27 Haziran 2013 Perşembe

Neden ayaklanıyorlar? Nereye gidiyorlar?



  



Haziran Ayaklanması Üzerine Bir Değerlendirme[1]
 
Neden ayaklanıyorlar?
 Nereye gidiyorlar?


Giriş:

Kapitalizm 2008 yılına girdiğinde tarihinin en büyük bunalımlarından biriyle karşı karşıya kaldı. Bu krizi atlatmak için çeşitli yollar denediyse de uzun vaadeli çözüm üretemedi. Kapitalizm, gelinen aşamada, uzun vaadeli çözüm üretmekten uzaktır. Keynesçi dönemden sonra yürülüğe soktuğu neoliberal politikalar da, artık son sınırına gelmiş ve sermaye birikimlerinin hayat kaynakları olarak ele aldıkları yarı-sömürge ülkelerde (emperyalizmin periferilerinde) olduğu gibi, kendi içlerinde de büyük kitle ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalmıştır.

Başta Fransa, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya, Çin, Rusya ve daha bir çok emperyalist ülkedeki kitle hareketleri, varoşlarda yaşayanların isyanları, kapitalizmin aşırı sömürüsünden bunalmış şehir işçi ve emekçileri, kapitalist sömürüye karşı occupy (işgal)[2] ve isyanlar, büyük kitle gösterileri artık olağan bir hal almıştır. Ancak, her isyan, her işgal ve her büyük kitle gösterileri, işçi grev ve eylemleri, daha örgütlü ve daha büyük kitlesel gösteriler olarak yeniden sokaklara dönüyor ve dönecektir. Bu, emek-sermaye çelişkisinin esas olduğu çağımızda kaçınılmaz bir gelişmeler zinciridir. Bundan tekelci burjuvazinin hiç bir kaçış ve çıkış yolu yoktur. Kapitalizmin ölüm sancıları daha da artmış, her tarafını kanserli hücreler sarmıştır. Küçük operasyonlar, onların ölümünü belki biraz uzatabilir, daha fazlası değil. 

Kapitalist sistem, ölümünü, baskı ve şiddet ile biraz daha geciktirecektir. Ancak, onlar için deniz bitmiş ve başka da çıkış yolu kalmamıştır. Bölgesel savaşlar çıkararak, yer yer işgaller yaparak, etnik ve dinsel kimlikleri öne çıkarıp kitleleri bunlarla oyalamaya çalışsalarda, bu vahşet politikası da ölümlerini geciktirmeye yetmeyecektir. Kitleler, sınıf mücadelesi içinde kendi sınıf kimlikerine daha fazla sarılıp, kendi kurtuluşlarının yolunu da bulacaklardır ve buluyorlarda. Kendi sınıf örgütleri etrafında örgütlendiklerinde ve harekete geçtiklerinde ise, kurtuluşa giden uzun acılı yolun kısalacağı da bir gerçektir.

Her tarafta, kitle ayaklanmaları gelip kapitalizmin kapısına dayanmaktadır. Burjuvazinin tüm kara propagandasına karşın, işçi ve emekçiler kapitalist sistemin yıkıcılığını ve tahribatını açık ve net görüyor ve görenlerin sayısı her geçen gün artmaya devam ediyor.

2000’li yılların başında Türkiye’de yeni bir “model” (1980 başından 1990’ların sonuna kadar uygulanan modele, biçimsel olarak dindarlık maskesinin takılması) deneme yoluna giden emperyalist tekelci burjuvazi, bu yolla Ortadoğuya da yön vermek ve sermaye birikimi için yeni bir soluklanma süreci yaratmak istedi. Ancak, bu da, on yıl sürdü ve Gezi Ayaklanması ile son buldu. İşte, Haziran Ayaklanması, emperyalist burjuvazinin ve onun “yerli” uşaklarının aşırı sömürü ve baskısı, yoğun olarak yer üstü ve yer altı kaynaklarının talanı, kitleler üzerindeki aşırı sömürü ve baskı, doğanın fütürsuzca geri dönüşümsüz tahribi/talanı, kapitalizmin sürdürülmesi için yetmedi. Kitleler, emperyalizmin bu politikasına dur dedi. İşte bunun adı, Türkiye’de Haziran Ayaklanması olarak tarihe önemli bir not düştü. Bu yazıda analatılmaya çalışılan, tarihe düşülen bu notun kısa siyasal ve sosyal hikayesidir.

Türk devletinin, en demokratik gösteri haklarını kullanan silahsız ve savunmasız kitle üzerine vahşice saldırması, öldürmesi, yaralaması ve gözaltına alması, kapitalizmin vahşetinin sadece bir yanı, hatta denebilir ki, “en hafif” bir göstergesidir. Kitlelerin direkt siyasal iktidar aygıtına yönelmesi ise, daha büyük katliam ve vahşetleri de beraberinde getirecektir. Ancak, bunlarla beraber, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki son savaş yaşanmadan, eskimiş, çürümüş toplumsal sistemin yıkılıp, yerine, yeni bir toplumsal sistemin doğmasının da olanağı yoktur. Kitlelerin, kapitalist sistemin baskı ve sömürüsüne karşı ayaklanmalarını, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşınmının birer parçaları olarak ele almanın ve bu tarihsel ilerlemeyi, eskinin sonuna, yenin ise başlangıcına doğru, yer yer durarak, yer yer hızlanarak  yol aldığını dillendirmenin kaçınılmazlığı da kendiliğinden aşikardır.

Alman Der Spiegel[3] dergisi, , Türkiye ile ilgili hazırladığı Türkçe-Almanca özel sayfasında, “Türkiye bir çelişkiler ülkesidir” diyor. Bu saptama doğrudur. Bir doğru daha var, o da; bu çelişkilerin işçi ve emekçiler lehine çözecek olan sınıf bilinçli proletarya önderliğindeki sosyalist devrimdir. Burjuvazinin kapitalist sistemi içinde başkaca bir çözüm yolu da yoktur. 

Oguz Atay; “iyi bir hayat hikayesi yazmak, bir hayat yaşamak kadar zordur” demiş. Buradan hareketle; bir ayaklanmayı değerlendirmenin, onu yaşamaktan daha zor olduğu da bir gerçektir. Ayaklanma yaşanır ve yeni bir şeyler yaratır. Burada önemli olan, ayaklanmanın verdiklerini, aldıklarını ve öğrettiklerini ayaklanmanın kendi doğrusuna yakışır bir şekilde ele alabilmek. Bunu söylemek ise kendi açımdan hiç de kolay değil ve ayrıca böyle bir savım da yoktur.



I.                  BÖLÜM
ÖZGÜRLÜK, DEMOKRASİ, ADALET
için
BİR HAYALET DOLAŞIYOR...


Ateşi 28 Mayıs’ta Taksim Gezi Parkı’nda fitillenen ve 31 Mayıs’ta bütün Türkiye’ye yayılan halk hareketi, faşist devletin baskılarına karşı bir ayağa kalkış,  görkemli bir başkaldırıdır. Türkiye tarihinde bir ilki gerçekleştiren ve tarihe “Haziran Ayaklanması” ya da “Gezi Ayaklanması” olarak geçecek olan halk ayaklanması, devletin tüm baskılarına ve şiddetin boyutunu vahşete vardırcasına artırmasına karşın, çeşitli biçimler alarak devam etmektedir. Ancaki kitleler, bu ayaklanma ile aldığı suyu unutmayacak, ona, buradan daha geri adım attırmak artık zor olacaktır.

Ve bundan sonra ülke tarihi, kitlelerin uyanışının bir adlandırılması olarak; Gezi Öncesi ve Gezi Sonrası diye ikiye ayrılacaktır. Elbette, her sınıf bundan dersler çıkaracaktır. Komünistler’de burjuvazi de. Burjuvazi nasıl bir ders çıkarırsa çıkarsın, artı-değer sömürüsü, onu, daha fazla sömürüye, ve bu da, kitleler üzerinde burjuva basıkısını artırmayı koşullayacaktır. Kitlelerin ise buna karşı baş kaldırıları ve kendi kaderlerini kendi ellerine alana kadar devam edecektir.
Ayaklanan kitlelerin talepleri şöyle özetlenebilir: ÖZGÜRLÜK, DEMOKRASİ, ADALET

Haziran Ayaklanması, eşitlik, özgürlük ve adalet talepleriyle ortaya çıkmıştır.  Bu talepler, burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerdeki uygulamaların ötesine geçmemiştir. Faşist ve anti-demokratik baskı ve yasaların ortadan kaldırılması, özgürlüğün sınırlarının genişletilmesi... 

AKP’nin hükümete gelmesinden sonra uygulanan baskıları, kısaca  şöyle özetleyebilirz
:
2012 Agustos’unda resmen yürürlüğe giren ve 6,5 milyon işçiyi sendikasızlaştıran ve bunlara ek olarak bir çok iş koluna grev yasağını resmileştiren “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası”, işçi tazminatlarının hak olmaktan çıkarılması, taşeronlaştırılmanın yagınlaştırılmas... B2, C4, Torba yasası, 4+4+4 yasası, köylülerin yaylalarına el konması, toprakların belli ellerde temerküzü, kentsel dönüşüm adı altında rant yasası, petrol arama yasası, maden yasası, ormanlık alanların imara açma ve daha niceleri... 

Yine, kadınlara yönelik baskıların artması, kadınların dıştalanması, zorla kapanmaya zorlanmaları, sadece çocuk doğurma makinesi durmuna indirgenmeleri ve bunların yasallaştırılması, içki yasakları, gençlere yönelik yasaklar; yani, kitlelerin yaşamına direkt müdahalede bulunulması ve şeriat yasalarının yavaş yavaş topluma empoze edilmesi ve adeta işçi ve emekçilerin bir fanus içine haps edilmesi ve fanusun havasının ise her geçen gün biraz daha azaltılması...

Burjuvazi tarafından, kitlelerin soluk alabileceği her yerin işgal edilmesi, yağmalanması; ekonomik, demokratik hak ve özgürlüklerin gasp edilmesi, yoğun bir baskı ve sömürü politikasının hayata geçirilmesi. Yürürlükteki kanunların bile uygulanmaması. Kişilere göre kanun çıkarılması. AKP’yi ve arkasındaki sermaye güçlerinin ve emperyalist tekellerin istemi doğrultusunda yasaların yürürlüğe sokulması. Bunun için de polis devletinin resmileştirilmesi ve kitlelerin büyük bir çoğunluğunun, “İdi Amin’in Uganda”sında ve daha bir çok ülkede olduğu gibi bir muz cumhuriyetinde olabilecek baskı ve uygulamalarla karşı karşıya kalması, Haziran Ayaklanması’nı ortaya çıkarmıştır. Çünkü bu baskılardan neredeyse en alttan en üste kadar tüm muhalif kesimler paylarına düşeni, ekonomi ve üretimdeki payı oranında almıştır. Bu nedenle, geniş yığınlar bu hareketin içinde yer almış ya da desteklemişlerdir.

Meydanlara damgasını vuran sloganların başında, “hükümet istifa”, “faşizme karşı omuz omuza”, “diktatör istemiyoruz”, “yaşamımıza karışma”, “kurtuluş yok tek başına” vb.dir. Bu sloganlar,  direkt, devlet sistemini değiştirmeyi hedef alan, kapitalist sistemi hedef alan istemler olmasa da, demokratik içerikli istemlerdir. 

Her hangi bir önderlik olmadan kendiliğinden ayaklanan örgütsüz kitlelerin meydanlarda attığı sloganlar, burjuva sisteminin ne hale geldiğinin de bir göstergesidir. Burjuvazi, kitlelerin en asgari orandan demokratik hak ve özgürlükleri dahi kısıtlar duruma gelmiştir. Kapitalist sistemi ayakta tutabilmek için en ağır baskı ve sömürü koşullarını uygulamakla karşı karşıya kalmışlardır. Burjuvazi, kendi diktatörlüğünü, çeşitli manevralarla en geri yığınlardan dahi saklayamaz duruma gelmiştir. Erdoğan’ın pervasızlığı bunun en son örneklerinden biridir.

