10 Aralık 2025 Çarşamba

Emperyalizmin Ekonomik Özü (Emperyalizm Üzerine Notlar-8)


 

Emperyalizm Üzerine Notlar-8 : Emperyalizmin özellikleri



 

                                                                                                                



Emperyalizm Kapitalizmin Tekelleşme Evresidir

 Yusuf Köse

Emperyalizme kapitalizmin ekonomik olarak gelişmiş bir anlamı dışında çok özel anlamlar yüklemek, çok olağanüstü bir fenomen gibi ele almak, daha baştan onu nesnelliğinden koparmayı da beraberinde getirmektir.


Emperyalizm, kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu, kapitalist gelişme diyalektiğinin bir ürünü ve kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin bitimi ve tekelleşmenin başlamasıdır. Lenin’in üstüne basa basa belirttiği gibi, emperyalizm tekelci kapitalizmdir. Bu bağlamın dışında, emperyalizme çok özel anlamlar yüklemek, bir kaç şanslı(!) ülkenin dışında kimseye „nasip“ olmaz gibi, soruna, adeta mistik yaklaşmak, kapitalizmin temel ekonomik yasalarının diyalektik gelişimini yarıda kesmektir.


Bazı küçük burjuva anlayışlar, emperyalizme o kadar özel bir anlam yüklüyor ki, sanki kapitalist gelişmenin dışındaymış gibi sorunu ele alıyorlar. Ve hatta yeryüzünden değil, kapitalist ekonomik yapının gelişmiş halinin yüksek bir gelişim hali olarak değil, dünyaya uzaydan gelmiş gibi, kapitalizmin bir üst aşaması olan emperyalizmi tanımlamaya çalışıyorlar. Onu, ekonomik özünden kopuk ele alınca, ortaya, ayakları yere basmayan eklektik bir emperyalizm teorisi çıkıyor. Salt eklektizim değil (2. Enteryansyonal oportünizmin 1914‘de yaptığı), sosyal şovenizm gibi ağır siyasal sonuçları olan anlayışlara sapmayı ya da teslim olmayı da bağrında taşıyor. Böyle bir teori, Lenin’in emperyalizm teorisiyle bütün ilişkisini de koparıyor. Emperyalizmin ekonomik özünün reddedip, buna rağmen emperyalizm üzerine, pratikten kopuk „teori“ üretmeye çalışmak, kulakları tırmalayan boş sözlerin ötesine geçmiyor. Sorunları ve şeyleri çözümleme yöntemi diyalektik materyalist olmayınca, idealizm ve metafiziğin etkinlik alanından teori üretimlemye çalışılır.


Her siyasal gelişmenin bir ekonomik alt yapısı vardır. Yani, siyaset ekonomiden bağımsız olamaz. Onun siyasal uzantısıdır. Birbiri üzerinde etki eder ve nihayetinde belirleyici olanda ekonomik alt yapıdır. Emperyalizm, salt bir siyasal eğilm değil, ekonomik bir sistemdir.


Kapitalizm kendi içinde evrimleşrek, serbest rekabetçi dönemin kapanması, tekelleşme döneminin esas hale gelmesidir. Emperyalizm, kapitalizmin ekonomik olarak gelişmesinin niteliksel bir ifadesidir. Lenin, emperyalizmin ekonomik özünü, emperyalizmi incelediği „emperyalizm“ kitabının daha giriş bölümünde ele alırken, sorunun kaynağı olan bu bölüm nedense görmezden geliniyor.


Ve nedense, bu bölüm, daha çok da Türkiye ele alınınca görünmezden geliniyor. Bu „görmemezlik“, daha doğrusu siyasi körlük, diğer yeni emperyalist ülkelerin -örneğin Hindistan- bazı devrimci ve komünis örgütlerinde de var. Yani, kendi ülkeleri olunca ince ulusalcılığın ideolojik damarları, gerçeklerin önüne geçiyor. Bu düşünce tarzı da onların, sorunlara, bilimsel bir analiz yöntemine yönelmelerine engel oluyor. Kafalarında önceden sabitledikleri formtlara nesnelliğin uymasını bekliyorlar. Ama, nesnelliğin kendini inceleyerek bir teori üretmiyorlar. Teoriyi nesnellikten değil, metafizik dünyalarından üretmeyi yeğliyorlar. Ve böylece teori ve pratiğin birliğini birbirinden koparıyorlar.

Sorunun ekonomik özünü göremeyenlerin gözünde emperyalizm sadece ve sadece ABD’dir. Emperyalizm, salt, „vurduğunu kıran, her yere askeri olarak müdahale edebilen bir güç“ olarak ele alınıyor. Ama bu anlayış temelden eksik ve yanlıştır. Kapitalizm öncesi toplumsal dönemlerde de dünyaya egemen olan bir çok imparatorluk vardı. Ya da kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde de dünyayı elinde tutan ya da egemen olan güçler vardı. Ama bu güçler emperyalist değildi. Kapitalizm öncesi özel mülkiyetli toplumlarda bunların örnekleri çoktur.


Emperyalizmin Ekonomik Özü


Marx, Kapital’i yazarken, kapitalizm, serbest rekabetçi kapitalizmin egemen olduğu bir süreçte tekelleşmeye doğru gidiyordu. Ama, o an tekelleşme egemen değildi ve Marx kapitalizmin bu eğilimini belirtti. 1980‘lerin sonunda Engels’de tekelleşme olgusu daha nettir. Çünkü tekelleşme etkin hale gelmeye başlıyordu. Tekelleşme bir olgu olmaktan çok, belirginleşmeye ve esas hale gelmeye başlamıştı. 1890‘ların sonu ve 1900‘ların başında ise tekelleşme esas hale gelerek, kapitalizm emperyalist (tekelcilik) aşamasına ulaştı.


Lenin’in aşağıdaki belirlemesi serbest rekabetçi kapitalizm ile tekelci kapitalizm (emperyalizm) arasındaki ekonomik ayrımın özlü açıklamasınıo bize verir.


Olgular, kapitalist ülkeler arasında, örneğin himayecilik veya serbest müdahale konusunda varolan fabrikaların, yalnızca tekellerin biçimiyle ve onların ortaya çıkışlarının zamanıyla ilgili önemsiz bir takım çeşitlilikleri belirlediğini göstermektedir...“


ve Lenin, devamında; oysa üretimdeki temerküzün bir sonucu olan tekellerin doğuşu, kapitalizmin evriminin içinde bulunduğumuz aşamasının genel ve temel bir yasasıdır.1 (açYk)


Lenin’in emperyalizm teorisinin üzerine oturttuğu temel ve emperyalizmin ekonomik özü, işte budur!


Lenin, burada, serbest rekabetçi dönemin kapitalizmi ile üretimin toplumsallaşmasının bir sonucu olan tekelleşme (emperyalizm) aşamalarını net olarak ortaya koymaktadır. Serbest rekabetçi kapitalizmle, tekelci kapitalizm arasında niteliksel bir fark vardır. Serbest rekabetçilik -Lenin’in de belirttiği gibi-, üretimin yoğunlaşmadığı kapitalizmin tekelleşme öncesi bir aşamasıdır. Üretimin yoğunlaştığı ve buna bağlı olarak tekelleşmenin ortaya çıkmasıyla birlikte, o aşama kapanmış ve tekelci aşama hakim hale gelmiştir. Yani emperyalizm! Bu gelişme bize, emperyalist dünya sistemini verir.


Tekelleşme, 1880‘lerden önce ortaya çıkamazdı, çünkü sanayi de yoğunlaşma yoktu. Üretim belli alanlarda ve belli ellerde yoğunlaşmamıştı. Sanayi ile banka sermayesinin birleşiminin ekonomik koşulları daha tam olgunlaşmamıştı. Sanayi olgunlaşmadığı (gelişmediği) için, banka sermayesi ticari sermaye olarak faaliyet südürüyordu.


Küçük burjuva düşünce tarzıyla hareket edenler, „Türkiye emperyalist“ deyince, söylem yerindeyse, „dik oturup dik kalkıyorlar“. Mübağlı bir şekilde söylersem: „nasıl olur Türkiye gibi ‚uşak’ bir ülke emperyalist olur!“ „ emperyalizm sadece başta ABD olmak üzere bir kaç batılı ülkeye nasip olmuştur.“ Onlara göre, emperyalizmin ekonomik sistemi olmadığı için, niyeti kötü emperyalistler diğer ülkelerin emperyalist olmasına asla ve haşa „izin vermezler!“ Aynen böyle düşünüyorlar. Çünkü yazdıkları ortada.2


Küçük burjuva düşünce tarzıyla hareket edenler tarafından kabul edilsin ya da edilmesin, emperyalist dünya sistemi diye objektif bir gerçeklik vardır. Kapitalizm tekelleşmiştir ve dünyaya tekelci burjuvazi egemendir. Devletler tekelci burjuvazinin egemenliği altındadır ve tekelci devlet kapitalizmi hakimdir. Tek tek ülkelerde, üretimin toplumsallaştığı ülke ekonomilerine çok az sayıda tekel egemendir. Geçmişin yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerin bir çoğu emperyalist ülke haline gelmiş ve emeryalistleşme devam etmektedir. Bütün ekonomik veriler, kapitalizmin toplusallaşması, ve özellikle de üretimin uluslararsılaşmasıyla yeni emperyalist ülkelerin doğduğuna tanık oluyoruz.


