14 Mayıs 2014 Çarşamba

Madencilerin Ölümü Kader Değil, Sermayenin Kar Oranını Arttırma Katliamıdır!







Madencilerin Ölümü Kader Değil, Sermayenin Kar Oranını Arttırma Katliamıdır!


Yusuf KÖSE

13 Mayıs günü Soma Holdinge bağlı Soma Kömür Ocaklarında yapılan işçi katliamı üzerine, gözler, bir kere daha, sermayenin kar oranını yükseltmek için durdurulamaz işçi cinayetlerine çevrildi. Bu elbette, en zor koşullarda çalışan işçilerin kaderi değil, sermayelerini arttırmak için hiç bir güvenlik ve sağlık önlemi olmayan derme-çatma denebilecek yerlerde çalıştırılmasının bir sonucudur. Burjuvazi, üretim maliyetini (değişmeyen sermaye) düşürmek için işçi ölümlerini artırmayı yeğlemiştir.

Burada bazı istatistikler vererek konuya girelim.

Gazeteler, Türkiye’de, “1941 yılından beri meydana gelen maden kazalarında 3 binden fazla işçinin yaşamını yitirdiğini yazıyor. Ancak, bu ölümler birer istatistik olarak tarihteki yerini alırken, acı ve gözyaşlarının ise istatistikleri maalesef tutulamıyor.

Sadece 2013 yılında işkazalarında ölen işçi sayısı 1235 olarak veriliyor. Bu veri eksik olmasına karşın oldukça yüksek bir rakamdır. „İş kazası“ adı altında, ortalama olarak yılda 1072 işçi ölüyor. Sadece bu yılın ilk dört ayında ölen işçi sayısı; 396[1]. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından 2013 sonuna kadar toplam 13 bin 442 işçi katledilmiştir.

Türkiye, iş kazalarında, TMMO’nın raporuna göre, „iş kazası“ adı altında ölüm oranı, her yüzbin işçi de;  Avrupada birinci, dünyada ise üçüncü sıradadır.

Mesleki hastalık oranı ise, akıl almaz bir şekilde yükselmektedir. Devletin resmi kurumu olan SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu)‘na göre meslek hastalığına tutulan çalışanların sayısı yılda 600’ü geçmezken sendika ve diğer araştırma kurumlarının verilerine göre bu rakam yılda. 35-40 bin arasıdadır.

Türkiye ve Kürdistan’da, 1,5 milyon iş yerinde yılda ortalama 70 bin iş kazası olduğu bildiriliyor. İş kazalarının artmasının bir nedeni de, sendikasız çalışmanın artmasından kaynaklanmaktadır. İşçilerin, örgütlü bir mücadeleden yoksun olması, sendikasızlaştırılması ve sendikaya üye olmak isteyenlerin ya da üye olanların işen atılması ve de atılma tehdidiyle karşı karşıya kalmaları, sendikalaşma oranını gün geçtikçe düşürmektedir. Özellikle AKP hükümeti iş başına geldikten sonra, sendikasızlaştırma politikası yaygınlık kazanmıştır. Çalışma koşulları işçiler için cehennem olurken, sermayedarlar için ise tam bir cennete dönüştürülmüştür. AKP’nin bu kadar uzun yıllar ayakta kalmasının bir nedenide budur. Tüm sermaye kesimi tarafından desteklenmesidir. Son yıllarda bazı sermaye kesimlerinin AKP’ye karşı çıkmaları, iş koşullarının işverenler aleyhine olduğundan değil, sömürüden daha az pay almaları ve kendi aralarındaki pazar rekabetinden dolayıdır.

Türkiye ve Kürdistan’da, işçilerin sendikalarda örgütlenmeleri önüne çok yönlü engel çıkarılırken, sendikalı olanlarda sendikasızlaştırılmak isteniyor. Sendikalaşmak isteyenler ise hükümet yanlısı karşı-devrimci ve sarı sendikalarda örgütlenmeye zorlanmaktadır. Memur-Sen, Hak-İş bunlardan bazılarıdır. 2012 yılında 2,2 milyon olan sendikalı işçi sayısı günümüzde 1.096.540[2] gerilemiştir. Yürürlükteki yasalara göre sendikalaşma hakkı olan işçi sayısı ise, aynı bakanlığın verilerine göre 11.600.554’dir. Bu rakamlar, Çalışma Bakanlığı‘na aittir.