Türkiye’de, burjuva anlamda adalet, AKP’nin güçlenmesine koşut olarak azalmış ve adeta ortadan kaldırılmıştır. Burjuvazi, kendi çıkardıkları yasaları dahi hiçe sayarken, halkın ise kanunlara uymasını, “bagımsız” diye lanse ettikleri burjuva mahkemelerine “saygı“dan söz edebiliyorlar.

AKP ve Erdoğan ve arkasındaki sermaye güçleri hızla palazlanmak ve durmadan daha fazla, daha fazla büyümek (bu kapitalizmin kuralıdır, büyümediği zaman ya batar ya yutulur ve elbette ki büyümede de sınır tanımaz) istiyorlar. En büyük vurgunu da inşaat dalında, toprağın temerküzünde[4], kentsel dönüşüm projelerinde vurduğu ortaya çıkıyor. Özellikle İstanbul gibi, sanayi, finans ve ticaret merkezinde rant ise oldukça büyüktür. Her köşede mantar gibi biten AVM’ler, gökdelenler, lüks binalar, kentsel dönüşümler, yeni köprüler, yeni bir kanal vb. gibi rant üzerine kurulu gelişme, AKP ve arkasındaki sermayenin daha fazla palazlanması ve elbette bundan alınacak pay sorunu önem taşımaktadır. Bu nedenle, başbakan Erdoğan direkt devreye sokulmaktadır. Ayrıca, Erdoğan ailesinin de son on yıl içinde bir sermaye grubu haline geldiği gözlerden ırak tutulmamalıdır. Erdoğan’ın her yere burnunu sokması, ihalelere direkt müdahale etmesi, muhalif sermaye gruplarına baskı ve şantaj yapması, hızla palazlanmak isteyen ve büyük rantlar peşindeki bir sermaye grubunun hırçın CEO’su görüntüsü çizmekten geri duramamasının nedenleri arasında bu saydıklarımın payı  büyüktür.

AKP’nin neoliberal politikaları yaşama geçirmesiyle, faşist baskılar ve anti-demokratik uygulamalar daha da artmıştır. 1980’de 24 Ocak kararlarının uygulanması 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’nı zorunlu kıldıysa, emperyalistlerin AKP eliyle neoliberal politikaları uygulaması ve yaşama geçirmesi de, AKP ve Erdoğan despotizmini, yani faşist yönetimini devreye sokmuştur. Bütün yetkilerin bir kişinin elinde toplanması olayı, genel de yarı-sömürgelerde olur. Bu tam da emperyalistlerin ve “yerli” burjuvazinin istediği bir gelişmedir.

24 Ocak Kararları neoliberal politikaların Türkiye’de hayata geçirilmesinin adıydı. Bunun içinde işçi ve emekçilerin zapturapt altına alınması gerekiyordu. Ancak, bu politikaların hayata geçirilmesi emperyalist burjuvazi ve uşaklarının sermayesinin büyümesine yetmedi. Daha doğrusu, kapitalizmin yeniden ve yeniden üretimi için bu yeterli olmadı ve olamazda.  AKP, bu politikaların uygulanmasını devam ettirmek için hükümete getirildi. Bu kez, bir askeri vesayet altında değil, “demokrasi” adı altında baskıcı polis rejiminin uygulanmasıydı. “Askeri vesayet”, ABD ve AB için de, Ortadoğu’daki gelişmeler açısından işlerine gelmiyordu. Sivil görünümlü, “ılımlı islam” yaftalı bir “demokrasi” modeliyle bölgedeki çıkarlarını daha iyi koruyabileceklerini düşündüklerinden, AKP desteklendi, beslendi, büyütüldü.

Emperyalist ülkelerdeki, özellikle de Avrupa’da yeraltı ve yer üstü kaynaklar tükenmiş ya da tükenmek üzeredir. Bu nedenle de yarı-sömürgelerin bakir alanlarının, yani, doğanın ve üzerinde yaşayanlarının yaşam alanları acımasızca talan edilmektedir. Ne orman, ne su, ne de maden bırakılmakta, doğanın ve elbette insanlığın ölümüne rağmen, talan edilebilecek yerlerin tahribinin önüne geçilememektedir. 

AKP döneminde, ülkedeki gelirin %70’lere varan bölümü emperyalist tekellerin kasalarına akar duruma geldiyse, bunun sosyal hayattaki karşılığı ise, işçi ve emekçiler üzerindeki baskısının boyutunun artırılması şekilinde olmuşur. Böyle bir ülkede, deyim yerindeyse,  burjuva demokrasisinin kırıntılarını dahi bulmak zordur. İşçi ve emekçiler, burjuvazinin yutturmaca “temsili demokrasi” oyunlarıyla oyalanmaktadır. Baskının boyutu ve şiddeti de buna göre artış gösterir.

Son on yıl içinde biriken sermayenin gözeneklerindeki kan, önceki yıllara göre kat kat fazladır. Bir taraftan sermaye kesimlerinin birbirine karşı mücadelesi ve biribirini yeme oyunları, bir taraftan ise, sermayeyi büyütmek için işçi ve emekçilere yönelik ağır baskı ve bir o kadar da sömürünün ağırlaştırılması, kitlelerin yaşamlarının tek düzeye indirgenmeye çalışılması, toplumun dinci cenderenin içine sokularak kolayca idare edilmesi yolu amaçlanmış ve siyasal iktidarın politikaları bu minval üzerinden şekillendirilmiştir. 

Burjuvazi, daha önce ezilen kitleleri, 80 yılı aşkın bir süre “kemalizm” adını verdikleri ideoloji ile baskı altında tutmuş, bu yetmeyince, “ılıman dinciliği” devreye sokmuştur. Ancak, artık bu da iflas etmiştir. Türk egemen sınıfları ve onun arkasındaki emperyalistler, kitle hareketleri daha fazla geliştiğinde “yeni” bir yönelime geçeceklerdir. Bu kez, “ılıman islam”ı bırakıp, yıllardır gündemde olan kemalizm sopasını yeniden devreye sokacaklardır. Ya da baskıların biraz gevşeteceklerdir.  Biçimi ne olursa olsun, burjuva Türk devletinin özü aynı kalacaktır. Kısa ya da uzun vadeli politikalar, burjuva devletin ayakta tutlması içindir.

 Burjuva demokrasisinin kimin için demokrasi olduğu komünistler açısından çok açık olmasına karşın, asgari düzeyde de olsa kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerinin varlığını şart koşar. Ancak,  burjuva demokrasisinin bu “kırıntıları” Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da aranır durmdadır. Faşizmin hüküm sürdüğü ülkelerde burjuva (günümüz AB’in de olan) demokrasisini aramak boşunadır. Ya da, emperyalistler yarı (yeni) -sömürgelerinde demokrasi değil, baskıcı bir rejim istemekte ve kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerine karşı çıkmaktadır. Bu nedenle de, bütün yarı-sömürgelerdeki diktatörleri bunlar desteklemiş ve beslemiştir. Mübarek 30 yıl Mısır halkının tepesinde emperyalizmin ve yerli uşaklarının sopası olarak tutulmuştur. Tunus’da Bin  Ali ve diğerleri de aynen öyledir. Erdoğan’da 11 yıldır, başta ABD olmak üzere, AB emperyalistlerinin sadık uşağı olarak Türkiye halklarının tepesinde sopa olarak beslenmiş, büyütülmüş, korunmuştur. 

Ne zaman ki, kitleler bu uşak rejimlere karşı ayağa kalktığında, emperyalist burjuvazi “demokrat” kesilmiş, bir zamanlar “demokrat” dedikleri uşaklarına karşı ağız değiştirerek “diktatör” demeye başlamışlardır. Şimdi, bazılarının (Alman Bild Gazetesi) Erdoğan’ı “diktatör” olarak nitelemesi gibi.

Emperyalist burjuvazi destekli Türk egemen sınıflarının demokrasisi “seçimlerin” olmasıdır. Yani, kitleleri, hangi egemen kliğin ülkeyi yönetmeye karar vermesidir. Bunun içinde kitlelerin, yani, işçi ve emekçilerin burjuva asgari ölçülerde dahi özgürlüğünün olmamasıdır. Kitlelerin özgürlüğü, burjuvazinin özgürlüğünün bittiği yerde, burjuvazinin özgürlüğü ise, kitlelerin özgürlüğünün bittiği yerde başlar. Burjuvazinin kanunları, yasaları ve uygulamaları bu gerçeği yerine getirmek için vardır ve hayata geçirilir.

Bu gelişmeler, kapitalist sistemin kendi iç çelişkilerinin bir sonucudur. Kapitalist sistem var olduğu sürece, burjuvaziye karşı ayaklanmalar ve burjuvazinin ise kitlelerin ayaklanmalarını bastırmak için katliamlara varan uygulamaları olacaktır. Bu yeni bir olay olmayıp, özel mülkiyetçi toplumsal sistemlerin hepsinde bunlar yaşanmış ve yaşanmaya devam edecektir. Ta ki, kitleler uyanıp kendi kaderlerini kendileri ellerine alana kadar, bu karşılıklı çatışma devam edecektir. Kitlelerin özgürlüğü elde ettikleri gün, burjuvazi ve onun baskı rejmi de olmayacaktır. 


HAREKETİN TOPLUMSAL DİNAMİKLERİ 

Haziran Ayaklanması’nın sınıfsal niteliğini, işçi ve emekçiler dışında aramak anlamsız ve aynı zamanda sorunu çarpıtmaktır. Bu eyleme başından beri katılanlar işçi ve emekçilerdir. Bunun yanında şehir küçük burjuvazisi de güçlü bir şekilde eylemde yer almışlardır. Öğrenci gençliğin de yer alması, eylemin işçi ve emekçi eylemi olduğunu yadsımaz. Onlar da emekçi sınıfın içinde yer almaktadır. Ayrıca, kısmen laik orta sınıf da bu eylem içinde yer almıştır. Daha genel bir ifadeyle, mavi yakalı ve beyaz yakalı işçilerin güçlü bir şekilde katıldığı bir ayaklanma olmuştur. Özellikle büyük şehirlerin işçi semtlerinde direnişe katılımların kitleselliği bu savı doğrulamaktadır. İstanbul gibi mega metropol kentin, Gazi, 1 Mayıs Mahallesi, Sarı Gazi, Kartal, Maltepe ve daha sayısız işçi semtlerindeki direnişler, işçi sınıfının katılımının büyüklüğü açısından özel bir yere sahiptirler. 

Toplumsal hareketin devrimci dinamiği hiç kuşkusuz işçi sınıfıdır. İşçiler, hareketin içinde güçlü bir şekilde yer almalarına karşın, sınıfın örgütsüzlüğü ve sınıf bilincinden yoksunluğu, örgütlü bir şekilde, bu hareket içinde öne çıkmasını önleyen etmenlerin başında gelmiştir. Ancak, örgütlü gücünü kullanamamasının nedeni ise, sarı sendikaların onların önünde engel olmasındandır. Bu da, işçiler içinde örgütlü ve etkin bir sınıf partisinin olmadığının göstergesi oluyor.