Kapitalizmin -der Lenin- en hızlı büyüdüğü yerler, sömürgeler ve denizaşırı ülkelerdir. Deniz aşırı ülkeler aarsında yeni emperyalist (örneğin Japonya) ortaya çıkmaktadır.“3


Bugün kapitalizm daha da gelişmiş ve üretim uluslararsılaşmıştır. Emperyalist sermaye, sermayesiin büyüteceği her yere dağılmaktadır. Bu salt spekülatif sermaye değil, aynı zamanda sanayi ve finans sermayesi de sermaye yatırımnı için çırpınmaktadır. Ayrıca, finans sermayesi sanayi sermayesi olmadan esasta büyüyemez ve spekülatif sermaye'de, artı-değere, dolaylı el koymanın ürünüdür. 1960'ların başında yaklaşık 11 trilyon dolar olan dünyanın GSYH'sı, 2024 yılında 117,3 trilyon ABD dolarını geçti.4 Bu kapitalizmin derinlemesine ve enlemesine gelişmesini bize verir.


Birkaç eski emperyalist ülke dışında emperyalist tanımayanlar, emperyalistler arası eşitsiz gelişmeyi, teorik olarak kabul etmelerine karşın, pratikte kabul etmiyorlar. Örneğin, Türkiye’nin sermaye ihracını doğru olarak aktarıyorlar, ancak, bunu daha büyük sermaye ihracı yapan ülkelerle karşılaştırıp, „çok az“ diyerek, Türkiye’nin bu „az“ sermaye ihracını emperyalizmin bir özelliği olarak kabule yanaşmıyorlar. Ama aynı argümanı tekrarlayanlar, „emperyalist eşitsiz gelişme yasalarını“da tekraralamaktan geri durmuyorlar. Ancak, bunu gerçekten idrak ettiklerinden değil, Proletaryanın büyük öğretmenleri sıkça tekraraladıklarından hareketle, bunlarda „onaylamışlar“ gibi yapıyorlar.


Hatta bazıları, Çin’i „sosyalist“ olarak değerlendiriyor. İnsan söylemeden edemiyor, dünyanın istisnasız en büyük uluslararası emperyalist -binlerce diyebileceğimiz5- kan emici, insan derisi soyucusu, soykırım destekcisi, savaş kışkırtıcısı, doğa katliamcısı ve finansörü tekeli, Çin’e büyük sermaye yatırımlarında bulunuyorlar. (Lenin, bu tür uluslararası tekeller için o zaman „öküzü iki defa soyarlar“ benzetmesini yapıyordu, bugün öküzün yanında daha fazla da insan derisi soyar duruma geldiler). Bunlardan bir kaçının ismini yazalım: Tesla, Amazon, Apple İnc, Mercedes, VW, BMW, BASF, Samsung, Foxconn, Toyota, GM, Siemens, Nestle, P&G, Intel, Microsoft, IBM, Coco-Cola, HP, PepsiCo, Honda, Unilever, LG Elecetronik, Dell, Adidas, Pfizer, Johnson & Johnson, ABB Group, Shell, ExxonMobil, Cagill, Danone vd. Bu tekeller, o kadar sosyalizm seviciler ki; Çin tekelci burjuva iktidarının zoruyla, her türlü sosyal haklardan mahrum bırakılan ve de söylem yerindeyse, üç yuana çalışmak zorunda bıraktırılan Çinli işçileri sömürerek kar etmeyi bırakıp, Çin’de sosyalizmi geliştirmek için harıl harıl üretim yapıyorlar(!) Nedense bu tekeller, kendi ülkelerinde sosyalizm, komünizm düşmanlığı yapıyorlar ve hatta işçilerin sendikalaşmasını ve asgari sosyal hak sahibi olmalarını „komünizm“ olarak nitelemekten ve faşizmi desteklemekten imtina etmiyorlar. Kapitalist tekellerin cenneti, işçilerin ve emekçilerin cehennemi bir (Çin) ülkeyi ya da ülkeleri „sosyalizm“ olarak adlandırmak -Lenin’den ödünç alarak söyliyeyim- tam bir „namussuzluktur.“6


Lenin, „Emperyalizmin Tarihteki Yeri başlıklı bölüme kadar emperyalizmin ekonomik özünü ne olduğunu açıklar.


Ve o, şöyle der:


Ekonomik özü itibariyle, emperyalizmin tekelci kapitalizm olduğunu gördük. Yalnızca bu, emperyalizmin tarihteki yerini belirlemek için yeterlidir, çünkü serbest rekabet zemininde tamı tamına serbest rekabetten doğan tekel, kapitalist düzenden daha yüksek bir sosyo-ekonomik düzene geçiştir.“7


Emperyalizm neymiş; ürtetimin toplusallaşmadığı, bu nedenle de daha şirketlerin tekelleşmediği serbest rekabetçi kapitalizm değil, tersine onun yüksek bir aşaması olan „daha yüksek bir sosyo-ekonomik“ yapıymış. Lenin’in 1916 yılında incelediği kapitalizmden emperyalizme geçiş süreci daha yeni sayılırdı. Daha kapitalizm bütün dünyaya yayılmamıştı. Ancak, son 100 yıl içinde kapitalizmin girmediği, derinlemesine gelişmediği (çok sayıda ülke hariç, ki bunlarda emperyalist sermayenin tahkümü altındadır) bir ülke kalmamıştır. Buna rağmen Lenin, materyalist diyalektik yöntemi kullanarak gelişmenin yönünü ortaya koymuştur.


Lenin, aynı yerde emperyalizmin özelliklerini 4 noktada özetler:

1- Üretimin çok yüksek düzeyde temerküzünden doğan tekelleşme

2- Üretim üzerinde tekellerin eğemenliği

3- Serbest rekabetçi dönemde mütevazi birer aracı iken, bankalar sanayi sermayesi ile birleşip finans sermayesi üzerinde tekel kurarak ekonomi üzerinde belirleyici hale gelmişlerdir. Yani, bankalar da tekelleşmiştir.

4- Sömürge ve hammadde kaynaklarını ele geçirmek için dünyanın paylaşımı ve yeniden paylaşımı için son derece çetin bir mücadele çağı açıldı8


Bugün Türkiye ve daha bir çok ülkedeki komünistler, emperyalizmin ekonomik özünü (ki bu tekelleşmedir) yok sayıyorlar. Sorunun niteliğine değil, niceliğine bakıyorlar. Emperyalist ülkeler arası eşitsiz gelişmenin mutlak olduğunu unutarak, hepsini birbiriyle kıyaslıyorlar. Daha çok da kendi ülkeleri ile eski büyük emperyalist ülkelerin ekonomik ve sermaye ihracı düzeyini kıyaslamasını yaparak, buradan sonuca varmaya çalışıyorlar. Bunlardan biri de, 12 Eylül sürecinde İstanbul (Metris) cevzaevi arkadaşım Devrimci Proletarya yazarı H. Selim Açan. Açan’a „Emperyalist Türkiye“ kitabımı da hediye etmiştim.


Eleştiri Mi Siyasi „Geviş Getirme“ Mi?


S. Açan, Devrimci Proletarya Dergisi’nin 9,10,11,12 sayılarında, „Türkiye Devriminin Karakteri Üzerine“9 başlıklı yazılarıyla, TKP-ML’nin 2. kongre kararlarını değerlendiriyor. Ben bu tartışmaya burada girmeyeceğim. Ayrıca belirtmeliyim, Türkiye’nin „kapitalist“ olduğu görüşüne, 1982‘den beri sahip olan birisiyim. Daha sonra’da 2013 yılında yayınlanan „Tarihin Önünde Yürümek“ adlı kitabımda Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını kısaca da olsa değerlendiriyorum. Bu bağlamda, benim için Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını tartışmak esasta kapanmıştır. Sadece şunu söyleyebilirim, Türkiye kapitalizmindeki tekelleşmeyi görmemek, kabul etmemek, nesnelliğin diyalektik gelişiminin inkarı ve doğmatik düşünce tarzının ürünü olarak Marksist-Lenininst bilimsel bir bakış açısından yoksundur. Doğmatik düşünce tarzı; nesnelliği diyalektik gelişiminin reddi olarak, önceden kafanın içinde çizilmiş teorik kalıplar ya da ilkelere uydurmaya çalışmanın düşünce yöntemidir.


Yeni emperyalist ülkeler üzerine 2017 yılından beri yazılar yazıyorum ve bu konuda kapsamlı bir çalışmamın sonucu olan 380 sayfalık „Emperyalist Türkiye“ kitabımda 2022 yılında yayınlandı. Bunun dışında, bu konuyla doğrudan ilgili makale ve araştırmalarım var. Bunların çoğu yayınlandı. Kendi bloğumda (https://yusuf-kose.blogspot.com/) en az yedi bölüm „Emperyalizm Üzerine Notlar“ başlığı ile ve daha çok da, Türkiye’yi ve Türkiye’nin emperyalist olup olmadığı ile ilgili Türkiye’li sol liberal, devrimci ve komünistlerin değerlendirmeleri üzerine kendi eleştirel değerlendirmelerim yer almıştır. Bunların yetmediğini biliyorum.


Son zamanlarda bir çok sol dergi ve gazetelerde Türkiye’nin askeri yayılmacılığı dışında sermaye yatırımı olarak yayılmacılığı da yer almaya başladı. Ve hatta bazı siyasetler „emperyalist olabileceğini“ kendi içinde tartışmaya başladı. Bunlar olumlu yönde gelişmelerdir. Var olan gerçek bir olgu, eninde sonunda kendini, bu olguyu irdeleyenlere ne olduğunu öğretecektir. Olguların diyalektiğine ve ikna edici gücüne inanıyorum. Özellikle emperyalist sistemi yıkıp sosyalizmi inşa etmek isteyenlerin bunun dışında kalmaları söz konusu olamaz.