Türkiye’de çalıştırılan çocuk sayısı da bir milyonun üzerindedir. Kayıtlı çalışan 900 bin civarında olduğu söylenirken, kayıtlı ve kayıtsız toplamının bir milyonun çok üzerinde olduğuda biliniyor. Bunun anlamı da, sömürünün çok yoğun ve vahşice olduğudur.

Maden ocaklarında çalışanların ücretleri de asgari ücretin üstünde değildir. Bazı kaynaklar 900 TL olarak verirken, bazı kaynaklar ise 1600 TL geçmediğini söylemektedir. 15 yaşından küçük çocuklarında madende (ölenlerin arasında 15 yaşında çocuklar olduğu söyleniyor) çalıştırıldığına göre, ücretlerin düşüklüğü de kendiliğinden ortaya çıkıyor.

 Gazeteler, sermayedarların karlarını ne kadar artırdıklarını ve bir önceki yıla oranla yüzde kaç yükselttiklerini, büyük manşetlerden verirler. Ancak, işçi ölümleri küçük manşetlerle duyurulur ya da hiç yer verilmeyerek yok sayılması istenir. Oysa, patronların karlarının yükselmesiyle doğru orantılı olarak işçi ölümleri de artar. Bütün dünyadaki istatistikler bunu doğrular. İş kazalarında yaralanarak sakat kalanların ise bu verilerin kat kat üstünde olduğu bir gerçektir. 

Özelleştirmelerin artması, taşeronlaşmanın yaygınlaştırılması, her türlü sağlık ve yaşam güvenliğinden yoksun, örgütsüzleştirilmiş bir işçi kitlesi yaratıldı. Burjuvazi sermayenin kar oranını arttırmak için işçi ücretlerini düşürürken, sendikasızlaşma ve işçi güvenliğini de en alt düzeye çekti. Soma Holding’de bunlardan biridir. Şirket, kendini tanıttığı broşürlerde „en güvenli çalışma“ koşullarını yarattığını ileri sürmesi, gerçekleri dile getirdiği anlamına gelmiyor.

Türkiye’nin en büyük kömür maden işletmecesi olan Soma Holding bünyesinde 6 bin işçi çalıştığı bildiriliyor. Ancak, ölümlerin en çok işletmeninde bu olduğu bir gerçek olarak duruyor. Adı geçen bu holdingin İstanbul’da göğe yükselen gökdelenlerinin tersine koşut olarak da, bu şirket bünyesinde çalışan işçi ölümleri artmaktadır.

Soma maden ocaklarındaki katliam, bir kere daha gösterdi ki; sermayenin kar oranı arttıkça işçi yoksullaşması ve ölümleri de arttıyor. Sermayenin karının yükselmesi, işçilere ölüm, ailelerine ve yakınlarınaysa acı ve gözyaşı olarak geri dönüyor.

Şu ana kadar ortaya çıkan ölen işçi sayısının ikiyüzü geçmesine karşın bu sayının giderek yükseleceği de belirtiliyor. Aslında, işveren maden ocaklarında kaç kişi olduğunu biliyor ve açıklamaktan kaçınıyor. Elbette bunu hükümet yetkilileri de biliyor. Bildikleri içinde, bölgeye önce asker sevkiyatı yapıyorlar. İstanbul’un deneyimli çevik gücünün önemli bir bölümünü buraya aktarıyor. Olası tepkileri bastırmak için. Halkı kandırmak ve timsah gözyaşlarını gizlemek  için de “üç günlük yas” ilan ediyorlar. 

Burjuvazinin ilk “tedbiri” kendini korumaya yöneliktir. Maden ocaklarında kalan işçileri kurtarmak ise, sermayenin güvenliğinden sonra geliyor. Salt maden ocaklarında ölüm olaylarıyla ilgili olmayıp, işçilerin çalıştığı tüm işyerlerinden, “önce güvenlik” dediği şey, sermayenin korunmasıdır. Grev yaparak hakkını arayan ve işten atılmalara karşı çıkan işçilerin karşısına, önce polis ve asker çıkar, sonra da mahkeme kapıları gözükür.  Çünkü sistem, kapitalist sistemdir. Daha genel bir söylemle, bu düzen zenginlerin düzenidir.

