31 Ağustos 2013 Cumartesi

BARIŞ NE YANA DÜŞER USTA ...






BARIŞ NE YANA DÜŞER USTA ...


Yusuf KÖSE

Emperyalist ABD haydudu ve beraberindeki kan emiciler, Suriye’ye saldırı hazırlığı içindeyken, “barış”tan söz etmek abesle iştigaldir. Etrafin emperyalist ve kapitalist haydut devletlerle sarılmış ve kan emici kapitalist sistem yaşatılmaya devam edilirken, “kardeşlikten”, “barıştan” söz etmek büyük bir aldatmacadır. Emperyalist ve gericiliğin vahşi saldırılarıyla içiçe yaşayan, kitlesel katliamlara uğrayan ezilen halklar ile dalga geçmek demektir.

Savaşları bu dünyaya ezilenler değil, ezen sömürücü sınıflar getirdi. Ve onlar, kendi sınıfsal çıkarları için halkları boğazlamaya devam ediyorlar. Suriye’de iki yıldan fazladır süren budur. Dünyanın gözleri önünde Süriye halkı boğazlanırken, ABD ve yandaşları bununla yetinmeyip, daha büyük bir saldırıyı gündeme getirme hazırlığı içine girmiş durumdalar. Ancak, böyle bir emperyalist saldırı Ortadoğu’da daha büyük çalkantıları ve savaşları da beraberinde getireceği bir gerçektir ve bu, ABD’nin bölge halkları nezdindeki teşhirini daha da güçlendirecektir.

Aslında domino taşları çoktan yerinde oynadı. Özellikle Tunus’ta başlayan ayaklanma ve bunun diğer Kuzey Afrika ülkelerine sıçraması, ABD’nin BOP’nin (Büyük Ortadoğu Projesi) de tarihe gömülüşünün adı oldu. Ortadoğu bu tarihten itibaren artık eskisi gibi olmadı ve olmasının nesnel koşulları da kalmadı. Bunun böyle olduğu önümüzdeki kısa vade içinde daha net olarak görülebilecektir. Bu kitle ayaklanmaları, tüm emperyalist saldırı ve demogojilere rağmen, kitlelerin, tarihin dönüştürücü gücü olduğu bir kere daha kanıtladı. Emperyalizmin ve gericiliğin ise kitle hareketleri karşısında fazla da şanslarının olmadığını... Emperyalist hayduttlara düşen ise, kitlelerin devrimci dinamizmini kırmak ya da etnik ve dinsel farklılıkları öne çıkararak, kitle hareketlerini kendi içinde boğma çabalarıdır.

Emperyalistlerin, ülkeler için genel politikası, böl yönettir. ABD Suriye’de de bunu yapmak istiyor. Irak’da bunu kısmen başardı. En azından tohumlarını attı. Halkları dinsel ve ulusal kimliklerinden dolayı birbirine boğazlatmaya devam ediyor. Suriye’de de aynısını yapıyor ve bunu kalıcılaştırmaya ve resmileştirmeye çalışyor. Çünkü, birbirlerine düşman küçük devletlerin baskı altında tutularak halkların ezilmesi ve sömürülmesi ve anti-emperyalist baş kaldırıların önlenmesi daha kolay olur.

ABD’nin BOP  şimdi, çöküşünü engellemeye çalışıyor dense yeridir. Ancak, giderek yanlızlaşmaktadır. İngiltere parlamentosu saldırıya karşı çıkarken, Almanya saldırıya katılmayacağını açıkladı. Fransa ise, ABD’nin yanında Ortadoğu’da yeniden söz sahibi olmak istiyor. AB içinde Almanya karşısında etkinliğini bu yolla artırmanın yanında, Fransız tekelci burjuvazisi daha fazla egemenlik alanları istiyor. Bu nedenle de her fırsatta askeri saldırıdan yana tavır alıyor. Libya ve Mali’de olduğu gibi. Ayrıca NATO içinde yer alan bir çok Avrupa ülkesi saldırıya katılmayacaklarını ya da destek olmayacaklarını söylediler. Çünkü, Suriye sorunu, salt burayla sınırlı kalmayıp Ortadoğu’nun kalbinin dinamitlenmesi dense yeridir. İran, Hizbullah ve Irak’lı şiileride çok yakından ilgilendirmektedir.