Şimdi, kısaca da olsa, S. Açan’nın ne söylediğine bakalım:


Türk tekelci burjuvazisi de sermayenin bu tarihsel eğiliminin dışında kalmamıştır. Onu hâlâ emperyalist burjuvazinin basit uzantısı-acentası anlamına gelen ‘komprador’ nitelikte bir burjuvazi olarak gören zaman tünelinde donup kalmış tezleri yalanlarcasına özellikle 1980 sonrası öyle geniş bir yayılma göstermiştir ki, bu dogmatizmin tam zıddı yönde bu kez de “emperyalist Türkiye” tezlerinin üretilmesine kaynaklık etmiştir. (açYK) 10


Açan, doğrudan benim ismimi anmadan beni eleştiriyor. „komprador kapitalizme“ tepki olarak (o „zıttı“ diyor) benim „emperyalist“ dediğimi söylemeye çalışıyor. Ve benim, Türkiye’yi „yeni emperyalist bir ülke“ olarak tanımlamama, komprador kapitalizm savunuculuğunun „tepkisel sonucu olduğğunu“ ileri sürecek denli, bilimsel (!) „öngörüde“ bulunuyor. Yani önemli görmüyor. Geçerken elinin tersiyle iterek „yeni emperyalist ülkelerin oluşumu“ tezini „mahkum“ etmiş oluyor. Kapitalizmin eperyalizme evrilmesi özünde reddedilerek, emperyalizm, 100 yılı aşkın bir süredir aynı ülkelerin sınırları dışına çıkılmasına müsade etmiyor Açan. Oysa, Emperyalist Türkiye kitabımda, Alınteri Dergisi’nin Türkiye’nin emperyalist değerlendirilmesine kaşı çıkan anlayışlarının eleştirisi vardır.


Açan, bir kısmı „Emperyalist Türkiye“ kitabımda olan ve bir kısmı 2023 yılına ait istatistiki verileri aktarıyor. Türkiye’nin tekelleştiğini söylüyor. Yukarıdaki alıntıda da görüleceği gibi, „Türk tekelci burjuvazisi de sermayenin bu tarihsel eğiliminin dışında kalmamıştır. Onu hâlâ emperyalist burjuvazinin basit uzantısı-acentası anlamına gelen ‘komprador’ nitelikte bir burjuvazi…“ (açYK) diyerek, doğru bir belirleme de yapıyor. Ancak, emperyalist demeye dili varmıyor. Şimdilik direnmeye devam ediyor. Burada, kendisi de, „doğmatik“ diye eleştirdiği anlayışların dışında kalamıyor.


DEİK verilerinden hareketle ve toplamda 67,211 milyar ABD dolarlık sermaye ihracından ve en çok yatırımın ise AB ülkelerine olduğunu söylemisine karşın, „sermayenin -bu “tarihsel eğilimini“n gerçek adının emperyalizm olduğunu, küçük burjuva ulusalcı bakış açısı söylemesine izin vermiyor. Açan, sermayenin tarihsel diyalektiğini yarıda kesmeyi ve gerçekleri öznel düşüncesine kurban etmeyi tercih ediyor. Emperyalizmin bir ekonomik (aynı zamanda siyasi) bir sistem olduğunun görünmezliği var, bu anlayışta.


Açan, devam ediyor:

Uzun sözün kısası bu tablo, artık „kompardor“ olarak nitelenemeyecek ancak rakamların küçüklüğüne dikkat edilirse „emperyalist“ olduğu da iddia edilemeyecek/gücü o denli abartılamayacak bir burjuvazi gerçeğini çıkararır karşımıza.“(açYK)12


S. Açan, adı geçen yazısında, Türk burjuvazisinini, tekelci burjuva olduğunu, dışarıya (doğru rakamlar vererek) sermaye ihraç ettiğini, Koç Holding gibi onlarca büyük tekelin yurt dışındaki fabrikaları olduğu bilgisini vermesine karşın, bunu (Türkiye özgülünde), kapitalizmin bir üst aşaması olan „emperyalist bir özellik“ saymıyor. Ama, emperyalist olarak kabul ettiği ülkelerin tekellerinin bu tür yurt dışı yatırımlarını „emperyalist“ olarak kabul etmekte ise bir „çelişme“ görmüyor. Oysa, tekelleşme, kapitalist üretimin yoğunlaşmasının sonucudur. Ve tekellerin dış ülkelere sermaye ihracı aşamasına gelmesi, kapitalist ekonomideki bir nitel gelişmenin, yani, o ülkedeki kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaştığının göstergesidir.


Ve şunu kendisine sormuyor; Türk tekelleri 2000 yılından önce bu tür dış yatırımları var mıydı? Ben yanıt vereyim: bir kaç büyük inşaat tekeli dışında dişe dokunur yatırımı olan yoktu! İstatistiklere bakılabilir. Türk burjuvazisi, 1970‘lerin ortasından itibaren tekelleşmeye (ülkedeki kapitalizmin gelişmişlik derecesine bağlı olarak) başlamış ve 1980 askeri darbesiyle -uluslararsı emperyalist sermayenin açık desteğini alarak tekelleşmenin önündeki işçi sınıfı hareketini ve devrimci-komünistleri, „engel olmaktan“ çıkarıp-, 1990‘larda tekelleşme yoğunlaşmış ve ülkedeki özelleştirmelere bağlı olarak da 1990‘ların sonunda tekelleşme aşaması tamamlanmış ve esas olarak 2000‘li yılların başından itibaren dış sermaye yatırımları yoğunlaşmıştır. Ve bir tarih vermek gerekirse, Türkiye 2010 yıllından itibaren emperyalist bir ülke haline gelmiştir. Erdoğan rejmi, Türkiye kapitalizminin emperyalistleşmesinin ekonomik siyasal aynasıdır.


Türkiye’de kapitalist üretimin tekelleştiği ve egemen sınıfın tekelci burjuvazi olduğu kabul edilmesine karşın, peşinden bir, oportünizmin, sık sık tekrarladığı „ama“sı, diyalektik gelişmenin karşısına büyük bir engel olarak dikiliyor. Bu, dogmatik oportünist anlayışların yeniye karşı, toplumsal gelişmelerin (ve de nesnenin) içinde olan ileriye yönelik mutlak eğlimine karşı direnme halidir.


Emperyalizm özünden koparılırsa, S. Açan’ın yaptığı gibi, sorun, niteliğe değil, „güce“ indirgenir. Oysa, Açan’da bilir ki, günümüzde emperyalist aşamaya ulaşmamış bir sürü bağımlı kapitalist ülke vardır ve bunlar kapitalist olmasına karşın, kaptalizm gelişmişlikleri açısında aralarında farklar vardır. Yani, „eşit“ değildir. Ama kapitalist nitelikleri açısından aynıdır. Ayrıca, Türkiye’nin ekonomik büyüklük açısından dünyanın ilk büyük 20 ekonomisi içinde yer aldığı ve bunların hepisinin de emperyalist ülkeler olduğu unutulmamalıdır. Bu, ülke içindeki tekellci kapitalizmin gelişimiyle doğrudan bağlantılıdır.


S. Açan, Lenin aşağıdaki alıntısını elbette okumuştur ve belkide ezbere bilir. Ama, nedense mesele Türkiye olunca, Lenin’in dedikleri Türkiye tekelci burjuvazisine „uymuyor“ diyor.


Kapitalizmin -der Lenin- sonuncu aşamasının belirgin özelliği, en büyük müteşebbisler tarafından oluşturulmuş bulunan tekelci grupların egemenliğidir.13


Lenin’den daha fazla alıntı ile bu sayfaları doldurmayalım. Anlamak isteyenlere bu kadarının yeterli olduğu inancındayım.


Hindistanlı CPI/ML (Kızıl Yıldız)‘da aynı gerekçelerle Hindistan’ın emperyalist olduğu tezine (MLPD’ni bu konudaki görüşlerini eleştiri temelinde) karşı çıkış argümanları, S. Açan’ın argümanıyla aynı. Ancak, S. Açan’ın bugünkü görüşleri, 2019 yılında Alınteri Gazetesi’nde çıkan aşağıdaki görüşlerden bir adım daha ileri olduğunu söyleyebilirim. En azından 6 yıllık bir süreç içinde doğruya yaklaşmada bir ilerleme var. Bu teslim edilmeli.