Ölümler Kader Mi?
Çalışan işçilerin “iş kazası” adı altında öldürülmeleri bir kader değildir. Kapitalist sistemin doğal gelişiminin bir sonucudur. Yukarıda istatistiki olarak ortaya koyduğumuz verilerde gösteriyor ki, Türkiye’de burjuvazi, işçiler üzerindeki sömürü oranını arttırıcı her türlü uygulamayı devlet aracılığıyla yapıyor. Burjuvazi açısından sermaye birikimini artırmanın sınırı yoktur. Bu nedenle de vahşice sömürü ve baskınında sınırı yoktur. Sömürü oranı arttıkça, baskılarda artacak ve işçilerin yaşamları daha da kötüleşecektir. Aynı bugün olduğu gibi. 

İşçilerin “iş kazası” adı altında katledilmeleri, işçi ve emekçilere bir “kader”, “alınyazısı”, “tanrı buyruğu” olarak sunuluyor ve sunulmaya devam edecektir. Ancak, işçilerin vahşice sömürülmesi ise, doğal karşılanacaktır. Tayyip Erdoğan madende çalışanların “ölmeleri de normal”dır diyecektir. Böylece o, görevi gereği, sermayenin katliamci ve kitleleri sindirme politikasını savunmaya ve sürdürmeye devam edecektir.

Burjuvazinin işçi ve emekçilere “kader” olarak sunduğu yaşam tarzını, sistemi kökten reddetmek gerekiyor. Çünkü  kapitalist sistem, bütün doğayı öldürdüğü gibi insanlığı da öldürüyor. Bütün yaşamı yok ediyor. 

Türk faşist devleti, dün Roboski’de yaptığı katliamı bugün  Soma’da yaptı. Biçimi ne olursa olsun her ikisini de aynı amaçla yaptı. Daha fazla sömürmek, düzenini sağlamak ve halkı sindirmek için.

Dün Gezi’de katlettiklerini bugün Soma’da katletti. Gezi’de direnenler, bu katliamların olmaması için sokaklara çıkmıştı. Eğer, daha fazla emekçi sokaklara çıkıp haykırsaydı, belki Soma’daki madenci katliam yaşanmayacaktı.

Ne ölümler “kader”, ne de sömürülmek. Ama, çalışma araçları sermayenin tekelinde olduğu sürece, ölümleri işçi ve emekçilere “kader “ yapmaya devam edeceklerdir. Ne zaman ki, işçi sınıfı ve emekçiler kendi kaderlerini kendi ellerine aldıklarında, sermayenin de kölesi olmaktan kurtularak dünyayı özgürleştireceklerdir.

Bu katliam karşısında sessiz kalmak, sokaklara çıkıp haykırmamak, genel grev ilan etmemek, ihanetin en büyüğü olacaktır. Bütün fabrikalarda şalterler ölen madenciler için indirilmelidir. Bütün işçi ve emekçiler demokratik hak ve özgürlükler için sokakları, alanları zapt etmelidirler. Bugün susmak, geleceğimizi burjuvazinin katliamcı sistemine teslim etmek demektir.

Sokaklara çıkan kitlelerin talebi, sadece enerji bakanının istifasını istemekle yetinmemelidir. Hükümetin istifasını istenmelidir. Soma Holding’in başkanı dahil yöneticilerinin tutuklanması ve yargılanması istenmelidir. Başbakan Erdoğan’ın derhal istifa etmesi ve yargılanması talep edilmeli ve katil Türk devletinden hesap sorulmalıdır.

Sonuç olarak; Madencilerin ölümü kader değil, sermayenin kar oranını arttırma katliamıdır!

Başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün halkımızın başısağolsun!