Bu ayaklanma öncesi, yıllardır Kürt Ulusal Hareketi’nin ayağa kaldırdığı, politize ettiği Kürt işçileri, yoksul köylüleri ve  emekçileri vardı. Bu ayaklanma sırasında, ulusal hareket için oynadıkları rolü oynayamamışlardır. Bunun ilk nedeni, Türk işçi ve emekçileri üzerindeki sosyal şovenizmin etkisinin olmasıdır. Devletin milliyetçiliği ırkçı politikasının geniş bir kesim üzerinde hala etkisini sürdürmesi, Kürt ulusal hareketine  karşı uzak durmalarında önemli bir etken oldu. Ve bu ayaklanmanın öncesi devlet ile Kürt ulusal hareketi arasındaki anlaşmanın varlığı, Kürt ulusal hareketinin bu eylemde direkt yer almasının önünü de kesti. Kürt ulusal burjuvazisi kendi sınıf çıkarları doğurultusunda soruna yaklaşarak, uzaktan bakmayı yeğledi.

Tarih, zaman zaman, bir arada olmayacak siyasal yapıları, kendi iradeleri dışında bir araya gelmesine tanık olmuştur. Haziran Ayaklanması sırasında böyle bir durum yaşanmıştır. Bu, kitle hareketlerinin talepleri ve siyasal durumuyla da yakından ilgilidir. Nasyonal sosyalist İP ile komünist ve devrimciler iradeleri dışında, aynı safta, AKP hükümetine karşı birlikte hareket etmişlerdir. Ancak, İP, sadece AKP’ye karşı iken, devrimci ve komünistler ise devlet ve onun siyasal temsilcisi AKP’ye karşı mücadele etmiştir.

Devletin polis gücüyle Gezi Parkı’ndaki insanlara vahşice saldırması toplumsal dinamikleri ateşlerken, yıllarca daha beter baskılara maruz kalan Kürt ulusal hareketi etrafında hareket eden Kürt işçi ve emekçilerinin yardımına kısmen de olsa bu denli bir duyarlılığın gösterilmemesi, Türk halkı ile Kürt halkı arasındaki kardeşlik duygularının oldukça zayıfladığının bir kanıtıdır. Tük milliyetçiliği ve şovenizmi, Kürt halkını Türk halkından uzaklaştırmıştır. Buna karşın, kitlelerin önemli bir bölümü de “Kürt-Türk kardeştir”, “yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarını atarak, işçi ve emekçilerin birliğini savunmuşlardır.

İki halk arasındaki kardeşliğin güçlendirilmesi, bu hareket ile sağlanabilir ve yeniden güçler birleştirilebilirdi. Yukarı da sözünü ettiğimiz halk hareketi içinde yer alan Türk Nazi partisi İP ve diğer kemalist şovenist partilerin tutumu ve kışkırtması sonucu bu başarılamadı. Oysa, bu halk hareketi iki kardeş halkın kardeşliğini güçlendirmede ciddi bir araç olurdu. Bu hala kaçırılmış değildir. Devrimcilerin ve komünistlerin kararlı ve birlikte hareket etmesi, hareket içindeki şovenist ve ırkçı yaklaşımların önüne geçebilir, bunları kitlelerden teşhir ve tecrit edebilirler. 

Aydın ve sanatçılardan da önemli destek geldi ve önemli bir kısmı da bu ayaklanmanın aktif olarak içinde yer aldılar. Çünkü AKP’nin baskı ve yasaklamalarıyla karşı karşıya kaldılar. İlerici ve demokrat aydınlar ise cezalarla, tehditlerle ve çeşitli baskılarla susturulmaya çalışıldı. Onlarca gazeteci, hükümeti eleştirildi diye ya işinden atıldı ya da cezaevlerine tıkıldı.

Kendiliğinden halk ayaklanması içinde yer alan ve çatışmaların önünde yürüyen gençliğin, salt öğrenci gençliği olduğunu söylemek de yanıltıcı ve doğru bir belirleme değildir. Her toplumsal halk hareketinde, hareketin ileri mevzilerinde yürüyen ve çatışan işçi ve öğrenci gençlik olur. Haziran Ayaklanması’nın ileri mevzilerinde yer alanlarda bunlar olmuştur. Bu durum, genç insanların, başta sınıfsal konumları olmak üzere, dinamikliğiyle de yakından ilgilidir. Ayrıca, bunlar işçi ve emekçi sınıfından ayrı değil, onunla iç içe ve onun bir parçasıdır. Bazı “sol” liberallerin, işçi sınıfının devrimci dinamiğini yadsımak için ayrı bir gençlik sınıfı yaratmaları, bilinçli bir çarpıtma ve yanıltma çabasıdır. 

Burada bir parantez açmak gerekiyor. 68’in gençlik kuşağı ile şimdiki gençlik kuşağı tartışılırken ve de karşılaştırılma yapılırken, her şey kendi koşulları içinde ele alınmalı ve öyle bir değerlendirme yapılmalıdır. 68 kuşağı devrim kuşağı idi. Devrim kuşağı olmasının nedenini, o günün dünya koşullarının siyasal ve sosyal nedenlerinden ayrı değil, direkt ona bağlıdır. 1980’lerden sonra ise, durumlar (ülkemiz açısından da) biraz daha farklı gelişmeler yaşanmış ve burjuvazi gençliği apolitize etmek için yoğun bir çaba harcamıştır. 

Bu ayaklanmada yer alanların yaklaşık % 64’ü’nü 19-30 yaşlarındaki gençler oluşturuyor. Bunun % yaklaşık %40’ını 19-25, % 24’ü ise 26-30 arası yaşlardaki oluşturuyor. Ayrıca, %54,5 ise “apolitk” olduğuna katılmıyor. Bu da, gençleri ve de eylemlere katılanları “apolitik” olarak niteliyenleri yalanlayan veriler olsa gerek.[5]

 Ayrıca, gençliğin politikliği ya da apolitikliği işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinden ayrı ele alınamaz. Ülkede sınıf mücadelesi geliştiğinde, gençlik içinde olduğu gibi diğer emekçiler içinde de politikleşme seviyesi artacaktır. Bazı kesimler, bilinçli olarak, bu son gelişmelerin “elveda proletarya” sınıf uzlaşmacı ve inkarcı anlayışı doğruldığını ileri sürmeleri, gerçekleri ters yüz etmelerindendir. Oysa, halk ayaklanması bir sınıf mücadelesiydi ve ağırlığını ise işçi ve emekçiler oluşturuyordu.

68 gençliği devrim istiyordu. Bugünkü gençlik ise  kapitalist sistemin hızla tahrip ettiği doğayı kurtarmaya çalışıyor. Dün çevre sorunu kendini bu kadar dayatmamıştı. Bugün ise en acil ve hasas sorunlardan biri haline gelmiştir. Günümüz gençliği de doğal olarak öne çıkan sorunlarla daha fazla ilgileniyor. Ancak, ayaklanmaya katılan gençlik bunun kapitalizm ile direkt bağlantılı olduğunu bilmesine karşın, çözümü konusunda net değiller. Bir kısmı, doğanın tahribinin önlenmesini, kapitalizmin yıkılışı ve yerine sosyalizmin kuruluşunda görürken, bir kısmı buna net yanıt veremiyor. Gençlik politikleştikçe ve sınıf mücadelesi içinde yer aldıkça, sorunun çözümünü de daha net görebilecek ve devrim isteyecektir. Doğanın tahribi kapitalist sistemin bir ürünüdür. Kapitalist sistem, insanı kendine yabancılaştırdığı gibi, doğayı da kendine yabancılaştırmaktadır. Bu ise, yer kürenin, üzerlerindekilerle beraber daha erken yok oluşu anlamına geliyor.

Öğrenci ve işçi gençlik, Gezi Parkı direnişiyle ortaya çıkmadı. Bunun öncesi var. Okullarda bir çok olaylar yaşanmaktadır. Ayrıca ODTÜ direnişi ise daha yenidir. Bu nedenle, “bilgisayar gençliği” diyerek, sorunu sosyal gelişmelerden ayrı ele almak, işçi ve öğrenci gençliği birbirinden uzaklaştırma ve özellikle de öğrenci gençliği sınıf mücadelelerinden uzaklaştırma çabaları olarak görmek gerekiyor. Gençliğin devrimci mücadeleye daha yatkın olmasının bir çok nedeni vardır. Birincisi, sınıfsal konumuysa, ikincisi, dinamikliğidir. Özellikle üniversite gençliği sosyal olaylara karşı duyarsız kalamaz. Tarih boyunca bu böyle olmuştur.

Diğer yandan, gençliğin bilgi düzeyinin gelişmesini, üretim araçlarının gelişmesinden ve üretim sürecinden ayrı ele almak da yanlıştır. Bugün internet olayı üretim sürecinin içinde ve bir üretim aracıdır. Sermaye biriktirme ve artı-değer üretme aracı haline gelmiştir. Bundan dolayı burjuvazi interneti ortadan kaldıramıyor. Bundan geriye dönüşü de olamaz. Sadece bazı bilgi akışlarını engelleyebilirler, kontrol edebilir, ama bütünüyle değil. 

Ayaklanma içinde yer alan bazı kesimlerin, bu hareket içinde “Mustafa Kemalin Askerleriyiz” şeklinde sloganla öne çıkmaları ve etkiledikleri kitleleri bu sloganlarla beslemeleri, hareketin daha ileri mevzilere kaymasının da önüne geçti. Daha doğrusu kitlelerin talepleri belirsizleşti. Devletin gerçek niteliğini üstü örtülmeye çalışıldı. Oysa, AKP yönetimindeki devlet ile ondan önceki devlet arasında nitelik bir fark yoktur. Sadece, emperyalizmin de desteği ile “ılımlı islam devleti” biçimine sokulmuştur. Bu, biçimsel bir değişimdir. Kitlelerin önemli bir kesimi, bu biçimsel değişime de tavır alırken, kemalist devlet ile ılımlı islam devletinin arsında özde bir ayrım olmadığının farkında olamamıştır. Çünkü, CHP, İP ve bazı reformist kesimler, esas sorunun, Türk devletinin “ılımlı islam devleti”ne dönüştürülmesinde yattığının propagandasını yapmışlardır. Elbette, bu değişim de kitlelerin önemli bir bölümünü bu hareketin içine çekmiştir. Bunun başında da aleviler ve laik orta kesim gelmektedir. 

Alevi kitlesinin önemli bir bölümü, 1960 yılından bu yana CHP’yi kendine daha yakın görmektedir. Bu da, CHP’nin laik görünmesi ve diğerlerinin ise direkt sünni müslümanlık üzerinde daha fazla propaganda yapmasından kaynaklanıyor. Özellikle AKP’nin açıktan alevi düşmanlığı yapması, Suriye sorunuyla beraber bunu öne çıkarması ve alevi-sunni ayrımını körükleme politikası, sınıfsal konumlardan bağımsız olarak alevilerin, “laik” gördükleri kemalizme daha fazla sarılmasının etkenlerinin başında gelmektedir.

DEVLETİN ÖLDÜRME VE ŞİDDET UYGULAMA HAKKI(!)
KİTLELERİN KENDİLERİNİ SAVUNMAMA HAKKI

Devletin baskılarına karşı ayaklanan kitlelerin polise taş atması dahi “terör” olarak görülüyor, göster,liyor. Hatta bazı kesimler, polisin vahşice saldırıları karşısında kitlelerin susmasını istendi. Devletin ise fütursuzca saldrıması, katletmesi, yaralaması “hak” görüldü ve öyle gösterilmeye çalışılıyor. Hükümet, polisin bu vahşice baskılarını az görürken, bunu haklı çıkarmaya çalışan ve halktan yana gibi gözükenler ise, polisin bu şiddeti karşısında, kitleyi pasifize etmeye çalışması, kabul edilebilir bir şey değildir. Aslında, bu tür anlayışta olanlar, kitlelerin ayaklanmasını, karşı-devrimci şiddete karşı haklı ve meşru devrimci mücadeleyi kullanmayı değil, devlet şiddeti karşısında boyun eğmeyi savunur durumunda kaldıklarının bilincinde olmamaları düşünülemez. Yani, devletin kitlelere şiddet uygulamasını meşru ve haklı görürlerken, kitlelerin, devletin bu vahşi şiddeti karşısında kendilerini savunmalarını ise “aşırı” görebilmektedirler. 

