkılacaktır. Onlara güveneceksin ve onlarsız bir yaşam hayal etmeyeceksin. Hayal ettiklerin onların avuçlarının içindedir çünkü.


Beklemesini bilmektir devrimcilik. Kitleler kış uykusuna yattıklarında sabırsızlanmayacaksın, telaşlanmayacaksın, umutsuzluklara kapılmayacaksın. O anı sabırla, iğneyle kuyu kazar gibi beklemektir en büyük devrimcilik. O anın her an gelebileceğini düşünerek yaşamak ve hazırlıkları ona göre yapmaktır devrimcilik. Yer çekimine karşı korcasına yaşlanmadan yaşayacaksın, o anın gelmesini bekleyerek.


Tarih boyu devrimler insanlığın en büyük maceraları olmuştur. Tarihe not düşenler ve yön verenler yalnız ve yalnızca bu maceralar olmuştur. Devrimcilik, mayasını bu büyük insanlık maceralarından almıştır. Bu maya insan var olduğu sürece mayalanmaya devam edecektir.


Ve her nesil, bir sonraki nesilden daha militanca mücadele içinde bulacaktır kendisini. Çünkü “baldırı çıplak dev” kış uykusundan uyanmaya çoktan başladı. Zorbaların telaşı ve zorbalıklarını artırmaları bundandır.


Kokuşmuş düzenin uyuşukluğundan ve yaşamı ağırlaştıran köhneliğinden kurtulmak istiyorsan, bu macera seni bekliyor. 16.05.2011

30 Mart 2025 Pazar

Mücadeleyi Büyüterek Bu Sistemi Değiştirmeliyiz!

 


 

 

 

 


İstanbul-Maltepe 29 Mart 2025

 

 

 

 

Mücadeleyi Büyüterek Bu Sistemi Değiştirmeliyiz!


Kitleler eskisi gibi yaşamak istemiyor, iktidar sahipleride eskisi gibi yönetemiyor. Eskisi gibi yönetmketen, artık -baskıyla karışık- toplumsal bir „rıza“ üretemiyor anlaşılmalıdır. Bunu esasta 2013 yılından beri kaybetti. 2013 yılı GEZİ (Haziran Ayaklanması) direnişinin geriye çekilmesinden ve belli bir süre uykuya yatmasından sonra, halk, yeniden sahnedeki aktif yerini aldı. Başka türlü de olamazdı. Bu kadar kitleyi sokaklara döken ekonomik yan arka planda kalsada, GEZİ ve bugünkü eylemlerde bütünüyle politiktir. Kitlelerin, politik haklar kazanılmadan ekonomik hakların kazanılmayacağının bilincinde olduğu söylenebilir. Grev yasağı politik olduğu gibi, ona karşı direnişte politiktir. Bu nedenle, grev ve direnişler komünizmin okuludur.


Sınıflı toplumun diyalektiği tersine işlemez. Her zaman, toplumsal çelişmelerin ana hattını oluşturan ve yeniyi temsil eden (işçi) sınıfın, mücadele açısından lehine olumlu gelişmeler yaşanır. „Yaprak bile kımıldamıyor“ umutsuzluk yayanların aksine, toplumsal umudu besleyen ve yaşatan da bu (emek-sermaye) çelişmenin varlığıdır. O, bir şekilde kendi mecrasını bulacaktır. Önüne çıkarılan nesnel ve öznel engeller, yine o çelişmenin kaçınılmaz dinamiği ve öznesi tarafından mücadele içinde aşılır ve yaratılır.


İşçi sınıfı ve emekçiler açısından, 12 yıllık süreç, derin bir uyku süreci olmayıp, pasif direnişlerle kendini hazırladı. Grevler, yer yer büyük kitlesel protesto ve mitinglerle beslendi. Faşist iktidar, sermaye lehine birçok grevi yasaklamasına karşın, işçiler yasak dinelemeyip direnişe geçtiler. Örneğin, en son işçi kenti Antep’deki işçi direnişleri (özellikle, Başpınar) ve yine aylarca devam eden Çayırhan madenlerinin özelleştirilmesine karşı, maden işçilerinin sürdürdürmeye devam ettiği direniş bunlardan sadece bir kaç tanesidir.


İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan kitlesel tepki, salt onu korumak ve onun şahsı için deği, o bir vesile oldu. Aynı GEZİ’deki „bir kaç ağaç meselesi“ olmadığı gibi. Toplumun büyük bölümü patalamaya şu veya bu şekilde hazırdı. Bekelenen sadece küçük bir kıvılcımdı. O da İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla geldi. Genelde ,büyük kitlesel patlamalar ve birkimiş öfkelerin sokaklara taşması, ortaya çıkan bir kıvılcımla kendini dışarıya vurur. Nicel birikimlerin nitel aşamasıdır bu.