***14.05.2014




[1] Veriler,  İstanbul İş Sağlığı ve Güvenliği Meclisi’nden alınmıştır. Bkz. www.guvenlicalısma.org
[2] www.csgb.gov.tr, İstatistikler 2014

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Savaş Başladığı Yerde Kazanılır







Savaş Başladığı Yerde Kazanılır


Yusuf KÖSE

Çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı için Taksim’in tarihsel bir önemi vardır. Bu önem, sınıfın siyasal savaşımın genel olarak bu alanda verilmesinden kaynaklıdır. Bu gerçeği bilen Türk egemen sınıfları yıllarca Taksim’i 1 Mayıs’larda işçi sınıfına yasaklamıştır. Yasaklamakla kalmayıp 1 Mays 1977 yılında onlarca işçiyi katlederek burjuva sınıf tavrını net olarak ortaya koymuştur. İşçi sınıfı da aynı kararlılıkla mücadele ederek bugüne gelmiştir. Ve işçi sınıfı, Taksim’i, ölüler verek kazanmıştır. Bu nedenlede, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için direnmiş ve savaşmıştır. Tersi bir durum, işçi sınıfının tarihsel sınıf tavrı niteliği karşısında geri bir adım olacaktı. Eli kanlı burjuvazinin istediği de buydu. İşçi sınıfı ve emekçiler, geri adım atmadı. İstanbul ve Ankara’da en bilinen meydanları zaptetmekte kararlı gözüktü ve bunun için dövüştü ve dövüşmeye devam edecektir.

Çünkü savaş başladığı yerde kazanılır, bittiği yerde ise zafer ilan edilir. Taksim, bir nevi işçi sınıfyla burjuvazinin savaş alanı haline gelmiştir. Haziran 2013 Ayaklanması’nın (GEZİ) başladığı yerde burasıdır. Burada yakılan küçük bir kıvılcım, bozkır haline dönüşmüş bütün Türkiye ve Kürdistan’ın şehirlerinde, dalga dalga yayılarak bir alev topuna dönüşmüştü. AKP’nin bir korkusuda alev topunun yinelenmesiydi. Bu nedenle en sert önlemlerini aldı. Bütün polislerini ve militarist güçlerini İstanbul’a yığdı ve Taksim’e çıkan tüm yolları kapattı. Ancak, yaşamı üretmesini bilen işçi ve emekçiler, şehrin iki yakasını bir araya getirmesini de yakında öğrenecektir. 

Hükümetin, İstanbul’da 1 Maysı günü, ilan edilmemiş sıkıyönetim uygulaması, onun işçi sınıfından korktuğunun bir işaretidir. Bu sıradan bir korku olmayıp, tarihsel kökleriyle birliket burjuvazinin zihninden atamadığı sınıfsal bir korkudur. Onların deyimiyle, “bu baldırı çıplaklar”, ayak takımı”, “çapulcular”, hayatı yaratan bu onurlu sınıf, varolduğu günden beri burjuvazinin kokulu rüyası olmuştur. Burjuvazi bu nedenle işçi sınıfı üzerindeki baskıyı eksik etmemiştir. Ancak, baskılar daha fazla birleşmeyi, birlik olmayı ve birlikte karşı koymayı da yaratmıştır. Emin adımlarla ilerleyen direngen bir işçi sınıfının doğduğunu, daha doğru bir söylemle, siyasallaşmaya başladığını söylemek abartılı olmayacaktır.

Taksim’e giden yollar üzerine kurulan barikatların işçi ve emekçiler tarafından yıkılamamasının bir çok nedeni var. Başta bürokrat sendika merkezlerinin bu konuda gönülsüz davranmasıdır. Özellikle DİSK’in, sorunu gönülsüz bir şekilde ele almasının özel bir yeri vardır. “Dostlar alış-verişte görsün” hesabı soruna yaklaştı. “Kararlı” gibi görülmesini istedi, ama karasız ve korkak davrandı. Oysa DİSK, işçi sınıfının uzun soluklu zorlu mücadelesi ve büyük bedeller ödemesi sonucu kurulmuştu. İşçi sınıfı, DİSK'i reformist küçük burjuva bürokratların elinden almasını da bilecektir.