“Öldürürse devlet öldürür”, “vurursa devlet vurur”. Halka düşen görev ise, devlet şiddeti karşısında boyun eğmektir. Ve ceberrut devletin sopasına kendini “kurban” gibi bırakmasıdır. O sopa, fütürsuzca işkence yapabilir, yaralayabilir, öldürebilir. Buna ses çıkarmak, kendini savunmak için “taş” bile kullanmak, “kendini savunmak” olarak değil, “devlete, topluma karşı işlenen yıkıcı şiddet” olarak adlandırılmaktadır. Halkın örgütlenmesi, faşist TC anayasasında bile yazılı olan; “önceden izin almadan gösteri ve toplanma hakkı”nı kullanmasını “suç”, “develete ve onun güvenlik güçlerine müdahale” sayan bir yaklaşım, faşist devletlere has bir uygulama ve düşünme biçimidir. 

Devletin ve temsilcilerinin (başta Erdoğan olmak üzere) devletin istediği de bu: Polis ve asker şiddeti karşısında boyun eğin! Onlar size baskı yapabilir, sizi öldürebilir, ama siz asla ve asla onların yüzüne dahi tüküremezsinin. Bu kanunsuzluk olur. Ne yazık ki, bir çok reformist ve “sol” görünümlü liberallerin görüşleri de devletin düşünüş tarzı gibidir. Bu açıkça, kitle hareketi karşısında yer almak ve devletin baskılarını meşru göstermektir.

Bu tür “telkinleri” kitlelere verenlerin başında CHP gelmektedir. CHP, kitlelerin devrimcileşmesini değil, sadece AKP’ye karşı gelmesini istiyor. Çünkü, kendisi de iktidara geldiğinde aynı şiddeti kullanacaktır. Meşhur “demokrat sol”cu Ecevit’in 19 Aralık 2000’de hapishanelerde uyguladığı katliam gibi. Ya da CHP’nin tek başına iktidar olduğu dönemlerde polis ve askeri halka karşı kullandığı gibi...

Türk egemen sınıfları yıllarca, orduyu halka “dost” gösterdi ve halkı kandırdılar. Oysa, halka, her seferinde en büyük darbe egemen sınıfların Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) geldi. Bugün de, Türk devleti, polisin yetmediği yerde orduyu devreye sokacaktır. Şu anda direkt sokmamasının nedeni, ordunun teşhir olmasını önlemek içindir. Ancak, bilinmeli ki, Türk egemen sınıfları, kitleleri polis baskısıyla kontrol edemedikleri yerde, orduyu direkt kitlelerin karşısına çıkararak katliam yapmaktan dahi çekinmeyeceklerdir. Çünkü bu, bir iktidar sorunudur. Erdoğan’nın dediği gibi, “ayakların baş olması” istenmez. Bütün korkuları da “ayakların baş olması”dır. Yani, işçi sınıfının iktidarı almasını asla ve asla kabullenemezler. Bunu önlemek için yüzbinlerce insanı katletmekten de çekinmezler: Tarih bunların örnekleriyle doludur. Kitlelerin en asgari demokratik hak ve özgürlük taleplerini kurşunlarla, plastik mermilerle, biber gazlarıyla, coplarla kaşılık verenlerin, siyasal iktidarlarını hedef alan bir hareket karşısına tank, top ve tüfekle çıkacaklardır. Bu biline!

Haziran Ayaklanması süresi boyunca, Türk devletinin (bu baskının salt AKP’ye özgü olmadığını, TC tarihini bilenler bunu net görürler) halka karşı vahşeti sakalanamayacak denli aşikardır. Artık her şey kaydediliyor. Burjuvazi, ne kadar gizlemeye çalışsa da teknolojinin gelişmişlik düzeyi bunun önünde engel oluyor. Böylesi bir baskıya karşı, kitleleri “sükunete”, “sağduyuya”  davet etmek, sessiz kalmalarını söylemek, niyet ne olursa olsun (bazılarının niyeti belli), kitlelerin mücadelesini daha baştan yenilgiye uğratmaktır.

Polis, “orantısız güç” kullandı deniyor. Bunun anlamı; polisin halka güç (yani, şiddet) uygulama hakkı var. Ama, “lütfen, biraz yumuşak davransın”dır. Bu, daha baştan, devletin halka karşı şiddet uygulama hakkı olduğunu savunmaktır. Yani, devlet şiddetini meşrulaştırmak ve buna karşı çıkan ve karşı koyan halkın kendini savunmasını ise “terör” ve de haksız görmek, “yasa dışı” görmektir.

Burjuva devletin halka karşı “orantılı şiddeti” olamaz. Çünkü halkın elinde silah yok. Silahlı polisi ve ordusu yok. Bu nedenle , “orantısız şiddet” kavramı yanlış ve bu, devletin şiddetini meşrulaştıran bir anlayıştır. Bu anlayışa karşı çıkılmalıdır. Savunulması gereken, devletin halka karşı hiç bir şekilde şiddet uygulayamayacağı ve bunun bir suç sayılmasının gerekliliğidir. 

Polisin, kitlelere yoğun şiddet uygulaması karşısında, “bunlar nasıl insan” diye yakınmalar, öfkeler oluyor. Öfkenin doğması normal, ancak, polisten “insanlık” beklemek, devletin yapısıyla çelişir. Benzetme yerinde olursa; polis (asker, bürokrasi, mahkeme ve hapishaneler) devletin keskin dişlileridir. Devlet makinesi çalıştıkça polis bir önüne geleni övütmeye çalışır. İnsanların kolu bacağı kırılmış, kafası kopmuş ve ölmüş, o bunları düşünmez. Onun tek düşündüğü ve tek düşünebileceği şey, önüne çıkanı bertaraf etmek. Çünkü o, dönen dev bir makinenin keskin dişlileridir. Ne zaman ki, burjuva devlet denen baskı makinesi durur ya da durdurulur ya da dişleri birer birer sökülür, o zaman makine eski makine olmaktan çıkar ve artık işlemez hale gelir, polis ve devletin diğer kolluk güçleri işlevsiz kalır. Burjuva devleti denen baskı ve şiddet makinesi artık işlevsiz kalır ve tarih müzesinin “bir zamanlar” bölümüne kaldırılır.

Burjuva devletini koruma ve kusallaştırma anlayışı yıkılmadığı ve bu devletin halkın değil, burjuvazinin çıkarlarını koruyan ve onun devleti olduğu gerçeği kitleler tarafından bilince çıkarılmadıkça, halkın demokratik hak ve özgürlüklerini kazanması  ya da geliştirmesi oldukça zorlaşmaktadır. Her şeyden önce şiddet uygulayan halk değildir. En demokratik haklarını savunan halka karşı, devletin baskısı ve aşırı şiddet kullanması yaşanmaktadır.
Devletin karşı-devrimci şiddetine karşı halkın kendisini savunmak için meşru mücadele hakkı savunulmalıdır. Kitlelerin demokratik hak ve özgürlük mücadelelerindeki ayaklanmalarda, kitlelerin devlete karşı mücadele yürütmesi, devletin baskılarına karşı gelmesi, silahlı polise taş atması, cadde ve sokakalara barikatlar kurması meşru ve gereklidir. Bu savunulmalı ve geliştirilmelidir. Kitleler, örgütlü ve silahlı devlet gücü karşısında, kendi haklarını zorla gasp eden bir develete karşı kendini savunmak ve haklarını korumak zorundadır. Bunun yolu, direnişi büyütmek, örgütlenmek ve kendi örgütlü gücünü ortaya çıkarmaktır.

Mücadele ilerledikçe, örgütsüz kitleler doğal olarak kendi örgütlenmelerini de yaratacaklardır. Örgütlü kitlenin eylem şekilleri ve talepleri de değişir.  İşte, korku bu!

AFRİKA’DAN AVRUPA’YA KİTLE HAREKETLERİNİN TALEPLERİ
Türkiye’deki Haziran ayaklanmasının taleplerinin neler olduğunu yukarıda kısaca vurguladık: Demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi... Bu talepler, kitlelerin, kapitalist sistem içindeki en doğal hakları. Ancak, kapitalizm, artık bunları da karşılayabilecek bir durumdan çıkmıştır. Aslında bu, kapitalizmin emperyalizme evrilmesiyle birlikte ortadan kalkmıştır. Kısmen 2. Emperyalist savaş sonrası sosyal-devlet rolünü oynamak zorunda kalmışlarsa, da sosyalist görünümlü Rusya’nın “sosyalist” gömleğini çıkarıp gerçek yüzünü ortaya koymasıyla beraber, emeperyalist burjuvazi için, sermaye birikimi önündeki en büyük sıkıntıları (sosyal devlet olgusu) da ortadan kalkmış oldu.

Emperyalist ülkelerin kendi ülkelerinde “demokrasi”cilik oynamaları, özellikle yeni sömürgelerinde ise anti-demokratik uygulamaları teşvik etmeleri, desteklemeleri ve hatta demokrat iktidarları yıkıp yerine faşist iktidarları getirmeleri, sermayenin birikimi, büyümesi ve temerküzü ile doğrudan ilgilidir. Emperyalist burjuvazi yarı-sömürgeleri kayıp ettiği taktirde, kendi ülkelerinde de anti-demokratik uygulamaları geliştirmek zorunda kalacaktır. Şu anda, bu ülkelerdeki işçi ve emekçiler üzerindeki anti-demokratik baskı ve aşırı sömürüyü fazla artırmıyorlar. Ancak, bunu yarı-sömürgelerden gelen artı-değer ile karşılıyorlar. Ne zaman ki, yarı-sömürgelerden gelen sermaye akışı durduğunda, içe yönelik baskıları ve aşırı sömürüyü artırmakla karşı karşıya kalacaklardır.

Bu ülkelerde, kitle hareketlerinin, “başka bir dünya mümkündür” diyerek anti-kapitalist söylemlerle harekete geçmesi, bir üst paragrafta söylenenlerle doğrudan bağlantılıdır. Fransa, İngiltere, ABD, Yunanistan, İspanya ve Portekiz’deki kitle hareketlerinin talepleri, anti-kapitalist içeriklidir. Tunus, Mısır[6], Yemen, Bahreyn ve en son olarak Türkiye’deki Haziran ayaklanmasının talepleri içinde doğrudan anti-kapitalist bir söylem ve talep yoktur. Bu ikisi arasındak fark; birincilerin burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde olması, ikincilerin ise burjuva demokrasisinin olmadığı, daha çok da faşist yönetimlerin eğemen olduğu ülkelerde olmasından kaynaklanmaktadır. Bu halk hareketlerinin ortaklaştığı yan; kapitalist sistemden kaynaklı baskı ve aşırı sömürücü sisteme karşı baş kaldırmalarıdır. Sanayinin daha yoğun geliştiği ülkelerde direkt anti-kapitalist taleplerin dile getirlmesi doğal olduğu gibi, demokratik hak ve özgürlüklerin alabildiğine kısıtlandığı yarı-sömürglerde, özgürlük, demokrasi ve adalet istenmesi de bir o kadar doğaldır.

Emperyalist ülkelerde sermaye, işçileri, ekonomik haklarını kısarak baskı altına alırken, yarı-sömürge ülkelerde ise, ekonomik baskıların yanında aşırı sömürü ve yoğun demokratik hak gasplarıyla kitleleri kıskaç içinde tutmaya çalışmaktadır. Emperyalist tekekller, kendi ülkelerinde demokratik hak ve özgürlükleri daha fazla kısma yoluna gitmemeleri, iç cepheyi sağlama almak amaçlı olduğu gibi, buradaki “kayıpları”nı dış sömürüden karşılıyor olmalarındandır.