Faşist Erdoğan başkanlığındaki sermayenin tek adam rejimi, iktidarını sürdürebilmesi için elinde sadece faşist devlet şiddeti kaldı. Bu nedenle, sadece işçi sınıfı ve emekçileri değil, burjuva muhalefeti ve toplumun geniş bir kesmini karşısına alarak baskı ve şiddeti yaygınlaştırdı. Çünkü iktidar kaybı, büyük bir sermaye kaybıdır. Sermaye devletinin kitlelere vereceği ekonomik ve demokratik hak anlamında bir şey kalmamasının ve iktidarını kaybedeceğinin bilincinde olmasının açık faşist politikasıdır. Bu kapitalist sistemin kendi yapısal ve esasta çözemeyeceği sorunlardan biri ve bu da onun yıkımını getirecek çelişmeyi içinde taşımasından kaynaklıdır.


Ekonomik ve siyasal olarak yönetemez krizi içinde olan faşist iktidar, Egemen sınıfların siyasal temsilcisi olarak muhalefetteki kanadını oluşturan CHP ile çekişmeli uzlaşısını bitirdi. CHP, uzun yıllardır Erdoğan iktidarının ayakta kalmasının stepnesi görevini yerine getidi. Kitlelerin haklı öfkesinin kitlesel olarak sokaklara taşmasının önünde bariyer oldu. Ancak, bir nevi seçme seçilme hakkı elinden alınınca, kitlelerin birkmiş öfkesini de arkasına alarak harekete geçti. Çünkü siyasal olarak varolması buna bağlıdır.


Ancak, İşçi sınıfı ve emekçilerin ve özellikle gençliğin (sadece ünüversite gençliği değil, işçi gençliği de) talepleri ile CHP’nin talepleri bu sistemin reformize edilmesi (CHP açısından seçme seçilme hakkının korunması) konusunda kısmen birleşmesine karşın, esasta aynı değil. İşçi sınıfı ve gençliğin talepleri daha ileri bir noktadadır. Faşist diktataörlüğün yıkılması, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması kitlelerin -şimdilik- asli talebidir. İşçi sınıfının nihai talebi ise, elbette farklıdır. Ve bu sosyalizmdir. Devrimci işçi sınıfı, sömürü ve baskının bütünüyle kalkmasından yanadır. Onun esas çıkarları buradadır. CHP’nin programı kapitalist sistemi, yani, sermaye sınıfının çıkarlarını esas alan sistemi ve işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde sermaye egemenliğini sağlayan burjuva devletini korumaktan yanadır. AKP-MHP ile arasındaki kavga, „seçimle gelen seçimle gider“ prensibinin korunması ve bütün egemen sınıf partilerince kabul edilmesi ve uygulanmasıdır. Tabi ki, aralarındaki ekonomik temel çelişme devletin olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak ve sömürüden daha fazla pay almaktır. Bu bağlamda, CHP iktidara geldiğinde şimdi eleştirdiği, işçi sınıfının büyük bir bölümünü ve emeklileri açlık sınırı altında yaşamaya mahkum eden „M. Şimşek Programı“ vb.ni harfiyen belki de daha ağırlarını uygulayacaktır. Ülkemizin en büyük sermaye grubunu temsil eden TÜSİAD’ın istemleri ve çıkarları dışına esasta çıkamaz. TÜSİAD (MÜSİAD üyelerinin de bir bölümü dahil) ise, uluslararası sermayeyi temsil eden ve uluslararası alanda sermaye yatırımları olan emperyalist nitelikli bir sermayaderler grubudur.


CHP, bugün burjuva anlamda „demokratik hak ve özgürlüklerden „yana olması, kendi üzerindeki elimine etme baskısı yanı sıra, kitlelerin ilerici öfkesi karşısında kitlesel öfkenin taleplerini sahiplenmek zorunda kalmasıdır. Bu nedenle, sık sık „Deniz Gezmişlerin arkadaşlarıyız“ söylemini yineliyorlar. Bu geçici olarak iyi, ancak, işçi sınıfı ve emekçileri kendi burjuva programına mahkum etmesi tehlikesini içerdiği görülmelidir.


Gelinen aşamada, uluslararası kapitalist-emperyalist sistem derin bir bunalıma girdiği gibi, artık 1950-1970‘lerin reformist sosyal demokrat parogramlarını uygulaması süreci geçti. Sermayenin yoğunlaşmasına koşut olarak gericileşme faşistleşme düzeyine geldi. Kapitalist sistemin topluma baskı ve ağır sömürünün dışında vereceği bir şey kalmadığı için, burjuva sosyal demokrat partilerin iktidara gelmesi sorunun özünün değiştirmeyecekitr. Onlar, reformist değil, sermayenin baskıcı ve faşizan politikalarını hayata geçireceklerdir. Bugün ABD ve Avrupa (AB) ülkelerinde olduğu gibi.