ABD için Esad’ın kalması ise, bölgede ABD ve İsrail karşıtlarının daha fazla güçlenmesini getireceğini tahmin ediyorlar. Esad’ın ezilmesi, İran ve beraberindeki güçlerin ezilmesi ya da zayıflatılması olarak görülüyor. Diğer yandan dünya jandarması ABD, askeri saldırıyla bir kere daha dünya üzerinde söz sahibi olduğunu teyit ettirmek, kendisinin sözünden çıkanların yerinin neresi olduğunun mesajını da vermek istiyor. ABD halkının ezici çoğunluğu Suriye’ye askeri saldırı seçeneğini reddetmesine karşın, ABD burjuvazisi saldırıdan vazgeçmeyeceğini açıklıyor. ABD emperyalist burjuvazisi, Çin ve Rusya’ya karşı da bu saldırıyla yanıt vermiş olacaktır. Kendi pazarını ve egemenlik alanlarını her şeye karşın koruyacağının mesajı da verilmiş olacaktır.

 Bütün bunlara rağmen, emperyalist burjuvazi, artık eskisi gibi rahat değil. Hem kendi aralarındaki pazar ve egemenlik alanlarını genişletme kavgası, hem de kitlelerin hemen hemen her yerde baş kaldırışları, savaş karşıtı oluşları, emperyalist burjuvaziyi oldukça rahatsız etmekte ve engelleyici bir rol oynamaktadır.

ABD ve yandaşlarının Suriye halkına yardım için, katliamları önlemek için kılını dahi kıpırdatmayacağını, tersine katliam ve baskıları artırmak için halkları birbirine kırdırdığı, kendi besleme katilleri vasıtasıyla vahşeti yaşattığını sağır sultan bile biliyor, görüyor. “Kimyasal silahların” bahane olduğu da açık. Çünkü Irak en yakın örneği. Ve bugün Irak’da günde ortalama 50’yi aşkın insan yaşamını yitirmektedir. Neden? ABD’nin saldırgan politikasından! Durum bu iken, ABD haydutları, halkları artık kandıramaz.

Türk devleti ise, “bir koyup beş alma” hesabını hala sürdürmektedir. Belki kendilerine de bir pay düşer hesabıyla ABD’nin kuyruğunda gidiyor. AKP hükümetinin Osmanlı hayalleri olmasına karşın, bunu ona kimsenin yedirmeyeceğini bilmemesi ya da bilmezden gelmesi biraz tuaf kaçıyor gibi gözükse de, dincilerin daha farklı düşünme kapasiteleri de olmadığı biliniyor. Elbette bu düşünce tarzı, onların sınıf çıkarlarıyla da örtüşmektedir. 

AKP, Kuzey Afrika halk ayaklanmalarıyla beraber, sıfır sorunlu politikadan “sorunlu” politikaya geçti. Elbette bu dönüşüm, ABD’nin bölgeye ilişkin taktik politikalarının yönelimine koşut gelişti. Dış politikasını, bölgede şiilerin ezilmesi ve sunni devletler topluluğunun oluşturulması ve güçlendirilmesi, kendisinin de başı çekmesini üzerine oturttu. Ülke içinde de kendi varlığını saldırı politikası üzerine oluşturdu. İşçi ve emekçi kitlelerine saldırarak hükümet etmeye çalışıyor.