Ancak, gelinen aşamada bütün dünya da, burjuvaziye karşı kitle hareketleri, demokratik hak ve özgürlüklerin gaspına karşı ve bunların geliştirilmesi uğruna mücadeleleri gelişmektedir. Önümüzdeki yıllar bu tür halk ayaklanmalarına daha fazla tanık olacağımız da bir gerçektir. Bu, komünist örgütlenmelerin gelişmesine ve kitlelerin, özellikle de işçi sınıfının kendi sınıf örgütleri içinde örgütlenmesine hizmet edecektir.

 AKP’NİN BÖL-YÖNET POLİTİKASI
AKP’nin halk arasındaki dinsel farkı kullanması ve bunu körükleme çabasının temelinde, kendisinin uzun bir süre iktidarda tutacak bir politika olarak görmesinden kaynaklanıyor. Alevi düşmanlığı yaparak sünni kesimin oylarını alıp iktidarda kalma çabasıdır. AKP’nin artık başka türlü de iktidarda kalma olasılığı kalmamıştır. Eğer, bu düşmanlığı sünni kesimlerde kemikleştirirse, kendi iktidarını da sağlama alacağını düşünmektedir. 

En son, yapmayı planladıkları 3. Boğaz köprüsüne “Yavuz Sultan Selim” ismini vereceklerini açıklamaları, Reyhanlı’da katledilenler için (ki, büyük ihtimalle bu katliamı da MİT aracılığıyla kendileri planladı ve yaptırdı) de, “Sünni vatandaşlarımız” demeleri, alevi-sünni  düşmanlığını daha ileri götürme hesaplarıdır. Türk devletine egemen olan sermaye kesiminin bir bölümü de bu politikayı sakıncalı görmüyor. Çünkü AKP, “dincilik” adı altında ve kitleleri böl-yönet politikasıyla komprador tekelci sermayenin istediği gibi hareket etmekte, işçi ve emekçiler için bir cehennem, sermaye için ise bir cennet yaratmaktadır. Emperyalist burjuvazinin de bundan bir rahatsızlığı söz konusu değildir. Tam da emperyalist burjuvazinin politikalarına denk gelmektedir. AKP’nin din ayrımcılığı yapması ve bunun üzerine politika inşa etmesi, emperyalizmin çıkarlarıyla örtüşmektedir. AKP ve Erdoğan, böyle bir politika izleme cesaretini ve desteğini ABD ve AB (özellikle Almanya, İngiltere, Fransa) emperyalistlerinden almaktadır.

AKP’nin “sünni” politikası, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da İran’ı yalnızlaştırma politikasının da bir ürünüdür. “Şii Hilali” dedikleri İran, Irak ve Suriye’yi birbirinden koparmak ve buralarda ABD yanlısı iktidarları başa getirmek için uygulanan böl-yönet politikasıdır. Elbette, bunların temelinde, ABD ve Batılı emperyalistlerin Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail’i güçlendirmek, İran’daki anti-ABD’ci iktidarı yıkma sorunu yatmaktadır. ABD’nin bu politikasının bir parçası olarak Türkiye’de de AKP eliyle böyle bir politika gündeme sokulmuştur. Ne var ki, emperyalizmin bu politikası, Türkiye’deki halk ayaklanması ile halkın duvarına çarparak tökezlemiştir ya da daha ileri gidemeyecektir diyebiliriz. Türkiye olmadan, emperyalizmin “sünni-haç” politikasının yaşama geçmesi oldukça zordur. 

ABD ve AB emperyalistleri, AKP’yi ve Erdoğan’ı hemen harcama yoluna gitmeyeceklerdir. AKP onlar için biçilmiş bir kaftandır. Özellikle ABD emperyalizminin sadık uşağı olarak görevini en iyi şekilde yerine getiren Erdoğan ve onun partisi AKP, içeride çok yıpranmadıkça korunmaya devam edilecektir. Bunların, sık sık “orantısız güç kullanmayın”, toplantı ve gösteri hakkını kullananlara saldırmayın, “özgürlükleri genişletin” demeleri ya da bu doğrultuda, “özgürlükler konusunda hassas” görüntüsünü vermek için, demeç üstüne demeç vermeleri, türbünlere oynama siyaseti, Türkiye ve uluslararası kamuoyunu yanıltma siyasetidir.
AKP sıkıştıkça, hiç bir zaman elden bırakmadığı ümmetçi politikanın yanında, Kürt ulusunu hedef alan  milliyetçi politikayı da ırkçılığa vardırıcasına kullanacaktır. Bunlar hiç bir zaman Kürt ulusunun demokratik haklarını tanımadı. Son “İmralı çözümü” olayı ise, AKP’nin soluklanma ve güç toplama, Kürt ulusal hareketini bölme, en azından entegre etme taktikleri olarak gözükmektedir. AKP şefinin Kazlıçeşme mitinginde Kürtlerle ve Öcalan’la ilgili söyledikleri ise, bu konu da yeniden başa döndüğünün işaretlerini veriyor.

Erdoğan ve şürekasının saldırganlığı, böl-yönet politikası, kitleleri tehdit etmesi, Türk  egemen sınıfların politikalarıdır. İşçi ve emekçilerin tüm demokratik hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması ve bunlar için yasal düzenlemelerin yapılması ve yürürlüğe sokulması, bütün egemen sınıfların alkışladığı ve desteklediği politikalardır. Kendine “Çapulcu” diyen Boynerler’de dahil.

Kısacası, Türk devletini masum gösterip, sadece AKP’yi “suçlu” göstermek, Türk devletini aklama çabalarıdır. Ve aynı zamanda devletin niteliğini, bu devletin bir avuç burjuvaziyi temsil ettiğini ve onların devleti olduğu gerçeğini kitlelerden gizleme yaklaşımlarıdır. Bu nedenle, AKP, Türk egemen sınıfların politikalarını yaşama geçiren egemen sınıfların temsilcisi bir partidir. Genel anlamda egemen sınıfların, daha özel de ise egemen sınıflar içindeki bir kanadın siyasal temsilcisi bir partidir. 

Haziran Ayaklanması, egemen sınıflar içindeki çatışmaları ve çelişkileri daha fazla keskinleştirici bir rol oynamıştır.[7] AKP kliğinin temsil ettiği egemen sınıf kanadının daha fazla palazlanması, bunların çıkarlarının daha fazla korunması, diğer sermaye kesimlerinin tepkisinin çekmektedir. Bu kesimler, kitlelerin muhalefetini AKP’ye karşı kullanmak isteyeceklerdir. Bunu, kitleleri haklı gördüklerinden değil, sömürüden daha fazla pay almak için AKP ve temsil ettiği kliği köşeye sıkıştırmak için kullanmaya çalışacaklardır.

TÜSİAD kanadının bir kısmı AKP’nin toplumu bölücü tavırlarından rahatsız olduğu gözlemleniyor. Yer yer bu konuda açıklama yapıyorlar. Bunların istediği, geleneksel Kemalist politikanın (M. Kemali öne çıkaran) sürdürülmesi, dinci, ümmetçi politikanın öne çıkarılmaması yönünde olduğu da biliniyor. Ancak, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasında AKP’yi sonuna kadar destekliyorlar. İşçi haklarının kısıtlanması, anti-demokratik yasalarla sendikaların işlevsiz hale getirilmesi, neoliberal politikaların en ağır biçimde uygulanmasını desteklemeye devam ediyorlar. 

Komünistlerin, egemen sınıflar arasındaki çelişmelerden yararlanma ve bu çelişkileri derinleştirme poltitikaları olabilir, ama, bunlar arasındaki çıkar dalaşmasından dolayı, birine karşı diğerinin yanında yer alması söz konusu olamaz. Çelişkilerin derinleşmesi ise, kitle hareketlerinin gelişmesi, ekonomik ve siyasi krizin doğması ve derinleşmesiyle yakından ilgilidir.

Eskilerin deyimiyle Türk devleti kurulduğu günden beri kendini kitlelere “ceberut devlet”  olarak tanıttı ve bu ceberutluğunu zulüm ve sömürüyle devam ettiriyor. Burjuva devleti, kudretini, elindeki şiddet makinesinden alıyor. Ancak, bu kudret, kitlelerin birleşmiş gücü karşısında param parça olacağı da bir gerçektir. Bunu kitleler gördüğü ve bildiği zaman, ceberut devletten, kendi kaderlerini kendileri ellerine alarak özgürlüklerini de kazanmış olacaklardır. 

AKP kurulduğundan beri çok parçalı bir partidir. Esas olarak milli görüşçüler ağırlıkta olmak üzere, sağın bütün yelpazesini içinde barındırdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak, AKP için de, esas olarak iki kanat savaşmaktadır. Biri Erdoğan ve Bülent Arınç’ın başını çektiği Milli Görüşçüler, diğeri ise Fettullah Gülen’ciler. Bu iki klik AKP’ye doğal olarak devlete egemen olmak ve sömürüden daha fazla pay almak için yoğun bir çatışma yaşarken, birliklerini bozmamalarının nedeni ise, iktidarı kaybetmemek içindir. İktidarı elde tutmak için kendi aralarında, kemalist kesime karşı bir arada olma zorunluluğunun bilincinde oldukları da bir gerçektir.

“Ergenekon Davası” kemalist egemen sınıf kesimlerine karşı ve esas olarak da kemalist askeri kesime karşı açılmış bir dava ve operasyondur. Bunu, ABD ve AB’nin güçlü desteği ile gerçekleştirerek, devlet iktidarını tamamen ele geçirmişlerdir. Zorla ele geçirdikleri devlet iktidarını kaybetmeleri durumunda başlarına nelerin gelebileceğini de bildikleri için, keskinleşen çelişkilere rağmen birarada durmaya çalışıyorlar. Ancak, Haziran Ayaklanması, bu çelişmeyi daha da derinleştirdi. Uzun süre sessizce ve içten içe yürütülen çatışmalar, Gezi ile birlikte iyice gün yüzüne çıktı.  AKP’lilerin deyişiyle, “emekli müezzin” Fettullah Gülen’in son günlerde Kürtlere ve Alevilere yönelik sahiplenici ve “ılıman” çıkışları, Erdoğan’ın yıpranması karşısında güçlenme hamleleri olarak okunmalıdır.

AKP içindeki bu iç çatışmalar (AKP, esas olarak iki klikten oluşmaktadır) ömrünün fazla uzun olmadığını gösteriyor. Özellikle Erdoğan’ın, başkanlık sistemini getirmek istemesi ve bununla beraber kendisini başkan seçtirmek için çeşitli manevralar yapması boşuna değildir. “İmralı çözümü” içinde de “başkanlık” sorunu yatmaktadır. Öclan, kendisinin dışarı çıkmasına karşılık BDP olarak AKP’nin başkanlık önerisini destekleyebileceklerini açıklamışlardır.

Ancak, buna Haziran Ayaklanması engel olmuşa benziyor. Daha doğrusu, Erdoğan’ın başkanlık hayallerinin yolunu büyük ölçüde kapattı. Bu nedenle de AKP ve Erdoğan iyice saldırganlaştı ve yeniden Kürtlere yönelik ırkçı, tekçi söylemleri öne çıkarmaya başlayarak, en azından milliyetçi-dindar tabanı elde tutmaya çalışıyorlar. AKP’nin başka da şansı kalmadı. Kitleleri bölerek, dindar ve milliyetçi kesime dayanmak.... Bu da ona kurtuluş sağlamayacaktır. Çünkü bugüne kadar izlediği politika budur.