Kitlesel büyük tepki ve direnişler bitmiş değil. Artık uzun bir süredir bireysel olan tepkileri kitleselleşmiştir. Çünkü faşist Erdoğan rejmi bütünüyle toplumsal güvenini yitirmiştir. O da bunu bildiği için elindeki tüm faşist devlet şiddetini yargısıyla, polisiyle, bürokrasiyle, ekonomik uygulamalarıyla ortaya koymaktadır. Kürtlere „süreç“ olarak sunduğu ya da sunar gibi yaptığı „havuç“un ise, gerçekte herzamanki, TC imzalı, üzerinde; asimile et, asimile edemiyorsan ez, çivili bir sopa olduğu biliniyor.

Öte yandan, demokratik hak ve özgürlükler için en aktif kitleyi pasifize etme ve hatta elimine ederek susturma taktiğinden başka bir şey olmadığını doğrudan muahttapları olan PKK’da biliyor ve özellikle de Newroz meydanlarında toplanan yüzbinlerece Kürt işçi ve emekçileri her gün yaşadıkları zulümden biliyor.

Bilmemeleri olası değildir. Burjuva anlamda dahi demokratik bir ortamın olmadığı bir ülkede, ezilen ulusun kendini özgürce ifade etmesine olanak sağlanmaz. Bu bağlamda, Kürt işçi ve emekçilerinin yeri, bütün ülkedeki işçi ve emekçilerin yeri ve yanıdır. Sınıf kardeşliği temelinde ve işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda ortaklaşa mücadeleyi geliştirmektir. Faşist Erdoğan iktidarının böl-yönet, milliyetçi-ırkçı ve sosyalşovenist politikasını boşa çıkarmak, Türk ve Kürt işçi sınıfı ve emekçilerinin, gelinen aşamda en acil görevdir. Kapitalist sistemde ve de emperyalizmin korumacılığı altında da „asla barış“ olmaz. Gerçek barış ve özgürlük ancak ve ancak sosyalizmle gerçekleşir.


Karşı karşıya olan iki tarafında eskisi gibi yaşamak istememesine karşın, hala devrimci bir durum yok, devrimci durumun gelişmesinin nesnel koşulları fazlasıyla olgunlaşmış durumdadır. Devrimci durumun gelişmesi işçi sınıfının üretimden gelen gücü, yani, üniversiteli gençliğin „genel boykot, genel direnişine“ karşılık „genel grev ve genel direniş“ ile mücadelenin daha geniş bir boyutta ortaklaştırılmasıyla olacaktır. Ancak, iktidar yanlısı sarı sendikalarla „genel gerev“ olmayacağı için, işçi sınıfının devrimci ve kömünistler tarafından tabandan örgütelenerek bunun gerçekleştirilmesi olasılığı vardır. DİSK’in sadece İzmir özelinde yarım günlük „iş bırakma“ eylemi (tamamen politik) çok önemli olmasına karşın, bu durum Türkiye ve Kuzey Kürdistan çapında yayılamadı. Devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı içinde çalışma ve örgütlenmeyi esas almasının önemi bir kere daha ortaya çıktı. İşçi sınıfının önemli bir bölümü, üretimden gelen gücünü mücadele sahnesine sokamazsa, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasının başarı şansı az olduğu bilinmelidir.


Harekete geçen kitlelerin politik hedefi, elbette 23 yıldır iktidarda olan faşist Erdoğan rejminden kurtulmak. Yani, asgari ölçüde de olsa demokratik hak ve özgürlükleri elde etmek. Bu başarılabilir ve başarılacaktırda. Ancak, devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı ve gençliğin içinde örgütlü mücadelelerini geliştirmeye ve kitleleri, burjuva muhalefetin frenleyici etkisinden kurtarmaya bağlıdır.


Bütün bunlara rağmen, mücadele durmayacak, bastırıldığı yerden yeniden dirilmesini bilecektir. Çünkü, AKP-MHP faşist iktidarının kitlelerin „rızasını“ alacak, şiddetten başka bir aracı kalmadı. En zayıf dönemini yaşıyorlar. Uluslarası emperyalist gericilik, faşizm ve savaş tehlikesi, onu ayakta tutmaya yeterli olmayacaktır. İçerde egemen sınıflar arası çelişmeler daha da keskineleşcek, ama her şeyden önce sefil duruma düşürülen işçi sınfı ve emekçiler ve gençlik hareketleri, kitlesel hareket etmesini öğrendikleri ve bununla neyi başardıklarını bildikleri için faşist rejimi zayıflatmaya ve yıkana kadar mücadeleyi sürdürmeye devam edecektir. Bu nedenle „Birleşe Birleşe Kazanacağız“, kitle hareketinin motosunu oluşturmuştur. 30.03.2025