Sözgelimi bir ülkenin kapitalist gelişmede yaşadığı niteliksel sıçrama, dünya çapında örgütlenerek belirli bir biçim ve içerik kazanmış, dünya ölçüsünde egemenlik kurmuş emperyalizmin bu niteliğinin koyduğu sınırlara toslar.“14


En azından S. Açan, burada „emperyalizmin … sınırlarına toslar“ demiyor. „Tekelleşme tamam,, diğer emperyalistlere göre „gücü“ çok az, yani, 67 milyarı aşkın sermaye ihracını „az“ buluyor. Bu da, emperyalizmi „güce“ indirmeye çalışmanın anti-Leninist teorisidir. Oysa, aynı Lenin, İsviçre’yi ve Japonya’yı yeni emperyalist ülkeler olarak değerlendiriyordu. Günümüzde ise, İskandinav ve Lüxemburg gibi küçük emperyalist ülkelerin emperyalist sistem içinde oynadığı rolle, Türkiye’nin, emperyalist sistem içinde oynadığı ekonomik, siyasi ve askeri rol kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Tekelci burjuvazisinin siyasal temsilcisi Türkiye Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın bir ay önce Çin’in başkenti Pekin’de Şİ Jinping ve Putin ile boy gösterirken,15 bir ay sonra ABD’nin başkenti Vaşington’da Trump ile resim vermesi, Türkiye’nin izlediği emperyalist siyasetin kendi çıkarlarını esas alan pragmatist doğal bir görüntüsü olduğu görülmelidir. Türk tekelci burjuva devleti, bir tarafın „uşağı“ olarak değil, gücü oranında, iki büyük emperyalist kamp arasındaki çelişkileri kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanma taktiği izliyor. Özellikle son 15 yıldır, dış politikada bu taktiğin ağır bastığı görülebilir. Daha önce bir başka makalemde bu konuyu ele almıştım: İki Emperyalist Kamp Arasında Şansını Arayan Tekelci Türk Devleti 16


Burada yeniden Türkiye’deki tekelleşmeyi, Türkiye ekonomisine çok az sayıda tekellerin egmen olduğu verilerine girmeyeceğim. Bunlar „Emperyalist Türkiye“ kitabımda var. Parekende gıda dalında 4-5 tekelin, beyaz eşya dalında yine en fazla 5 tekelin, Türkiye’de üretilen demir çeliğin yarısını iki büyük (Oyak ve Tosyalı) uluslararası Türk tekeli üretir ve çöp toplamanın bile tekelleştiği ve bu alanda yabancı emperyalist tekeller ile yerli tekellerin kıran kıran kapıştığı bir ülkeden söz ediyoruz. Üretimin ve buna bağlı olarak tüketim malları üzerindeki tekelleşmenin yoğunlaştığı, finans sermayesine bir elin parmağını geçmeyen (Ziraat, Halkbank, Vakıfbank, İşbankası, Akbank, Yapı Kredi ve Garanti Bankası) bankaların egemen olduğu bir ülkeden söz ediyoruz. Bunun adı emperyalizmdir. Ve emperyalistler, sermayelerine göre (sermayenin gücü oranında) dünyayı paylaşırlar. Lenin zamanın’da da bu böyleydi, bugünde.


Lenin zamanında 4-5 (herkesin bildiği ve emperyalist olduğunu kabul ettiği ülkeler) emperyalist ülke varken, bugün 50 üzerinde emperyalist ülke vardır.


Bitirirken, Lenin „çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır“ betimlemesini, laf olsun diye değil, gerçeğin bu olduğundan, varolan sistemin diyalektik gelişiminin ve sisteme egemen olanın ve bundan hiç bir ülke ekonomik yapısının kaçamayacağını ve dışında kalamayacağını görüğdü içindir. Yoksa, „çağımız kapitalizm ve proleter devrimler çağı“ da diyebilirdi. Ya da Marx, Kapitali yazdığı dönemde, o günün dünyasına bakarak „çağımız feodalizm ve kapitalizm çağı diyebilirdi,“ Ama o, kapitalist sistemin tarihsel diyalektiği gelişimini görerek soruna yaklaştı. Marx’ı „MARKSİZM“ yapan da bu diyalektik materyalist yaklaşımdır.


Olguların gersinde kalmış kalıplaşmış düşünce tarzları ile teori üretmek, olguların doğru bir çözümlemesini vermez. Burada „kuşun taşa çarpaması“ da pek gerçekleşmez. Olguların gerçekliği her zaman galip gelir ve o, kalıplaşmış düşünce yöntemleriyle zincire vurulamaz. Bu bağlamda, işçi sınıfının kurtuluşunu belirleyen toplumsal olgular üzerinde (Engels’ten borç alarak söyliyeyim) siyasi “geviş“ getirmenin, sınıfı oyalamanın dışında başka bir anlamı da olmuyor. 10.12.2025

1Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin Sonuncu Aşaması, sf. 41-42, Sosyalist Yayınlar: 18

2Bkz. Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, „Yeni emperyalist ülkelerin oluşumu gerçekliğinin eleştirileri“ başlıklı bölümü, sf.309-322

3Lenin, age, sf. 120-121

4https://tr.tradingeconomics.com/world/gdp

52023 yılı itibariyle Çin’de faaliyet gösteren, sermaye yatırımları olan, toplam 1,150.000 (bir milyon yüzellibin) yabancı tekel var. (Türkiye’de çok „yabancı tekel var diyenlerin bilgisine. Türkiye’de 2024 yıl sonu verilerine göre yaklaşık 83.600 yabancı şirket var. Kaynak: aa, 07.12.2024. Buna karşın, Romanya’da 18 bin kayıtlı, ama beş bin aktif faaliyet gösteren Türk şirketi olduğu bilgisi veriliyor. Kaynak: aa. 25.04.2024). ABD’deki yabancı tekellerin tam sayısı yok, ama, Çin’dekinden az değil. Çünkü, 2022 yılı itibariyle en az yüzde elli hissesi yabancı tekellerde olan işletmelerde çalışanların sayısı tam 8,5 milyondur. ABD, %50 hissesi ve üzeri yabancılara ait olanları „yabancı şirket“, %50‘nin altında yabancı hissesi olanları „yerli şirket“ olarak değerlendiriyor. Kaynak: www.registrationchina.com/articles/how-many-foreign-companies-in-china/

6Bkz. Çinli işçilerin çalışma koşulları: Yusuf Köse, Dijitalleşme, İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi ve Düzenleyicisi Olacağı Tarih, 2023 Nisan Yayıncılık.

7Lenin, Emperyalizm. sf. 147 (açYK)

8Lenin, age, sf. 148

9H. S. Açan, Devrimci Proletarya, „Türkiye Devriminin Karakteri I-II-III-IV“

www.devrimciproletarya.org/turkiye-devrimin-karakteri-üzerine-IV/


11Bu rakamın içinde, Türk tekellerinin 2. ülkelerden 3. ülkelere yaptıkları sermaye ihracı yer almıyor. Bu konuda bkz. Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, sf.

12Açan, agM

13Lenin, Emperyalizm, sf. 105, Sosyalist Yayınlar

15Erdoğan, Şangay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) 25. Devlet Başkanları Konseyi Zirvesi’ne katıldı. 31.08.2025 AA ve aynı Erdoğan bir ay sonra Beyaz Saray’da Trump ile görüştü. 25.09.2025 AA

20 Ekim 2025 Pazartesi

Hindistan: İşçi grevleri ve Halk Savaşı

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

Hindistan: İşçi grevleri ve Halk Savaşı1



Hindistan Komünist Partisi (Maoist) lideri Rao’nun ve 27 yoldaşının, 21 Mayıs 2025 tarihinde, Hindistan faşist devleti tarafından katledilmesi, Hindistan işçi sınıfı açısından bir kayıptır. Kapitalist sistem çüküşe doğru gittikçe, krizleri derinleştikçe işçi sınıfına, emekçilere ve onların siyasal temsilcileri komünist ve devrimcilere yönelik saldırıları da artmaktadır.


Bu kayıplar’dan hareketle, CPI(M)2‘nin izlediği strateji ve taktiğin Hindistan gerçekliğiyle ne kadar uyum içinde olduğunu, kısaca bir kere daha ele alacağım.


Biz komünistler, soruna salt duygusal olarak yaklaşamayız. Sınıf bilinçli işçi sınıfı, starateji ve taktiklerini, mücadele ettiği ülkenin somut durumunu doğru  tahlil ederek belirler. Somut koşulların somut tahlili doğru yapılmazsa, sosyalizm için mücadele eden işçi sınıfı ve onun devrimcileri kaybetmeye mahkumdur. Ya da en azından, büyük kayıplarla karşı karşıya kalır. Çünkü komünistler, MLM dünya görüşünün bilimselliği ve materyalist diyalektik yöntemle sorunlara yaklaşırlar, teori ve pratiklerini buna göre biçimlendiririler. Teori, somut koşulların ürünü oluğunda pratiği devrimci bir şekilde yönlendirebilir. Somut koşulların analizi olmayan teorinin yönlendirdiği pratikle doğru sonuçlar elde edilemez. Çünkü diyalektik soyutdan değil, somutdan hareket eder.


Halk Savaşı, kapitalizmin çok az geliştiği, ama esas olarak yarı-feodal, köylü nüfusun yoğun olduğu ve işçi sınıfının ise oldukça az olduğu ülkelerde geçerli olabilir. Bunun dünyada geçmişte örnekleri var. Çin’de toprak ağalarına karşı köylülük kendiliğinden ayaklanmıştı. ÇKP daha sonra ayaklanan bu köylülerin önderliğini yaptı ve halk savaşını iktidarı alana kadar sürdürdü. Köylü nüfusu 400 milyon iken, işçi nüfusu iki milyon civarında (daha çok Şangay’da) idi. Mao, silahlı mücadele stratejisinin belirleyerek, Halk Savaşı tratejisinin geliştirdi. Mao, teoriyi, o süreçte şehirci doğmatik ve subjektiflere karşı, Çin’in somut koşullarını tahlil ederek elde etti ve geliştirdi.