AKP hükümetinin bir “zafere” ihtiyacı var. Aslında o çoktan kaybetti. Haziran (Gezi) ayaklanması onu ayakları altına aldı ve gücünü bitirdi. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in yenilmesiyle, kendisinin de bölgede bölgesel güç hayalleri birlikte yıkıldı. Özellikle Suriye’de Esad’ın giderek güç kazanması, batılı emperyalistlerin ve Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin her türlü desteğine rağman dinci çetelerin güç kaybetmesi de buna eklenince, AKP’nin kendi kaderine TV ekranlarında ağlamaktan başka çaresi kalmadı. Bu nedenle,  Türk devletinin iflas eden dış politikası için de bir “Suriye” zaferine gereksinimi var. İçeri de kendini belki böyle ayakta tutabileceğini ve dış desteğini yeniden artırabileceğini hesaplıyor. Elbette yanılıyor. Çünkü, ne dış eski dış, ne de iç eski iç. 

Bölge de önemli bir güç olan Kürtlerin ve özellikle PKK’nın Suriye’ye müdahale edilmesine karşı çıkması olumlu bir adım. Türk devletinin çok istediği bir şey Kürtlerin çıkarına değil, zararına olacağı kendiliğinden açıktır. Türk devleti, boğmaya çalıştığı Rojava’yı, ABD öncülüğündeki askeri bir müdahale ile Kürtleri bütünüyle ezebileceğini düşünmektedir.

AKP, PKK ile “barış” sorunuda “Suriye zaferi” için yaptı. Aslında, (en azından Türk devleti açısında) ortada bir “barış” yok. Var gibi gösterilmek istendi. İki taraf açısından bir askeri bir saldırmazlık var.  Kitleleri “barış” umudu servis edildi. PKK lideri Öcalan’da buna büyük bir katkı sundu. “Ben de dahil herkes özgür olacak” dedi. Kendinden başka da buna kimse inanmadı. İnananlar ise inanmış gibi gözüktü. “inanın” diye sayfa sayfa yazılar yazdılar. Ama öbür yanda ise Rojava Kürdistan’ı yalnız bıraktıklarını göremediler.

Ülkede PKK’yı “barış” adı altında etkisizleştiren AKP hükümeti, emperyalistlerin ve kendilerinin beslemeleri katilleri Rojava üzerine saldı. Ayrıca kendi ordusuna ve özel timlerine bağlı birlikleri sürekli Suriye içine sürdü, Rojava’da Kürtlere karşı savaştılar ve savaşı örgütlediler.

“Geniş düşündüğünü” söyleyen PKK lideri, ülkede ateşkes yaparak Türk devletini rahatlatması, Rojava’yı rahatlatma yerine büyük bir sıkıntıya soktu. Ayrıca “barış” Gezi’ye de çarptı. Gezi barikatları, AKP’nni “barışı”nın bir aldatmaca olduğunu, görmek istemeyenlere net bir şekilde gösterdi. Sonunda, C. Bayık “yanlış yaptık” diyebildi. Çünkü, eğer Kürt ulusu özgür olacaksa bu Türk halkının büyük bir desteği ve mücadelesiyle başarılabilecektir.

ABD ve yandaşlarının Suriye’ye yönelik saldırılarına karşı mücadele etmek, anti-emperyalist savaş mücadelesini ve birlikteliğini geliştirmek vazgeçilmez bir görevdir. Başta komünistler olmak üzere tüm devrimci ve demokratların, Kürt yurtseverlerin görevi bu olmalıdır. Ayrıca, bu savaşa dahil olan Türk devletine karşı ise mücadele daha ileri boyutlara vardırılmalı, kitleleri harekete geçirici taktikler üretilmelidir. Burjuvazinin emperyalist hayallerle başka ülkelere savaşı iç savaşa çevirmek marksistlerin temel ilkesidir.

Yazının başında savaşı bu yeryüzüne ezen sınıfların getirdiğini söyledim. Barışı ise bu yeryüzüne halklar getimiştir. Ezilenlerin birbirleriyle selamlaşmalarının içinde barış ve kardeşlik  vardır. 

Yarın 1 Eylül Dünya Barış Günü. Sokaklar, meydanlar, daha güçlü anti-emperyalist savaş karşıtı gösterileri bekliyor.