KİTLELER DEVRİMCİLEŞİYOR 

İşçi sınıfı partisi, bir ayaklanma örgütlediği ve önderliğinde kitleleri ayaklandırdığı zaman, direkt burjuva siyasal iktidarı yıkmak ve yerini sosyalist iktidarı kurmak için yapar. Ve kitleler, (özellikle de öncünün dayandığı işçi sınıfının büyük bir bölümü) ayaklanmaya hazır değilse, devrimci partinin programını büyük ölçüde kabul etmemişse, burjuvazi ile prolaterya arasındaki çelişkiler tam olgunlaşmamışsa, kitlelerin hala, öncü konusunda teredütü varsa, öncü, kitleleri, kaybedeciği bir eyleme süremez, sürmemelidir. Kitleleri, sonu yenilgiyle biteceği daha baştan belli olan bir savaşın içine sokmaz. Daha baştan yenilgiyle bitecek bir ayaklanmaya kalkışmak, öncüyü kendi kitlesinden koparır. 

Bazı anlayışlar, ayaklanma ile genel grevi aynılaştırdığından, işçilerin genel greve gitmesine karşı çıkıyor. Genel grev bir ayaklanma olmadığı için, burjuvaziyi yıpratmak ve işçi sınıfı ve onun partisini güçlendirmek için genel greve, koşulları varsa baş vurulur.

Bu bağlamda, Lenin, “ayaklanma bir sanattır” derken, bunu şöyle açıklar:

İşte birinci nokta. Ayaklanma, halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir. ... 

“Ancak, bu koşullar yerine geldikten sonra, ayaklanmayı bir sanat olarak görmeyi kabul etmemek de marksizme ihanet etmek, devrime ihanet etmek demektir.”[8]
 
Özellikle ayaklanma, isyan vb. gibi, direkt devletin şiddetine yönelen  geniş kitle hareketlerinin, sınıf çelişkilerini ve buna bağlı olarak da, genel anlamda ezen-ezilen, özel olarak da burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmeleri keskinleştirici bir rolü olduğu bir gerçektir. 

Türkiye’de kitlelerin isyanı, çok geniş bir kesimi içine çekmiş, ateşi kısmen sönmesine karşı, değişik biçimlerde devam etmekte, geceleri parklarda forum, sokaklarda ise tecere-tava sesli protestolarla devam etmektedir. Bu isyana, karşı olan bir kesim olduğu gibi, çekimser kalan, katılmayan önemli bir kitlenin de olduğu bilinmeldir. Genelde; ilerici, demokrat, laisizmden yana, Kürt-Türk kardeşliğini isteyen, cinsiyetinden ve cinselliğinden dolayı dıştalanan, baskı gören ve ayrımcılığa uğrayan, Kemalist cumhuriyetten yana ve dini baskılar altında yaşamak istemeyen siyasal düşüncelere sahip kitleler bu eyleme katılmıştır. Ayaklanma içinde yer alan genç kitlelerin büyük bir bölmünün partisiz olması ya da hiç bir siyasal örgüte bağlı olmaması sorunun özünü değiştirmiyor. 

Kitle ayaklanmalarının öndersiz olması, onun, ayaklanmasına neden olan politikayı geri püskürtmede en büyük dezavantajıdır. Yani, taleplerinin tam olarak gerçekleşmesini sağalayamayabilir. Haziran ayaklanması için de bu söylenebilir. Egemen sınıflar, baskıcı politikasından biraz geri adım atacaktır. Ama, kitlelerin istediği, özgürlük, demokrasi ve adaleti de gerçekleştirmeyecektir. Bunların gerçekleşmesi, demokratik hak ve özgürlükler üzerindeki baskı ve yaptırımların (yasal-yasal olmayan) kalkması demektir. 

Haziran Ayaklanması’nı, Tunus, Mısır[9] vb. Kuzey Afrika ülkelerinde olanlarla kıyaslandığında, oradaki ayaklanmalar uzun sürmüş, ve daha kanlı geçmiştir. Özellikle Mısır’daki halk ayaklanması oldukça kanlı geçmiş ve üç ayı aşkın bir sürece yayılmış ve Erdoğan’ın “laik” görünümlü bir benzeri Mübarek istifa ettirilmiş ve tutuklanmıştır. Türkiye’de bu gerçekleşmedi. Ayaklanan kitlelerin birinci talebi, hükümetin ve Erdoğan’ın istifasıydı.

Yazının içinde de bir çok defa tekrarladığım gibi, bu tür ayaklanmaların uzun sürmesi, kitlenin kendi örgütlenmesini yaratacağı gibi, kendi alternatifinin de yaratır. Haziran Ayaklanması”nın ne yazık ki, kendi alternatifini yaratamadan hızı kesilmiştir. Hızın kesilmesinde devletin yoğun şiddet kullanması neden olarak görülebilir, ancak, Mısır ile kıyaslandığında, oradaki şiddet ve ölümler ile buradaki şiddet ve ölümler aynı tutulamaz. Elbete, bu iki ayaklanma arasındaki kıyaslama, sorunun anlaşılması açısındandır. Kitlelerin küçümsenmesi ya da Haziran Ayaklanması’nın görkemine gölge düşürmek amaçlı değildir. Her ayaklanma kendi özgülünde ve içinde taşıdığı çelişkiler bağalamında değerlendirilir. 

Devlet, her zaman, kitle hareketlerinin içeriğini boşaltmaya çalışır ve öncelikle de hareketi zayıflatmaya ve bastırmaya çalışır. Bastırmayı çok şiddetli yapabileceği gibi, daha az şiddet kullanarak da yapar. Bunu belirleyen kitlelerin talepleri ve hareketin boyutu ve kararlılığı ve kitleleselliğiyle yakından ilgilidir. Direkt devlet iktidarına yönelmediği sürece, şiddetin boyutunu mümkün olduğunca geri düzeyde tutmaya çalışır. Ve de az ölüm olayının yaşanmasına dikkat eder. Ne zaman ki, hareket kontrolden çıkar ve direkt burjuva devletini hedef aldığında, hareketi bastırmak ya da kontrol altına almak için burjuvazi yığınsal katliamı dahi göze alır ve uygular. Sermaye, iktidarını kaybetmemek için sonuna kadar savaşır.

Denebilir ki, “bu mu az”. Ancak, yüzlerce ölünün ve katliamların olduğu bastırma hareketlerinde olduğu bilinmelidir. Kürdistan’da bunu sıkça yaşadık. Yine başka ülkelerde, burjuvazinin ne gibi katliamlar yaptığını biliyoruz. Ayrıca, bu ayaklanma sadece Kürdistan illerinde ve bu boyutta olsaydı, vahşetin ve katliamların boyutu daha farklı olurdu. Bu katliamları Türk devleti, Türk halkına “anlatabileceğini” düşünür. Ancak, İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerdeki katliam, daha büyük ayaklanmaları, ayaklanmanın genişlemesini ve de kitleselleşmesini de tetikleyebilirdi. 

Ancak, kitleler daha uzun bir çatışmayı göze alacak durumda da değillerdi. Ayaklanma, durması gereken yerde durdu ve küçük burjuva reformist kesimler, şimdi değişik şekillerde soğutma çalışması yapıyor. “sükunet”, “itidal”, “demokratik çerçevede”, “polise karşı koyma” vb. adı altında, kitlelerin boyun eğmesinin yolu döşeniyor. Devlet, baskı, şiddet ve her türlü haksızlığı yapar, kendi yasalarına dahi uymaz, ama kitlelerin yasalara uyması ve “uslu” olmaları istenir. Burjuva ikiyüzlülüğü...

Haziran Ayaklanmasının, kendiliğinden ve örgütsüz olması, devrimci ve komünist örgütlenmelerin zayıflığı ve kitleler üzerindeki etkilerinin düzeyi dikkate alınırsa, kısa sürede ateşinin düşmesi de normaldir. Örgütsüz kitle ayaklanmasının ömrü uzun olamaz. 

“Duran insan” eylemi, bir önceki aşamaya göre elbette, pasif ve geri bir eylem biçimidir. Ancak, iyi değerlendirilirse, devrimci örgütlenmelerin kitleler içinde güç kazanmasını getirebilir. Aynı zamanda, parklardaki tartışma ve forumlar, kitlelerde demokrasi bilincinin gelişmesine, kendi haklarına sahip çıkma ve koruma bilincinin gelişmesini de beraberinde getirebileceği gibi, devrimcileşmesini, devrimci örgütler ile daha bir yakınlık kurmasını sağlayabilir. 

Bu eylemler “pasif”” diye katılmamak ya da örgütlememek, sol sekter bir yaklaşım olur. Kitlelerin örgütlenmesine hizmet edebilecek her türlü örgütlenme ve çalışma biçimi en iyi bir şekilde değerlendirilmek durumundadır. Bu eylem pasif olmasına karşın, hiç bir eylem olmamasından çok çok ileri bir durumdur. Bu nedenle, bunu yaygınlaştırmak, küçük burjuva reformist[10] anlayışın kitleler üzerindeki etkinliğini yıkmak ve daha ileri düzeylere çekmek gerekiyor. Büyük direnişler küçük direnişlerin ve birikimlerin toplamıdır. “Duran insan” eylemlerini, kitlelerin ateşini soğutma eylemi olmaktan çıkarmak için, bu tür eylemleri geliştirmek ve yaygınlaştırmak ve örgütlemekle olabilir. Ve onun içinde daha farklı kitle eylemleri de çıkabilir. Kitlelerin politikleşmesini ve örgütlenmesini sağlayacak her mücadele biçimi kullanılmalıdır.

Forumlara katılan kitlelerin Lice olayını kınaması, protesto etmesi, Kürt işçi ve emekçilerin acılarını paylaşması, halkların kardeşliği açısından önemli bir olayadır. Bu da, ayaklanmanın, sosyal şovenizme ve ırkçılığa önemli bir darbe vurduğunu gösteriyor.

KİTLELERİN ÖĞRETTİKLERİ ve ÖĞRENDİKLERİ
Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve dalga dalga bütün Türkiye’yi kapsayan Haziran Ayaklanması ile birlikte Türkiye’de devrimci durum doruğuna çıktı. Ondan önce devrimci durumda yok denebilecek kadar çok az bir gelişme vardı. Ancak, bir kıvılcımla beraber, kitlelerin ayaklanması, bir devrim durumu ortaya çıkardı. Fakat, ayaklanmanın kendiliğinden olması, kitlelerin örgütsüzlüğü ve kendine komünist diyen örgütlenmelerin ayaklanan kitleler içinde etkinliklerinin oldukça cılız olması, bu devrimci durumu bir devrime çevirmeye yetmedi. Hatta, eğer örgütlü bir kitle ayaklanması olsaydı, talepler daha ileri ve net olacağı gibi, taleplerin alınması ve kabul ettirilmesi daha kolay olabilirdi. Burjuvazi iyice köşeye sıkıştırılırdı. Elbette, her devrimci durum bir devrime yol açmayabilir. Bu ayaklanma özelinde de, öncesi ve sırasındaki öznel ve nesnel durumlar, bir devrim durumunu doğuracak koşullardan uzaktı.

Varsayımlardan hareket edersek, bu ayaklanmaya işçi sınıfı iş bırakarak güçlü bir şekilde yer alsaydı ve bunun yanında Kürt halkı da aktif olarak (kendi serhildanlarına katıldığı gibi) katılsaydı, gelinen noktanın halklar lehine daha olumlu sonuçlar doğuracağı gibi, Kürt halkı ile Türk halkı arasındaki kardeşlik bağlarının güçlenmesini beraberinde getirebilirdi. 

Olaylar, Marksizmin öğretileri doğrultusunda gelişti. Marksizmin kapitalist sistemi analizi/çözümü ve sınıf mücadelesi teorisi, bu halk ayaklanmasıyla bir kere daha doğrulandı. Bazılarının iddialarının tersine, bu gelişmeler, sınıf çatışmasının ta kendisidir. Bu, burjuvazi ile proletarya arasındaki bir mücadele ve karşılıklı olarak onların yanında yer alan müttefiklerinin savaşımıdır.