Mao’ya atfen, genel de şöyle bir yanlış anlayış var. „Maocu olmak demek, halk savaşını savunmak demektir“ gibi. Oysa, Mao’nun görüşleri nettir. Mao, doğmatik değil, diyalektik materyalisttir. Her ülkenin sosyoekonomik yapısına göre strateji ve taktik belirlenmesini savunmuştur. Çin gibi „yarı-feodal, yarı-sömürge“ ülkelerde silahlı mücadelenin esas olduğunu savunurken, kapitalizmin egemen olduğu ülkelerde, toplu ayaklanma için uzun süreli barışçıl mücadelenin geçerli olduğunu savunur.


Mao’nun iyi anlaşılması için, okuyucudan özür diliyerek biraz uzun bir alıntı alacağım:


İktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi, meselenin savaşla halledilmesi, devrimin başlıca görevi ve en yüksek biçimidir. Bu Marksist-Leninist devrim ilkesi gerek Çin ve gerekse bütün diğer ülkeler için evrensel olarak geçerlidir.


Ama ilke aynı kalmakla birlikte, onun proletarya partisi tarafından uygulanması, değişik şartlara göre değişik şekillerde ifadesini bulur. Kapitalist oldukları ya da savaş halinde olmadıkları zaman kapitalist ülkeler içte (feodalizmi deðil) burjuva demokrasisini uygularlar; dış ilişkilerinde ise kendileri tahakküm altında olmayıp, başka ülkeleri tahakküm altında tutarlar. Bu özelliklerinden dolayı, kapitalist ülkelerdeki proletarya partisinin görevi, uzun bir legal mücadele dönemi boyunca işçileri eğitmek, kuvvet toplamak ve böylece kapitalizmi nihaî olarak yıkmaya hazırlanmaktır.“

.

Komünist Partilerinin vermek istedikleri tek savaş, hazırlanmakta oldukları iç savaıtır. Fakat bu ayaklanma ve savşþ, burjuvazi gerçekten çaresiz bir duruma gelinceye, proletaryanın büyük çoğunluğu silaha sarılıp savaşmaya kararlı hale gelinceye ve köylük bölgelerdeki kitleler proletaryaya gönüllü olarak yardım edinceye kadar başlatılmamalıdır. …. Bütün bunlar kapitalist ülkelerdeki Komünist Partileri tarafından yapılmıştır ve Rusya’‘daki Ekim Devrimi’yle de doğruluğu ispatlanmıştır.


Çin ise farklıdır. Çin’in özellikleri, bağımsız ve demokratik değil yarı-sömürge ve yarı-feodal olması, içte demokrasi olmayıp feodal baskı altında bulunması ve dış ilişkilerinde millî bağımsızlığa sahip olmayıp emperyalizmin tahakkümü altında olmasıdır. Dolayısıyla, yararlanabileceğimiz bir parlamentomuz ve işçileri legal olarak grev için örgütleme hakkımız yoktur. Komünist Partisinin buradaki görevi, esas olarak, ayaklanma ve savaşý başlatmadan önce uzun bir legal mücadele döneminden geçmek ve önce büyük şehirleri ele geçirip ardından köylük bölgeleri işgal etmek değil, tam tersidir.“3


Mao’nun görüşlerinde, oportünist çarpıtma ya da revize edilebilecek bir muğlaklık yoktur. Tersine, somut koşulların somut analizi ve buna göre strateji ve taktiklerin belirlenmesi vardır.


Rusya’da Ekim devrimi öncesi köylü nüfus %70 civarındaydı. Ama kapitalizm de gelişiyordu ve esas sınıf mücadelesi şehirlerde işçi direniş ve politik grevlerinde görülüyordu. Yani, işçi sınıfı ayaktaydı.1905 Devrimi bunu ispatlamıştı. Devrim de köylü desteğinde işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşti. Lenin önderliğinde Bolşeviklerin devrim stratejisi, köylülüğe dayanan halk savaşı değil, işçi sınıfına dayanan toplu ayaklanmaydı. Her iki ülkenin devrimi de başarılı oldu. Devrimlerin başarılı olmasının temelinde, ülke gerçekliğini doğru analizi ve bu somutluğa uygun strateji ve taktiğin geliştirilmesi vardır.


Burada Rus ve Çin devrimlerine değinmemin nedeni, soruna ML düşünce temelinde ve somut koşulların somut analizinde yaklaşıldığında, devrimler başarıya ulaşabilir.


Konumuz Hindistan ve Hindistanlı komünistler olduğu için, bu kısa anımsatmalardan sonra esas konumuza geçelim.


Hindistan’da Devrimci Mücadelenin Yolu


CPI(M)‘nin genel sekreteri Rao, 2022 yılında uzun bir ropartaj veriyor. CPI(M)‘nin Hindistan’la ilgili görüşlerini açıklıyor.


Röportajı yapan gazeteci soruyor:


Soru: Partiniz Hindistan'da hangi üretim sisteminin varlığını sağlıyor? Yarı-feodalizm mi, yoksa endüstriyel kapitalizm mi?


Şehit düşen CPI(M) genel sekreteri Basavaraj Rao bu soruya, şöyle yanıt veriyotr:4


Ülkemiz kapitalist bir toplum mu? Yoksa yarı-sömürge-yarı-feodal bir toplum mu? Konuyla ilgili Marksistler, revizyonistler, neo-revizyonistler, burjuva aydınları ve STK'lar arasında geniş çaplı tartışma ve çekişmeler yaşanırken, Aralık 2020'de düzenlenen Merkez Komitemizin 6. Devam Toplantısı, partimizin 2011 yılından bu yana çeşitli eyaletlerde gerçekleştirdiği üretim ilişkileri üzerine araştırma raporlarını analiz ve sentezledikten sonra, “Hindistan'da üretim ilişkilerindeki değişiklikler, siyasi programımız” başlıklı ayrıntılı bir belge yayınladı. Bu belgede ülkemizin hâlâ yarı-sömürge-yarı-feodal bir toplum olarak kaldığını teyit ediyoruz.“


Doğru kalkınma modeli, ancak işçi sınıfı partisinin önderliğinde, uzun süreli bir halk savaşıyla, onun yerine kurulacak yeni bir demokratik halk devletiyle gerçekleştirilebilir“


Rao’nun ve elbette Hindistan Komünist Partisi (Maoist)in (HKP(M)) görüşleri böyle.


Daha önce de Hindistan üzerine bir çok araştırma (28.09.2024 tarihinde, Emperyalizm Üzerine Notlar serisinin -6 : Emperyalist Dünyanın 3. Süper Gücü Adayı: HİNDİSTAN ( https://yusuf-kose.blogspot.com/2024/09/ )  kendi bloğumda yayınladım. Hindistan’ın emperyalist bir ülke olduğunu istatistiki verilere dayanarak açıkladığım inancındayım.


Hindistan, bugün dünyanın 4. büyük ekonomisi iken, yakında (büyük ihtimalle bir kaç yıl içinde) Almanya’yı da geçerek 3. büyük ekonomisi olacaktır. Bütün veriler bunu doğrulamaktadır. İMF’nin 2025 yılı tahminlerine göre, Hindistan ekonomisi bu yıl Japonya’nın önünde 4. büyük ekonomi olacaktır.


Hindistan 1960‘ların, 1970‘lerin ve hatta özellikle 1990‘ların Hindistan’ı değildir. 1990‘lardan sonra hızla değişimeye başlayarak, kapitalizm hızla gelişmiş ve tekelleşme bugün en üst boyuta ulaşmıştır. 2024 yılı sonu itibariyle Hindistan’ın, toplam dış sermaye yatırımı 260 milyar ABD dolarını aşmış durumdadır.5 Bu kapitalist-emperyalist sistemin eşitsiz gelişme yasasıyla doğru orantılıdır.


Bu makalemde, Hindistan’ın „sosyo-ekonomik yapısına“ girmeyceğim. Daha önce bu konuyu analiz ettiğim makalede ele almıştım.


Hindistan, 1,5 milyar nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesidir. Hindistan bir tarım ülkesi değil, tersine bir sanayi ülkesidir ve bu gerçeği, ekonomik sektörlerin Hindistan GSYH’na katkılarının payları doğrulamaktadır, ve her geçen gün de hızla sanayileşmektedir. Tarım ise bütünüyle kapitalist tarımdır. Varolan feodal artıklar, Hindistan kapitalizmin yanında sözü edilemeyecek kadar önemsizdir.


Tarihin en kitlesel Grevi


Hindistan’da 600 milyonu aşan çalışan vardır. Yani işçi sınıfı. Bunu, basit bir internet taramasında görebilirsiniz.6 Hindistan’da, 26 Kasım 2020 yılında, tarihin en büyük kitlesel işçi grevi yaşandı. Faşist Modi hükümeti’nin işçi haklarına yönelik saldırısına karşı, greve 250 milyonun üzerinde işçi katıldı. On sendikanın çağrısıyla başlayan bir günlük grev, bütün Hindistan’da yaşamı durdurdu.


Ayrıca, aynı yıl içinde, küçük çftçilerin ve tarım işçilerin eylemi başladı. Eylül 2020‘de başlayan eylem Ocak 2021‘de sona erdi. Küçük toprak sahibi çiftçyi topraksızlaştırmayı amaçlayan eyleme 300 binden fazla köylü ve tarım işçisi katıldı. Küçük çiftçilerin aylarca süren direnişi, sonunda Modi hükümetine geri adım atırdı ve küçük çiftçiler aleyhine çıkarılan yasa, 19 Kasım 2021‘de geri çekildi. Hindistan tekelci burjuvazisinin, köylüyü topraksızlaştırma saldırısı o güne kadar yapılmış en büyük bir saldırıydı ve köylüler buna büyük bir direnişle karşılık verdi. Az topraklı ve topraksız köylülüğün direnişi sonucu yasa geri çekimesine karşın, tekellerin saldırısı bitmiş değildir.