 Savaşların olduğu bir dünyada “barış ne yana düşer usta” sorusu hep sorulacaktır.
***31.08.2013




19 Ağustos 2013 Pazartesi

BU OYUNU ZOR BOZAR









BU OYUNU ZOR BOZAR



Yusuf KÖSE

Tarihte, zorun rolü üzerine çok şeyler söylenmiştir. Özellikle sınıfsal zorun ortaya çıkışı, varlığı ve uygulanması konusunda, burjuvazinin ideologlarıyla Marksistler arasında ciddi bir ayrım konusu yaşanmış ve yaşanmaktadır. Burjuvazi, kendi sınıfsal zorunu meşru görürken, ezilenlerin, özellikle de işçi sınıfının burjuvaziye karşı uyguladığı devrimci zorun adını bile duymak istemediği gibi, bunu “toplumsal etik dışı” olarak, son yılların burjuva moda deyimiyle,  “terörist” eylemler olarak kriminalize etmeye çalışır.

Tarihte zorun ortaya çıkması, sınıfların ortaya çıkmasına koşuttur, ondan önce değil. Zor, toplumların sınıflara bölünmesini yaratmadı, sınıflara bölünmüş toplum, zoru, bir sınıfın bir başka sınıfı/sınıfları baskı altında tutmanın vazgeçilmez aracı haline getirdi. 

Ezen ve ezilen sınıflar arasındaki mücadele de zorun belirleyici rolü tartışılmayacak kadar açıktır. Tarihte ki, tüm ezen sınıflar, sistemlerini, yani iktidarlarını, ezilen sınıflar üzerinde baskı uyulayarak ayakta tutmuşlar ve sürdürmüşlerdir. 

Burjuvazi de, feodal aristokrasinin iktidarını yıkıp kendi iktidarını kurarken, zora baş vurmuştur. Zora baş vurmadan burjuvazi iktidar sahibi olamazdı. Aynı şekide, bugün de her yerde ve her zaman kapitalist sistemi sürdürmek için zora, yani şidete baş vurmaktadır. Söz konusu bu şiddetin boyutunu ise, ezen-ezilen sınıflar arasındaki çelişmenin keskinlik düzeyi düzeyi belirlemektedir.

Kapitalist sistemde, işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesi geliştikçe, burjuvazinin onlar üzerindeki zoru, yani baskı ve şiddeti de artmaktadır.

En “demokrat” burjuva cumhuriyetlerinden en zorba faşist devletlere kadar, bütün burjuva devletleri ezilen sınıflar üzerinde zor uygular ve ezilen sınıflara rağmen zorla ayakta durur. Zor olmadan, söylem yerindeyse, bir saniye bile ayakta duramazlar.

Gezi (Haziran Ayaklanması) ve Mısır’daki gelişmeler ve peşinden katliamların yaşanması, sınıflar arasındaki mücadelenin kaçınılmaz momentlerinin ortaya çıkışlarıdır. Sınıfların varlığı kaçınılmaz olarak şiddet doğurur. Çünkü, bir başka sınıfı ezen sınıf, o sınıfı kendi sınıf şiddetiyle ezer, baskı altında tutar.

Haziran Ayaklanması’nda, Türk egemen sınıfları, kendi iktidarlarını korumak için, ayaklanan kitleler üzerinde en ağır şiddetini uygulamıştır. Yani, “demokrat” görünümünü “zor”unu artırarak sürdürmüştür. Ama, “demokrasi”, “özgürlük”, “insan hakları” vb. gibi artık bayatlamış, ezilenler açısından, bu sözcüklerin hiç bir hükmünün olmadığı biline biline burjuvazinin ağızından tekrar tekrar yinelenmiştir.

Burjuvazi, kendi sömürü sistemini korumak adına, sokaklara çıkarak özgürlüğünü isteyen, baskılara isyan eden kitleler üzerinde açıktan bir şiddet uygulamıştır. Bunun karşısında ise, haklı taleplerle sokaklara dökülen kitlelerden ise “aman oyuna gelip polise el kaldırmayın” şeklinde istemlerden bulunulmuştur.