Haziran Ayaklanması, kitlelerin eskisi gibi yönetilmek ve yaşamak istememesi üzerine çıktı ve  burjuvazi de kitleleri yönetemeyerek siyasi bir krize girdi. AKP’nin hala hükümette kalması, ortada bir siyasi kriz olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca, kitleler eski korku çemberini parçalayarak, yeni bir sürece girmiştir. Sokaklara ve meydanlara dökülerek devletin silahlı güçleriyle çatışmayı göze alan kitlelerin, doğru ve bilinçli bir proletarya önderliğinde neler yapabileceğini de bir kere daha, görmek istemeyenlere göstermiştir. 

Öte yandan, ilkelerin, birebir kitle hareketlerine uymasını beklemek, dogmatik bir yaklaşım olur. Kitleler ilkelere değil, ya ilkeler kitlelere uymak ya da onların hareketinden yeni ilkeler çıkarmak gerekiyor. Buradan çıkacak bir sonuç; kitle hareketlerinin devrimci bir önderlik altında hareket ettiğinde, ve böylesi süreçlerde, öncünün iyi bir örgütlenmeye ve önderlik etme yeteneğine sahip olduğunda, toplu ayaklanmayla iktidarı alabileceğinin bir kere daha ispatı olmuştur. 

Küçük burjuva reformistlerin tersine, marksistler, sınıfın ve elbette sınıfla beraber insanlığın kurtuluşunun proletarya devriminden geçtiğini bilmektedir. Küçük burjuva oportünizmi, kapitalizmin küçük reformlarla dönüştürülebileceğini hayal etselerde, onlar, burjuvazinin sınıfsal karakteristiğinin ayrımından uzak oldukları gibi, kitleleri de bu tür yalancı hayallerle oyalamaya devam etmenin uğraşı içindedirler.

Özellikle işçi sınıfı içindeki çalışma ve işçilerin örgütlenmesi, devrimin gerçekleşmesi ve başarıya ulaşması için olmazsa olmazlardan biridir. İşçilerin örgütlü bir şekilde böyle bir savaşın içine girmeleri, daha baştan burjuvaziye büyük bir darbe vurmuş olacaktır. Burjuvazinin tüm hayat damarlarını kesecek, onları kendi kaderleriyle ve de silahlı güçleriyle başbaşa bırakacaktır. Savaşın ilerlemesi ve geniş yığınların bu savaşın içine çekilmesi durumunda ise, burjuvazinin ordusu içinde de ciddi çatlaklar olacak, askerlerin önemli bir bölümü burjuva saflarını terk ederek kendi sınıfının yanında yer alarak bütün burjuva ve gericiliğin kötü miraslarını da süpürüp atarak yeni bir dünya kuracaklardır.

Başta, emperyalist ülkelerde olmak üzere, bütün ülkelerde, “özel ordu” kurmaları, burjuvazinin halk çocuklarından oluşturduğu orduya güvenmemesinden ve bir devrim anı sırasında bunların saf değiştireceğini bilmesinden kaynaklanıyor olmasındandır.

Bu ayaklanma, kitlelere, kendi güçlerinin ne olduğunu gösterdiği gibi, onlara örgütlenmenin gerekliliğini ve zorunluluğunu öğretmiş ve öğretecektir. Bu hareket, aynı zamanda, kitlelerin politikleşmesini sağlamıştır. Özellikle, ayaklanma süreci boyunca AKP ve şefinin kitleleri tehdit etmesi, kitlelerin geri çekilmesini değil, daha yoğun ve kararlı bir şekilde eylemlere katılmasını sağlamıştır. Düzene baş kaldırma da, düzenin kitlelere verdiği korkuyu yenerek başlar. Bu ayaklanma da, kitlelerin kendi üzerlerine, devlet tarafından serpilen ölü toprağını atmalarına bir vesile olmuştur.

Kitleler üzerindeki korku duvarı yıkılmış ve psikolojik üstünlük kitlelere geçmiştir. Parklarda Durma eylemi bunun bir ifadesidir. Kitleler, demokratik eylemlerinin bilincine varmışlar, anayasal, toplantı ve gösteri haklarının bilincinde olarak hareket ediyorlar. Bu nedenle de polisin parklardaki forumlara müdahalelerine karşı mücadele ediyor ve tavır koayabiliyorlar. Bu da, kitle hareketinin, ilk zamanlarda ki gibi daha aktif olmasa da bitmediğini ve gelişebileceğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. 

Ayrıca, sınıf bilinçli proletarya örgütü tarafından böyle bir ayaklanma örgütlenebilseydi ya da önderlik onların eline geçebilseydi, elbette gelişmeler ve ayaklanmanın içeriği de daha farklı olacaktı. Böyle bir ayaklanmayı örgütleyen proletarya örgütü, doğal olarak direkt burjuva devletini yıkma ve sosyalist devleti kurma amaçlı hareket edecekti. Bu da, ayaklanma yapmadan önce her şeyi, ince eleyip sık dokumaktan geçiyordu. Bu ayaklanma’da, ne öncesinde ne de ayaklanma anında böyle bir durum, örgütüyle, ayaklanan kitlelerin talebiyle bir ilişkisi yoktu. Daha doğrusu hiç bir devrimci ve komünist örgütlerin böyle bir ayaklanmayı ön görmedikleri de bilinen bir gerçek. Ayrıca, böyle bir ayaklanmayı örgütleyebilecek bir örgütlülük de söz konusu değildi. 

Türkiye ve Kürdistan’daki önemli bir polis gücünü,  başta İstanbul olmak üzere Ankara ve İzmir’e yığan devlet, buna rağmen kısa süre içinde halk hareketini bastıramadı. Devlet, ayaklanma karşısında polis gücüyle baş edemeyince, jandarmayı kitlelerin karşısına çıkarmak zorunda kaldı. Devlet, mümkün oldukça askerle halkı karşı karşıya getirmek istemiyordu. Ancak, polisin vahşice saldırıları, kitleleri durdurmaya yetmemesi üzerine jandarma devreye sokuldu. Böylece, M. Kemalin askerlerinin kimin yanında olduğunu da belli bir kesim görmüş oldu. Bazı kemalist TV yayınları “jandarma içişlerine bağlı” diyerek, orduyu korumaya çalışsa da, jandarma ile kitlelerin karşı karşıya gelmesi, jandarmanın kitlelere su sıkması; “bizim asker en büyük asker” sloganları atanlarda bir hayal kırıklığı yarttı. Bu gelişme de, ordunun “bizim asker”, yani halkın askeri  olmadığını kitlelere, en azından, bilmeyen bir kesime göstermiş oldu ya da soru işaretleri bırakmasına yaradı.

Burada, ayaklanmaya katılan kitlelerin Türk bayraklarını ve M. Kemal’in resmini taşımaları ve bir kısmı “M. Kemalin askerleriyiz” demeleri, devrimcilerin, en azından komünistlerin “kemalizme yaklaşımı değişmeli mi” sorusu gündeme gelebilir ve nitekim Korkut Boratav’da[11] ”değişmeli” demiş. 

Aslında, kemalizme yaklaşım da, devrimci ve komünist kesimler içinde ikili bir yaklaşım var. Bir kısmı kemalizmi anti-emperyalist görüyor ve Kaypakkaya çizgisini izleyenlerde anti-emperyalist değil, “karşı-devrimci” değerlendiriyorlar. Kemalizm hayranlığı, küçük burjuva devrimciliğinin handi kapısı olarak hala gündemde durmaktadır. Böylesi bir yaklaşım kendi içinde sosyal şovenizmide hala canlı tutabilmektedir. Sosyal şovenist yaklaşımlar Kürt hareketi iledirekt karşı karşıya gelişte kendini açığa vuruyor. Kemalizm konusunda, tutarlı bir sınıf tavrı belirleyemedikleri için, böylesine eklektik bir yaklaşım dönüp dolaşıp ayaklarına dolaşıyor. Ve bu reformist kesimler, CHP gibi egemen sınıf kliği bir parti ile  “ittifak” yapmakta bir sakınca görmüyorlar.

Kemalizm konusunda burjuva devletin hassasiyeti, sınıfsal çıkarlarına denk düştüğü için anlaşılabilir. Ancak, küçük burjuva oportünistlerin, bir taraftan kemalizm sopasıyla ezilirken, bir taraftan da ona hayranlık beslemelerini anlamak oldukça zor.

Sınıf bilincinden yoksun kitlelerin, M. Kemal hayranlığı ya da Türk bayrağı hayranlığı çok doğal. İnsanlar, daha ana okulunda, “ne mutlu Türküm”, “bir Türk dünyaya bedeldir” Türkçülük, M. Kemal ve bayrak hayranlığı ile büyütülüyor ve eğitliyor. Ve bunun karşısında ise, sınıf bilinçli hareketin gelişmemesi, kitleler içinde güçlenememesi nedeniyle işçi ve emekçileri kendi sınıf bayraklarına sahiplenememişlerdir. Bunun da uzun bir sürece yayılması ve kitlelerin daha bir çok  büyük sınıf savaşına gire çıka gerçekleri öğrenecekleri gerçeği vardır. En iyi öğretmen kitlelerin kendi sınıf mücadeleleri deneyimidir. 

Türk bayrağı ve M. Kemal, işçi ve emekçilere karşı burjuvazinin beyaz bayrağıdır. Bu kitlelere anlatılmalıdır. Ancak, yürüyüşler ve mitinglerde kitleler bu sembolleri taşıyorsa, buna karşı da sekter bir tavır alınmamalıdır. Bütün bunların karşısında, devrimci ve komünistlerin kendi bayrakları vardır. Proletaryanın kızıl bayrağının yerine, “ne yapalım kitleler burjuvazinin bayrağını istiyor ve taşıyor” diyerek, burjuvazinin beyaz sınıf bayrağını taşımak, kitlelerin geri yanlarıyla uzlaşmak, daha baştan savaşı kaybetmek olur.

Bazı küçük burjuva reformistler, kitlelerin Türk bayrağını taşımasını ve kemalist söylemleri öne çıkarmasını, kitleleri “kazanma” adına, onların gerici yanlarıyla daha fazla uzlaşmaya gideceklerdir. Bunların, kemalizme yaklaşımlarının en geri kitleler düzeyinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunların düşünceleri, kemalizme karşı dün neyse bugünde aynıdır. Ulusalcı damarları, proleter düşünce damarlarından daha fazla öne çıkacaktır. Bunlar, AKP’ye karşı CHP gibi egemen sınıf partileriyle kol kola girmekte bir beis görmeyeceklerdir. Küçük burjuvazi, tarihi boyunca, kitleleri egemen sınıflar arası dalaşmada, birinin etki alanından alıp diğerinin etki alanı içine girmesini savunmuşlar ve pratikleriyle de buna ön ayak olmuşlardır.

Nerede olursa olsun devrimci ve özellikle de komünistlerin sınıf perspektifini kaybetmeleri, kabul edilebilecek bir durum olamaz. Bu bir sınıfsal ilkedir. Burjuvazi nasıl ki, devrimci ve komünistlerin sembollerine karşı aktif bir tavır alıyor, onları her fırsatta kitlelerden teşhir ve tecrit etmeye çalışıyorsa, devrimci ve komünistlerin görevleri de burjuvaziye aynı ilkeli tavrı almak olmalıdır.

Bütün burjuva gerici çevreler (iktidarı ve muhalefetiyle ve hatta bir çok küçük burjuva reformist kesimiyle), “marjinaller”, “illegal örgütler” diyerek, kitleleri korkutmaya çalışmaları, kitleler ile devrimci örgütleri birbirinden ayırmak istemeleri ve devrimci ve komünistleri tecrit etme politikaları ne yeni ne de son olacaktır. Onların en büyük korkuları, kitlelerin devrimci ve komünist önderlikler altında örgütlenmeleri ve hareket etmeleridir. Çünkü, böylesi bir durumda burjuvazinin işi hiç de kolay olmayacaktır.