Küçük çiftçi ve tarım işçileri 14 Şubat 2024 yılında yine harekete geçti ve büyük bir direniş örgütlendi. Çünkü Hindistan burjuvazisinin küçük toprak sahibi köylülere yönelik saldırısı bitmedi ve kapitalizm, enlemesine ve derinlemesine geliştikçe de bitmeyecektir. Bu, kapitalist gelişmenin olmazsa olmazıdır.


Küçük çiftçi ve tarım işçilerin bu tarihi kitlesel eylemi, köylülüğün örgütlülüğünü ve topluca hareket edebildiğini de gösteren bir gelişmedir. İşçi sınıfının en yakın müttefiki az topraklı ve topraksız köylülüğün örgütlendiği anda devrim sırasında işçi sınıfının yanında yer alacağı açıktır. Çünkü, Hindistan tekelci burjuva devletini söz konusu bu kesime vereceği hiç bir şey olmadığı gibi, köylülüğün elinde kalan ufak tefek varlıklarıda alacağı ve onları büytünüyle işçileştirerek ücretli kölelik siteminin işçi ve işsizler ordusu işçine katacağı açıktır. Her yıl yığınlarca küçük köylülüğün mülksüzleştirilmesi bunun açık bir göstergesidir.


Daha sonraki işçi grevleri ve mülksüzleştirme saldırısı altında olan küçük köylülüğün bir çok noktada ortaklaşmıştır. Köylüler işçi grevleri ile dayanışma içinde hareket etmişlerdir.


Gerçekler Devrimcidir


Gerçeklerin devrimci olması yetmez, bu gerçekliği kabul edip, doğru analiz yapanlar, sınıf mücadelesini ileri götürüp, devrimi örgütleyebilirler.


Gerçeklere karşı mücadele, yel değirmenlerine karşı mücadeleye benzer. HKP(M) mücadelesi de Hindistan gerçekliğine karşı mücadeledir. Bunun adı „sol“ maceracılıktır. Yenilmeye mahkum bir starateji ve mücadele biçimidir.


250 milyon işçinin aynı anda harekete geçebildiği, yüzbinlerce topraksız ya da az topraklı yoksul köylülüğün aylarca kitlesel olarak harekete geçtiği ve tüm baskı ve devlet şiddetine karşı direnebildiği bir yerde, halk savaşını savunmak, sol maceracılıktan başka bir anlama gelmez. Gerçekler iman gücüyle değiştirilemez. Somut gerçekler doğru analiz edilip ona göre strateji ve mücadele taktikleri uygulandığında, komünistler zafere ulaşabilir. Hindistan’da devrim toplu ayaklanma ile gerçekleşebilir. Aynı anda 250 milyon işçinin örgütlü bir şekilde hareket etmesi bile, bu gerçeği görmeye yeter. Bu gerçekliği görüp, ona göre strateji ve mücadele biçimleri ve taktikleri geliştiremeyenlerin, komünizm adına kazanacakları bir şey olamaz.


HKP(M), aynı „sol“çizgi de direttikçe, ağır kayıplar vermeye devam edeceği gibi, giderek marjinalleşecektir. Sınıf mücadelesi hayatı öğreticidir. Ama, ondan öğrenmesini bilmek gerekiyor.

20.10.2025

1Bu makaleyi önceden yazmıştım. Ancak şimdi yayınlıyorum. (YK)

2CPI(M): Hindistan Komünist Partisi (Maoist)

3Mao Zedung, SE II, sf. 261-262, 1979 İkinci Baskı, Kaynak Yayınları

4https://avaninews.in/4861/editor-picks/comrade-namballa-kesava-rao-interview/ deebl’in çevirisini düzeltmeden buraya alıyorum (YK)

5UNCTAD WİR Report, sf. 258, 2025

6https://tradingeconomics.com/india/labor-force-total-wb-data.html

28 Eylül 2025 Pazar

Tarihin En Alçak Emperyalist Burjuvazisi İle Karşı Karşıyayız

 



Tarihin En Alçak Emperyalist Burjuvazisi İle Karşı Karşıyayız


Yusuf Köse


Sömürü sisteminin kaçınılmaz ilkesidir. Alçaklık ve aşağılanma! Ancak, günümüz uluslararsı emperyalist burjuvazisi, kapitalist tarihin en alçak burjuvazisi olarak tarihe geçecektir.


Emperyalist burjuvazi açısından alçaklığın ve aşağılanmanın sınırı yoktur. Onun sınırını ölçen sermayenin birikimim ve merkezileşmesinin oranıdır. Bugün emperyalist sermayenin birikimi ve merkezileşmesi, emperyalist sistemin tarihsel sınırına gelip dayandığını göstermektedir. Bu tarihsel moment, onu daha yıkıcı ve vahşi yapmaktadır.


Filistin ve Gazze, emperyalist burjuvazinin artık bütünüyle kendi kontrolünüde yitirdiğini, sermaye ve hegomanya uğruna, ortklaşa katliam ve soykırım yapabildiğinin göstergesi olmuştur.


İstisnasız bütün emperyalistler, Filistinlilerin yok edilmesi için, İsrail’e destek vermişler ve vermeye devam ediyorlar. Özellikle baş soykırımcı ABD, AB, İngiltere emperyalistleri, İsrail’in en yakın silah ve finans destekcileridir. Filistin halkının yok edilmesinde, soykırıma uğratılmasında, Filistin halkının acısı karşısında kelimelerin yetersiz kaldığı pervasızlığı, vahşeti ve emperyalist burjuva soykırım seviciliğini, insanlık tarih bu kadar açıktan görmemişti. Emperyalist burjuva basını ise, soykırımı haklı çıkaran ve üstünü örten yayınlarına hala devam etmektedir.


Nazi Almanya’sının Yahudilere uyguladığı soykırım, bu denli aleni ve bütün dünyanın gözü önünde yapılmamıştı. Kısmen gizlemeye çalışıyorlardı. Ancak, bütün emperyalistlerin İsrail siyonistlerine yaptırdıkları Filistin soykırımı, her saniye, her saat ve her gün televizyonlardan ve en gelişmiş göresel yayınlardan bütün dünya halklarına adeta huşu içinde izletilmeye devam ediliyor.


Dünya halklarının 2 yıldır soykırıma karşı verdikleri mücadeleye rağmen, burjuvazi, emperyalist paylaşım uğruna, Filistin soykırımı üzernden dünya halklarına gözdağı vermeye devam ettiler. Adeta „direnenlerin sonu Filistinlilerin sonu gibi olur“ dercesine. Vahşette, yıkıcılıkta, silahsız sivil halkın katledilmesinde sınır tanımayan, emperyalist sermayenin medeniyetinin geldiği noktada burasıdır. Soykırıma karşı çıkıp da, kapitalist sistem savunucuları ise iki yüzlüdür. Bu kapitalizmin eseridir. Kapitalist sistemin katliam ve yıkıcılıktan, alçaklık ve aşağılanmaktan başka insanlığa vereceği bir şeyi kalmamıştır.


Filistin soykırımı, salt Filistin halkının sorunu değil, bütün dünya işçi sınıfının ve halkların sorunudur. Emperyalist burjuvazinin, bundan sonra, işçi sınıfı ve bütün halklara, aleni olarak, neler yapabileceğini göstermektedir. Ve gelinen süreçte, emperyalist sermayenin vahşileşmesinde, yıkıcılığı ve tahribatında sınır tanımadığı daha net olarak açığa çıkmıştır. İnsanlığın bugüne kadar yarattığı tüm olumlu ve ilerici değerlerin yok edilmesi aşamasındayız. Burası, emperyalist sermayenin sınırıdır. Daha ilerisi yoktur. Teknolojinin en üst düzeyde gelişmesi, burjuvaziyi daha insani kılmıyor, tersine, daha da alçaklaştırıp barbarlaştırarak, en asgari insani değerlerden de uzaklaştırıyor. Bu, en yıkıcı emperyalist barbarlıktır. 



Ancak, dünya halkları Filistin için ayaktadır. İsrail faşist devletine en büyük desteği verenlerden ve hummalı bir şekilde emperyalist savaşa hazırlanan emperyalist Alman devletinin ve basınının tüm manipülasyonlarına rağmen, Alman halkının %83‘ü Filiistin halkının yanında olduğunu göstermiştir. Bunu büyük kitlesel gösterilerle göstermektedir. Yine bütün dünya halkları, emperyalist manüpülasyonuna rağmen, Filiistin halkı için sokaklardadır. Bazı emperyalist ülkelerin göstermelik Filistin devletini „tanımaları“, soykırımcı desteklerinin üsütünü örtmebilmek içindir.