Polis barikatlarının yıkılması, daha fazla kitlenin sokaklara çıkmasını ve  aynı oranda cüretkar bir tavır  gerektiriyor. Yine de işçi sınıfı ve emekçiler boş durmadı. Bulundukları bütün alanları 1 Mayıs mücadele alanlarına çevirdiler. Neredeyse Taksim hariç, İstanbul’un çoğu semtlerinde 1 Mayıs kutlandı. Mücadele, tek bir noktada değil, İstanbul’un hemen hemen her yerine yayıldı. Adeta “her yer Taksim her yer direniş” oldu.

İşçi sınıfının kararlı mücadelesi karşısında, burjuvazinin kendini koruyacağı tek bir güç var. Polis ve asker. Bu 1 Mayıs’ta da bu ortaya çıktı. Daha fazla baskı ve yıldırma. Kendine bağlı sendikaları başka illere gönderse de bu pek bir işe yaramadı ve işçi sınıfının kararlılığını boşa çıkaramadı.

Ayrıca, Türkiye ve Kürdistan’ın çoğu illerinde 1 Mayıs kutlandı. Bir önceki yıla göre daha kitlesel ve daha çok alanlarda işçiler ve emekçiler hükümete ve düzene karşı öfkelerini haykırdılar.

AKP, ne denli zulüm uygularsa uygulasın, sınıfın mücadelesini ve giderek artan öfkesini ve bu öfkenin sokaklara taşmasını önleyemeyecektir. Bu salt Türkiye’de değil, bütün kapitalist ülkelerde böyledir denebilir. Özellikle demokratik hak ve özgürlüklerin daha fazla gasp edildiği ülkelerde 1 Mayıs’lar daha bir kitlesel olmaya başladı. İşçi sınıfı ve emekçiler, 1 Mayıs’ları mücadele günü olarak kutlamaya devam ediyor. Bu onlar için sınıf savaşımını kazanmanın okulu da oluyor. 

AKP ve Erdoğan, toplumun bir kısmını baskıyla sindirmeyi ve susturmayı amaçlamış, bir kısmını ise elindeki medya ile yalan-dolan haberlerle alıklaştırmayı hedeflemiştir. Şimdilik bunun sonuncusunu başarıyor. Aynı Mısır’da Mübarek, Tunus’ta Bina Ali’nin yaptığını yapıyor. Onlar bir 30 yıl iktidarda kalmışsa “ben niye kalmamyayım” diyor ve onların uygulamlarını kendine örnek alıyor. Bunun koşulu ise, İsrail ve ABD ile anlaşmak olmalıdır. Özellikle ABD emperyalizmin maşası olunması gerekiyor. Bu konuda Erdoğan’ın bir karşı duruşu yoktur. Efendisinin kendisini kabul etmesini bekliyor. Onun bölgesel siyasetine uygun hareket edeceğinin siyasetini yapıyor. Ancak, işçi ve emekçiler hiç bir zaman AKP ve Erdoğan gibi emperyalist uşakların yakasını asla bırakmayacaktır. 

Faşist Türk devleti ve onun hükümeti, baskıyla ayakta kalıyor. Ama onu yıkacak olanda yine baskı uyguladığı kitleler olacaktır. AKP ve Erdoğan faşist diktatörlüğünü işçi sınıfı ve emekçiler sokaklarda yıkacaklardır. Ve bu sokakların, gelinen aşamada baskılarla sesini kesmenin, sindirmenin koşulları da yoktur. Erdoğan, nüfusun %40’larını arkasına alması, sorunu değiştirmeyecektir. Arkasındaki kitle desteği, her geçen gün erimeye de devam edecektir.  O kitle kendi sınıfsal çıkarının nerede olduğunu görecektir. Bu nedenle AKP ve Erdoğan, işçi ve emekçilere karşı açtıkları savaşın kurallarından kaçamayacaklardır. İşçi sınıfı, Erdoğan'ın kendilerine karşı sallandırdığı ipi mutlaka bir gün onun boynuna dolayacaktır.

Ve varılacak yere dövüşülerek varılacaktır. İşçi sınıfı bunu bilince çıkarıp eylemleştirdiğinde;  Taksim’e mutlaka çıkacak ve bir gün, kendi sınıfının özgürlük sembolü olan ve Paris Komünü’nden buyana dalgalanan enternasyonalin kızıl bayrağını oraya dikecektir. 03.05.2014***