Küçük burjuva reformistlerini “üzen”[12] bir nokta da; devrimci ve komünist örgütlerin bayrak ve flamalarının kitleler içinde dalgalanması. Bu konuda, burjuvazi ile aynı ağızdan devrimcilere saldıryorlar. Sanki, kitlelere baskı uygulayan devrimciler! Ya da iktidar sahibi bu örgütler! Oysa, reformistlerimiz  AKP’nin politikalarına, “yetmez ama evet” diyerek, kitleleri, faşist AKP’nin politkalarının peşine takmaya davet ederlerken, devrimci ve komünistler bu kirli oyunlara karşı kitleleri uyarıyorlardı. Bu tür tavır ve anlayışlar; ya burjuvaziyi sınıf olarak tanımıyorlar ya da tanıdıkları halde kitlelere yalan söylüyorlar. İkinci şıkkın daha ağır bastığını söylemek, haksızlık olmayacaktır.

Burada, hemen belirtmek gerekiyor ki, bu ayaklanmada sanatçıların sanat gücü kendini belirgin bir şekilde ortaya koymuştur.  Sanatçı ve aydınları yanına almış devrimci bir kalkışmanın önemi ve gücü de kendiliğinden ortaya çıkmıştır. 

Ve gelinen süreçte, hiç bir komünist hareket çevre sorunundan uzak duramaz, doğanın tahribatına karşı duyarsız kalamayacağı gibi, bu konuda daha aktif mücadeleler etmek ve sosyalist devletin doğaya yaklaşımıno ortaya koymak, bunu kitlelere anlatmak durumundadır. Doğanın tahribatına karşı aktif mücadele etmyen sosyalistler, bu konulara duyarlı kesimleri yanlarına çekemez. Doğanın ekolojik dengesinin bozulaması ve kapitalizmin doğayı tahrip etmesi, salt devrim yapınca bu sorunlar çözülecek demekle aşılamaz. Nasıl ki, demokratik gak ve özgürlükler için mücadele ediliyorsa, artık doğanın tahribatına karşı mücadele de bunun içinde olmak zorundadır. Bu ayaklanam, bunu daha net öğretmiş ve öemsenmesini sağlamıştır.

Bu ayaklanma’da gençlerin öne çıkması (bu aslında yeni bir şey değil, gençlik her zaman toplumsal hareketin en önünde ve aktif birer unsuru olarak yer almıştır) çok normal ve olağan bir durum. Bunu, “eski geleneksel anlayışlar yıkılmalı” diyerek, marksist örğütlenmenin reddi ve geçersizliği anlamında kullanmak doğru bir çözümleme olmadığı gibi, bu ayaklanmadan çıkarılmayacak bir ders varsa o da budur. Bu ayaklanma, işçi sınıfı partisi KP önderliğinde sınıfın ve kitlelerin örgütlenmesi durumunda, burjuva devletin, boyun eğeceğini ve de yıkılabileceğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerle yetinmesi ve kapitalist devlete esasta dokunmaması, yani onu parçalayıp yerine kendi devletini getirmemesi, sorunun esas çözümü olmayacaktır. Kapitalizm var olduğu sürece, toplum bu çelişmeleri ve bu çelişmelerden kaynaklı çatışmaları hep yaşayacaktır. Sorun, Kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerin biraz genişletilmesi ile yetinmesi değil, sınıfların ve sömürünü ortadan kaldırılmasıdır. Gerçek kurtuluş böyle sağlanabilir.

Kendilerini sınıf mücadelesi içine atan kitle hareketlerinin ortaya çıkardığı, keskinleştirdiği ve ayrıştırdığı çelişkiler, burjuva düzenin tüm pisliklerinin ortaya dökülmeisni de beraberinde getirir. Kitle hareketleri bütün çelişkileri keskinleştirir. Safları netleştirir ve kimin dost kimin düşman olduğunu daha net ortaya çıkarır. Çelişkileri tetkleyici bir rolü vardır. Örneğin, düşman kampı içindeki çelişkileri keskinleştirdiği gibi, halk arasındaki çelişmeleri ise birleştirici bir rolü vardır. Halk içinde gözüküp de burjuvazi ile el altından burjuvazi ile anlaşanları da ortaya çıkarır. Haziran ayaklanmasının böyle bir yönü de olmuştur. Özellikle burjuvazinin tek ayak üstünde on yalan söylediğini, iki yüzlü ve çirkef olduğunu daha iyi sergilenmesine neden olmuştur.

Ayaklanmalar, büyük bir kitle enerjisinin ortaya çıkması ve bu enerji doğru hedeflere kanalize edilebilirse, proleter devrimin güncelliği de bir o kadar olgunlaşır. Küçük burjuva reformizmi kitlelerin aktifleşmesinden ve burjuva devletini direkt hedef almasından alabildiğine çekinir ve korkarlar. Bu ayaklanma sırasında bunlarda görüldü. 

Burjuvazi, işçi ve emekçilerin kendilerine karşı mücadelelerinde, her zaman; “dış güçler”, “illegal yıkıcı-bölücü örgütler”, “komünistler” vb. gerekçelerin arkasına sığınarak saldırmıştır. En barışçıl kitle hareketi ya da eyleminde bu nedenleri aramış ve bunu kendisine, kitlelerin eylemlerini sert bir şekilde bastırmaya gerekçe olarak kullanmıştır. Gezi Parkı olayı bunun en açık örneğidir. Orada ki insanlar, şehirin yağmalanmasını kurtarmak için çırpınırken, polis, çok vahşi bir şekilde saldırmıştır. 

Bizim demokrat gömlekli bazı reformistlerimiz, bunları bilmelerine karşın, hala burjuvaziyle aynı kulvardan devrimci ve komünistlere ateş ediyorlar. Böyle bir “demokratlık” şüpheli ve tutarlı yanı zayıf olan bir demokratlıktır. Bu tutarsızlık, komünist değil, reformist olmanın günahlarıdır. Kitle hareketinin kabardığı bir süreçte, burjuva devleti ile AKP’yi ayrıştırma çabalarının yanında AKP ve Erdoğan’a “sert çıkış”malar, ise, oportünizmin, kendi günahlarını afettirme çabaları olarak sırıtıyor.

Kitleler, örgütlendikleri ve sınıf mücadelesi içinde direkt yer aldıkları sürece, kendi sınıfsal bayraklarına da sahip çıkacaklardır. Ancak, kitlelerin bilincini bulanıklaştıran revizyonist ve reformistlerin teşhirinin önemi de, burada, bir kere daha ortaya çıkıyor. İşçi sınıf içindeki bu anlayışlar yıkılmadıkça, işçilerin sınıf bilinci doğrultusunda sınıf örgütlerinde örgütlenmesi ve burjuvaziye karşı sınıf mücadelesine kararlı bir şekilde katılmaları kolay olmayacaktır. Lenin, ‘oportünizme karşı mücadele edilmeden emperyalizme karşı mücadele edilmez’ derken, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerden hareket ediyordu. Bu, kitle hareketlerinin kabardığı süreçlerde daha net görülüyor.

Bu ayaklanmanın ortaya çıkardığı en önemli derslerden biri de, kitlelerin eskisi gibi yaşamak istemedikleri ve yeni düzen istedikleridir. Bu, kitlelerin politikleştiğini, devrimcileştiğini ve devrimci örgütlenmeye yatkın oluğunu ortaya çıkarmıştır. Özellikle gençliğin, devrimci örgütlenme için hazır olduğunu, bu ayaklanma sırasında oynadığı rolle ortaya koymuştur. Kadınlar ise, üzerlerindeki gerici baskının bilincinde olarak hareket etmişler ve güçlü bir şekilde ayaklanamanın en önlerimnde yerlerini almışlardır. 

Yazımızın başında sorduğumuz, “neden ayaklanıyorlar”a yanıt vemiştik. Nereye gidiyorlar sorusu ise, uzun vadede kendi iktidarlarını kurmaya, özgürlükleri yakalamaya ve yaratmaya gidiyorlar dersek pek de sübjektif bir saptama olmayacaktır. İşçi sınıfı ve emekçiler, burjuvaziyi devrip kendi iktidarlarını kurana kadar, kitle hareketlenmeleri, bazan göğü sarsarcasına, bazan ise ölü sessizliği içinde, ama hep ileriye doğru akıp gidecektir. Şu rahatlıkla söylenebilir ki; artık, çeşitli milliyetlerden Türkiye halkları Gezi Öncesi gibi (GÖ) olmayacaktır. Çünkü korku duvarını yıkan halk, devlet eski devlet olsa da, artık ona kolay kolay boyun eğmeyecek ve direnecektir. İşçi ve emekçilerin, burjuvazinin  cehennemini yıkıp kendi cennetlerini kurmak için daha gidecekleri uzun bir yol var. Bu, uzun çatışmalı yol güzergahında, ne zaman ki kendi sınıfsal bayraklarıyla çatışma meydanlarına çıkıp öne atılırlarsa, işte o zaman burjuvazi için ölüm çanlarının geldiği anlar olacaktır.

Kitlelerin meydanda haykırdıkları gibi:

“Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!”

*** 27.06.2013


[1] Bu yazı, bir değerlendirme olacağı için, kısa makale yazısı dışına çıkıyor. Uzun yazıların okunmadığını ya da çok az insanın okuduğunu biliyorum. Ama, böyle bir yazıyı da gerekli görüyorum.  Bu yazı, birer hafta arayla 3 bölüm halinde yayınlanacaktır.
[2] 2011-2013 arasında bu ülkelerde yapılan occupy (işgal) eylemlerine kitle katılımı,, 1968’deki olaylara katılımıdan daha fazladır.
[3] Bkz. Der Spiegel, Nr. 26, 24.06.2013
[4] Bu konuya, “Tarihin Önünde Yürümek” (sf. 135) kitabımda yer vermiştim. Redhack (kızıl hackerler)in ortaya çıkardığı ses kaydı’da bunu doğrulamıştır. Bkz. 18.06. 2013 tarihli gazeteler.
[5] Bu araştırmalar, İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim elemanları Esra Ercan Bilgiç ve Zehra Kafkaslı’ya ait, 05 Haziran 2013 Çarşamba günü gazeteleri.
[6] Bu yazı yazıldığında Mısır’daki son ayaklanmalar daha başlamamıştı.
[7] TÜSİAD’ın “Gezi’ye” yaklaşımı ve polis şiddetinin “aşırı” olduğunu söylemesi, Darbeci Ertuğrul Özkök ve Gülenci Hüseyin Gülerce gibileri  ise “demokrat”, “müslüman demokrat”  olduklarını açıklamak zorunda kalıyorlarsa, bunları, Haziran Ayaklanması’nın –yani kitlelerin- kudretinde aramak gerekiyor.
[8] Lenin, Ekim Devrimi Dosyası, sf.110-111, açL, Birinci Baskı, Sol Yayınları
[9] Mısır’daki son Temmuz 2013 ayaklanması: Mısır burjuvazisi, kitlelerin mücadelesinin önünü kesmek için, askeri darbeyi devreye sokmuştur. Aynen,  25 Ocak 2011’de olduğı gibi.
[10] Daha ayaklanmanın porta yerinde, EMEP’in eski genel başkanı Tüzel’in bir Tv programında, “artık burada bırakılmalı” yaklaşımı ve yine Hayat V’nin kapatılmaktan kurtulmasının hemen arkasından direniş yerlerindeki canlı yayınları kesmesi ve meydanı tamamiyle görsel alanda Halk Tv gibi CHP araçlarına bırakması, reformist anlayışların kitle hareketleri karşısındaki duruşlarından ayrı ele alınamaz.
[11] Sendika.org,
[12] Bkz. Oya Baydar’ın “başbakana ihbar mektubu” başlıklı makalesi, 19.06. 2013, T24