Dünya halkları, Filistin halkı ile büyük dayanışma içindedir. Bu dayanışma, halkların, emperyalist sistemin vahşi medeniyetine karşı, savaşsız, sömürüsüz ve ayrımsız bir dünya istemeni inşa etmenin büyük tarhi adımlarıdır. Bu dayanışmanın daha da güçlendirilmesi, emperyalist vahşete ve yıkıcılığa karşı halkların ve doğanın geleceğinin kurtaracaktır. Halkların dayanışması emperyalist yıkıcılığa karşı büyük bir umuttur. Bu umut ve geleceği kurtarma isteği, emperyalist barbarlığa karşı, kaçınılmaz olarak gelişmeye devam edecektir. Dünya işçi sınıfı ve halkaların geleceği sosyalizmdir. Bugün, sosyalizm şiarını daha gür ve kararlı bir şekilde haykırma ve mücadeleyi yükseltme zamanıdır. 28.09.2025



12 Eylül 2025 Cuma

Erdoğan, İktdarını Seçimle Bırakmayacaktır

 

 

 

                                                                     10 Eylül Kadıköy 

 

 

Erdoğan, İktdarını Seçimle Bırakmayacaktır

Yusuf Köse


Üretimin ve sermayenin uluslararsılaşmasının geliştiği bir dünya konjonktüründe, Türkiye'deki gelişmeleri, dünyadaki emperyalist savaş hazırlığının hızlanması ve iç faşistleşmeden ayrı ele alınamayacağı bilincinde olarak, Türkiye'deki son gelişmelerin ekonomik ve siyasal nedenlerine kısaca değinelim:


23 yıldır iktidarda olan faşist Erdoğan rejmi, burjuva demokrasisinin „seçimle gelen seçimle gider“ normlarını çoktan aştı. Her yönüyle devletle bütünleşmiş olan AKP-MHP hükümeti için, siyasal iktidarı „seçimle“ teslim etmek, iktidarı elinde tutan sermaye kesmi için olasılık dahilinin dışındadır. Faşist Erdoğan kliğinin, Bu norma uymayacağı uzun yıllardır belli olmasına karşın, burjuva liberalleri ve özellikle de CHP gibi burjuva partileri, „demokrasicilik“ oyununu oynayarak, „TC devletinin bekası“ adına, Erdoğan rejminin stepnesi olmayı temel politikaları haline getirdiler. AKP hükümetini, Erdoğan rejmi haline gelmesinin baş sorumlulardan biri, bu rejim tarafından bugün siyasal olarak yok edilmek ya da kitlelerin nezdinde var olan iktidara alternatif olamayacak duruma getirilmek istenen CHP'nin ta kendisidir. Bu öncelikle teslim edilmelidir.


AKP-MHP devletleşmiştir. Yolsuzluklarıyla, devletin tüm olanaklarına sahip olmakla, mahkemeleriyle, bürokrasisiyle, ordusu ve polisiyle ve mafyasıyla beraber devletleşmişlerdir. Elbette bu devlete egemen olan tekelci burjuvaziden ayrı ele alınmamalıdır.


Bugün tüm tekelci burjuvazi, Erdoğan rejminin arkasındadır. Ara sıra aykırı çıkışlar yapanlar ise, esasa değil, kredi desteği ve vergi indirimleri bölüşümlerindeki farklılıklar nedeniyle cılız ses çıkaranlardır. Daha sonra onlarda, siyasal iktidarın, sermaye kesimlerine ayırdığı cömert desteklerinden nemalandırılıyor. Egemen sınıf klikleri arasındaki çelişme hiç bir zaman bitmez. Bazan sertleşir, bazan ise yumuşar.


Sermaye sınıfın örgütleri TÜSİAD ve MÜSİAD, M. Şimşek programı (önceki ve yeni 2026-2028 Orta Vadeli Program) denilen, işçi sınıfını ve emekçileri baskı altında tutan programdan esasta memnunlar. İşçi sınıfı, tarihinin en baskıcı ve ağır sömürü koşullarıyla karşı karşıyadır. Uzun zamandır enflasyonun yüksek tutulması, işçiden alıp doğrudan tekelci burjuvaziye aktarılmasıdır. Diğer yandan ücretlerin ve maaşların olabildiğince en alt seviyede tutularak kitlelerin yoksuluğa mahkum edilmesi, yine tekellere büyük bir sermaye aktarım amaçlıdır. Ve bu uygulama, hala kararlı ve ısrarlı biçimde devam ettirliyor.


İşçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi ve örgütlü olanların ise ezici çoğunluğunun devlet yanlısı sendikaların içinde örgütlenmeye zorlanması ve en az 8 milyon işçinin, tüm sosyal haklardan mahrum olarak kayıt dışı köle gibi çalıştırılması, tamda tekelci burjuvazinin, aşırı sermaye birikimi için istediği cennettir. Buna bağlı olarak en az 3 milyon göçmen işçinin yine kayıt dışı çalıştırılması ise, sermayenin cennetine bir cennet daha katarak, sistemin daha da barbarlaşmasını sağlamaktadır. Ve çalışanların neredeyse yarısının asgari ücret ve ona yakın düzeyde çalıştırılması, tekelci burjuvazinin Erdoğan rejminin arkasında sıralanmasının en temel nedenleri arasındadır.


Ayrıca, Türk tekelci burjuvazisi Erdoğan döneminde emperyalistleşmiştir. Yani, önceki yıllara kıyasla, sermaye, aşırı sermaye birikimini, yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini bu dönemde daha fazla sağlamıştır. Çoğu Türk tekeli, uluslararsı tekel durumuna gelerek, kolaylıkla dış ülkelerde sermaye yatırımı yapar duruma gelmişlerdir. Sermayenin en büyük kesimleri, son 20 yıl içinde büyüdükçe büyüdü. Koç Holding dünyanın (2024 yılı) en büyük 500 tekeli içinde 75 milyar dolar toplam ciro ile ilk 200 (194. sırada) tekelin içinde yer alıyor.


Erdoğan rejmi süreci içinde, Türkiye'deki tekelleşme, sermayenin birikimi ve sermayenin muuzzam ölçüde merkezileşmesini de gerçekleştirmiştir. Türkiye'de tekelleşme yaygınlaşmıştır. Ülke içinde temel ekonominin sektörler bir kaç on tekelin hakimiyetindedir. Bu nedenle, çoğu orta ölçekli şirketler batarken, büyük sermaye kesimleri daha da palazlanmıştır. Kapitalist sistemin genel bir eğilimi olarak, küçük üreticilerin mülksüzleştirilmesine ek olarak, büyük tekellerin küçükleri mülksüzleştirerek semayenin birikimini, yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini güçlendirir.


Türk tekelleri, Avrupa başta olmak üzere en az 132 ülkede sermaye yatırımları var. UNCTAD-2025 Raporuna göre; Türk tekellerinin 3. ülkerdeki şirketleri aracılığıyla yaptıkları yatırımlar hariç, toplam 60 milyar doların üstünde sermaye yatırımları var. Bu, Erdoğan rejminin işçi sınıfı üzerine uyguladığı ağır sömürü ve baskılar sayesinde gerçekleştirildi. Faşist rejim, İsrail'e, lafta çok şey söylemesine karşın, ekonomik ilişkileri kesemiyor. Çünkü sermaye kesmi, buradan gelen birkaç milyar ABD dolarından olmak istemiyor. Sermayenin tüm faaliyeti aşırı kar elde etme uğrunadır. Yani, sermayenin „insani“ vijdanı, insanı (işçiyi) daha nasıl sömürebilirimle ilgilidir. En yalın gerçeği; Soma'da 103 maden işçisinin topluca ve hergün onlarca işçinin “iş kazaları” adı altında katledilmesidir.


Başkanlık rejmini de Türk sermayesi istemiştir. Bunun açık bir faşist rejim olacağı daha baştan belliydi. Bütün işçi haklarının kısıtlandığı, demokratik hak ve özgürlüklerin yok edildiği bir siyasal rejim, aşırı sermaye birikimini kolaylaştıcı bir rol oynar. TÜSİAD daha bunu 1990'ların başında istiyordu.1


Sermaye kesminde Erdoğan rejmine eleştiri gelir, ama, onun yıkılmasını şimdilik istemiyorlar. Çünkü Erdoğan, tekelci sermayenin, emperyalist amacı doğrultusunda ülkeyi yönetiyor ve yayılmacı bir siyaset izliyor. Türk tekelci burjuvazi, emperyalist kamplar arasında şansını arayan bir siyaset izliyor. Bu da, Türk tekellerine uluslararsı alanda yeni pazar alanları açıyor.


CHP Küçültülme Operasyonu


Erdoğan rejmi, kendisi için siyasal tehlike haline gelen CHP'yi devletin tüm olanaklarını kullanarak bölmek isitiyor. CHP, 31 Mart 2024 yılındaki yerel seçimlerle böyle bir duruma geldi. En son normal bir seçimlerde cumhurbaşkanlığını kazanma şansı yüksek olan İBB başkanı İmamoğlu'nun üniversite diplomasının iptali ve tutuklanması, kendisi için bir tehlikeyi savuşturmak amaçlıydı. O da yetmezdi, birinci parti CHP'nin yıpratılması, zayıflatılması ve parçalanması gerekiyordu. Şimdi bu stratejiyi uyguluyor ve esas olarak da CHP'nin bölünüp parçalanmasına çalışıyorlar.


Bazılarının iddiasının tersine, Erdoğan, kendisinin kontrolündeki „çok partili“ rejimi ortadan kaldırmayacak. Şimdilik buna gereksinim duymuyorlar. Hatta, her zaman kazananı belli olan bu „çok partili seçimi yürürlükte kalması, Erdoğan'a „demokrat“, ülkenin ise „demokrasiyle yürütülüyor“ görüntü avantajı sağlıyor. Girdiği bütün seçimlerde halk, Erdoğanı seçiyor“ görüntüsünün kalması, ülke içinde ve uluslararası alanda bir avantaj olarak görüyor. Günümüz faşizmi bildiğimiz eski kalasik faşizm değil. Bu „modern faşist“ bir yöntemdir. Erdoğan, islamcı rejmi pekiştirici ve babadan oğula geçen bir sistem oluşturmak istediğide bir gerçektir.