Oysa, sınıflı bir toplumda, sınıflar arasındaki mücadelede, zorun belirleyici bir rolü vardır. Burjuvazi zor uygulayarak iktidarda kaldığı gibi, zor uyguladığı sınıf tarafından karşı bir zor görmedikçe karşı-devrimci zor ortadan kalkmayacaktır. Bir başka söylemle, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvazinin karşı devrimci şiddetine karşı devrimci şiddetle karşılık vermediği sürece, insanlığı karanlığa mahkum eden ne kapitalist sistem yıkılabilecektir, ne de bunun yerine insanlığı aydınlığa götürecek olan sosyalist sistem, yani komünizm kurulabilecektir.

Kapitalist sisteme karşı ayaklanan ilerici ve devrimci kitle hareketlerinin (din eksenli kitle hareketleri, kapitalizmi dıştalar gibi gözükse de, kapitalizmin bir başka yüzü, bir başka idame biçimi olduğu açıktır) burjuvaziye kaşı şiddet uygulanmasını savunmak ve kitleleri bu doğrultuda eğitmek, yönlendirmek ve bilgilendirmek devrimci olmanın bir gereğidir. Çünkü, kitleler devrimci şiddeti kuşanmadan, kendine zor uygulayan, sömüren burjuvaziyi ve onun sistemini yıkamaz. 

Bu bağlamda, Gezi ayaklanması sırasında, reformist ve sol liberallerle beraber, CHP, İP gibi parti ve AKP’ye karşı egemen sınıf kesimleri, ayaklanan kitlelerin şiddet kullanmaması için sürekli propaganda yaptılar ve “marjinal” dedikleri devrimci örgüt ve grupların “provaksiyonuna gelmemeleri”ni telkin ettiler. Bu tür anti-devrimci propagandaların kitleler üzerinde olumsuz etkisinin yanı sıra, AKP hükümetini bir derece rahatlattı ve kitlelerin daha aktifleşmesinin önüne geçen etkenlerden biri oldu.

Mısır’da Askeri Cunta, dinci İhvan’ı savunan kitlelere karşı katliam yapmıştır. Aynı egemen sınıflar, Mubarek’e karşı ayaklanan kitlelere karşı da katliam yapmıştı. İktidara hakim olan burjuvazi, kendine karşı ayaklanan kitlelere uyguladığı bir yöntemdir bu. Mısır devletine sahip olan geleneksel egemen sınıflar, milyonlarca kitlenin Mursi’ye karşı öfkesini de kullanarak katliam yapmaktan çekinmedi. Bu, sınıflar arası mücadele de burjuvazinin vazgeçilmez bir sınıf refleksidir. Bu tür şiddet karşısında kitlelerin devrimci şiddeti daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmadıkça, kitlelere karşı en modern silahlarla silahlanmış silahlı burjuvaziyi yıkmak olası değildir.

Burjuvazinin zor oyununu bozacak olan, bilinçli işçi sınıfı örgütünün etrafında örgütlenmiş olan geniş yığınların devrimci zoru kuşanmış olması olacaktır. Günümüz koşullarında, ezilen yığınların başka bir seçeneği de yoktur. Her yeni toplumun ebesi olan zoru ezilenler icat etmedi. Ezenler, ezilenlere karşı icat etti ve devam ettiriyorlar. Bugün işçi ve emekçiler kurtuluşları için, egemenlerin iktidar için icat ettikleri bu zoru kullanmak durumundadırlar. Sadece Hindistan gibi bir ülkede 350 milyon, dünyada ise 2 milyara yaklaşan kişinin günde bir doların altında yaşamaya mahkum edilmesi, devrimci zorun ne kadar acil olduğunu göstermektedir.

Örgütlü ezilen yığınların devrimci zorunun karşısında burjuvazinin zoru “kağıttan kaplan” kalır. 19.08.2013
***