Örneğin, faşist Erdoğan, küçük sol partilere yüklenmiyor, en büyük parti olan bir burjuva partisine, CHP'ye saldırıyor. Çünkü küçük „sol“ partilere, onun için bir tehlike değil, tersine, demokrasicilik“ oynunu oynaması için -o partilerin iradesi dışında- bir „araç“ oluyor. Ancak, küçük „sol“ partilere ara sıra ayar vermeye, tutuklama ve baskılarla „haddinizi bilin“ „uyarıları“ yapıyor. Ama, yasaklama yoluna gitmiyor. Ne zaman ki, komünistler güçlenir ve iktidar alternatifi olur, işte o zaman “devletin bekası” için bütün burjuva partileri (AKP, MHP, CHP vd.) birleşerek, bütün zorbalıklarıyla komünistlerin karşısına dikilirler. Şimdi böyle bir durum yoktur.


DEM Parti, şimdilik, Erdoğan-Bahçeli-Öcalan ortak perspektifi doğrultusunda, Erdoğan rejmi için „uysal“ bir rol oynama durumunda bırakılmıştır. Erdoğan rejmi için: Ülkenin en büyük burjuva partisine yüklendiği bir koşulda DEM Partiyi -en asgarisinden- sesizliğe sokmak, sokaklara çıkmasını önleme, ikircikli -hareketsiz- bir durumda bırakması, böylesi büyük bir siyasal kriz döneminde kendi siyasal iktidarı için önemli bir kazanç olarak görüyor. Ortada, devlet adına bir „barış“ yok, ama Kürt Ulusal Hareketi adına tek taraflı bir „barış“ var. Türk devleti, şimdilik, bu statükonun korunmasını istiyor. Ancak, DEM Partinin hareketsiz bırakılması, kısa ve de uzun vadede Kürt hareketinin yararına değil, tam tersine kendisine çok lazım olan demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesinin -iktidar lehine-, zayıflamasına neden olduğu için, faşist Erdoğan rejmine karşı mücadelede tüm demokratik güçler için büyük bir kayıp olduğu ve olacağı görülmelidir. Bütün bunlara karşın, DEM Parti tabanının Öcalan'ın isteği doğrultusunda faşist rejim arakasında sıralanacağını beklemek saflık olur.


Türk devletinin amacı Rojava'nın kazanılmasıydı. Rojava kazanılmazsa2, ilerde, adını kendilerinin belirlediği„Terörsüz Türkiye“ sürecini, Rojavaya saldırarak rafa kaldırabilirler. Böyle bir durumda, İsrail ve ABD ile karşı karşıya gelmeyi göze alması gerekiyor. Bu oldukça zor.


Erdoğan Kansız İktidarı Bırakmaz


Ekonomik ve siyasal olarak kriz içinde olan Erdoğan rejmi, kendisi için en büyük siyasal kriz gördüğü CHP'yi bir şekilde, kendine karşı iktidar alternatifi olmaktan çıkarmak. Bunu başarıp başarmaması, başta işçi sınıfı ve tüm emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklere sahip çıkması, faşizme karşı birleşik mücadeleyi geliştirerek, faşist baskıları geriletmesine bağlıdır. CHP'nin radikal bir halk hareketini örgütlemesi zayıf görünüyor. Devrimci radikallik, onun sınıfsal karakterine ters. Çünkü kitlelerin Erdoğan rejmine karşı birikmiş öfkesi, CHP'nin ideallerinin ilerisindedir. Ancak, işçi sınıfı ve devrimci-demokrat kesimlerin zorlaması ile, siyasal varlık-yokluk sorunu ile karşı karşıya kalan CHP, daha aktif mücadele içine çekilebilir.


Erdoğan rejminin CHP'ye saldırısını, salt, egemen sınıf klikleri arasında bir çatışma olarak ele almak yanıltıcı ve içinde bulunulan durumu tam olarak analiz edememektir. Bir yanı doğru olmasına karşın, bir yanıyla da, faşist Erdoğan rejmini güçlendirme ve kalıcı hale getirme saldırısı olarak okunmalıdır. CHP elbette egemen sınıfların bir temsilcisi. İktidara geldiğinde kısmi reformist politikalar izleyecek ya da izlemek istiyor. Kapitalist sistemin barbarlaşmış yüzünü kısmen de olsa törpülemek istiyor. Bu ayrı bir konu. Ancak, işçi sınıfı ve emekçileri ilgilendiren yan; acil olarak, ülkede 23 yıllık faşist iktidarın yıkılmasıdır. CHP'de en azından faşist iktidarın, kendi deyimiyle „diktatörlüğün“ yıkılmasını istiyor ve burjuva demokrasisinden yana olduklarını program olarak dillendiriyorlar.


Komünistler, faşizmin yıkılması ve demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesine sırt çeviremez, tersine -sosyalizm mücadelesinin geliştirilmesi amaçlı- asli görevlerinden bir olarak görmek zorundadırlar. Bu mücadelenin içinde „CHP var“ diyerek, mücadeleye sırt çevirmek, uzaktan izlemek, küçük burjuva „sol“culuğudur. Esasta ise, faşizme karşı mücadeleye sırt çevirmek gibi ağır bir suç işlemektir. Faşizme karşı mücadele eden, etmek isteyen tüm güçler ile bu amaç uğruna birlikte hareket edilmelidir. 2. emperyalist dünya savaşı öncesi ve sırasında -komünistler açısından- bunun yığınca örnekleri vardır.


CHP'yi susturmayı ya da bölmeyi başaran faşist Erdoğan rejmi, baskıları daha da artıracaktır. Bu net olarak bilince çıkarılmalıdır. CHP ile bu koşullar içinde faşizme karşı birlikte hareket etmek, onun çizgisini ve burjuva reformist politikasını teşhir etmemek anlamına gelmez. Onun niteliği, bir burjuva partisidir. Ama, gelinen özgül aşamada, onun da, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için „demokrasiye“ gereksinimi vardır. Komünistler, faşizme karşı en geniş mücadele cephesini oluşturma ve mücadeleyi sürdürme taktiği izlemeli, CHP'de dahil, varolan faşist diktatörlüğe karşı çıkan herkesle birlikte hareket etmelidir.


CHP, Erdoğan'nın iktidarı kansız bırkmayacağı bilinciyle hareket etmezse, kendini elimine olmaktan kurtaramaz. Bu nedenle, onun da, komünistler dahil olmak üzere en geniş kitlelerle birlikte hareket etmek zorundadır. Bu mücadeleye, DEM Parti'de aktif olarak katılmalıdır. Faşist Erdoğan rejmini güçlendiren ve olmayan barış” adı altındaki tüm oyalamalardan kurtulmalıdır.


Faşist Erdoğan rejmini yıkmak isteyenler, kanlı bir mücadele sürecinin içine girildiğinin de göze almalıdır. Bu hesaba katılmadan, Erdoğan rejmine karşı kararlı ve sonuç alıcı bir mücadeleye girilemez. Ekonomik olarak oldukça zor durumda olan kitlelerin küçümsenmeyecek bir bölümü buna hazırdır ve Erdoğan rejmi esasta kitle tabanını kaybetmiştir. Erdoğan'ın en büyük korkusu kitlelerin sokaklara çıkması, daha güçlü „GEZİ“lerin yaratılması olasılığıdır. Şimdi faşizme karşı görev; genel grev genel boykot, olmazsa yaygın iş durdurmanın yanı sıra ve kitlesel gösterilerin yaygınlaştırılmasıdır. Bu mücadelenin kazananını, kitlelerin sokaktaki gücü belirleyecektir.


Faşizme, emperyalizme ve tüm kapitalist gericiliğe karşı, demokratik hak ve özgürlükler uğruna mücadele edilmeden, sosyalist devrim başarılamaz.


Sınıf mücadelesi diyalektiği önceden net kalın çizgiler ile çizilemez. Her gelişen yeni duruma göre yeni taktikler geliştirmek gerekiyor. Komintern'in faşizme karşı birleşik cephe siyasetini eleştirerek, demokratik hak ve özgürlükler uğruna mücadeleden uzak durmak, tam da küçük burjuva “sol” çocukluğudur.


Sözü, Lenin'in Gothe'nin Faust'undan aldığı bir betimlemeyle bitirelim:“... teori gridir dostum; ebediyen yeşil kalan ise hayat ağacıdır.” 11.09.2025






1Bkz. Yusuf Köse „Emperyalist Türkiye“, El yayınları

2 PKK, Türkiye Kürdistan'ından çıkarılıp Irak Kürdistan'ına sıkıştırılmasından sonra, TC için esas “mesele” olmaktan çıkmıştı, tersine, PKK'nin oradaki varlığını, Güney Kürdistan'a askeri olarak yerleşmesinin “gerekçesi” yaptı. Ve aynı zamanda, Türk ordusunu sürekli hareket halinde bırakması açısından TC'nin emperyalist yayılmacılığına bir avantaj sağlıyordu. Türkiye'nin, İsrail ve ABD ile Suriye üzerindeki kapışmaları, Türk emperyalist devleti için Rojava'nın önemi daha da artmıştır. Şimdi meselenin esası Suriye ve Rojava'dır.