28 Ocak 2013 Pazartesi

İsmail Beşikçi İnkarın Neresinde?





İsmail Beşikçi İnkarın Neresinde?

Yusuf KÖSE

İsmail Beşikçi ismi, Kürt ismiyle birlikte anılır. Bunun  haklı bir yanı var. Türk devletinin Kürtleri inkar politikasına karşı duruşu ve Kürt ulusunu savunması nedeniyle yıllardır hapishanelerde yatırıldı. Bir ilerici aydın olarak bu olumlu yanıdır. Ancak, bu duruşu, onun görüşlerinin de doğruluğunu ya da bir çok şeyi de inkar etmediği yanlış ele almadığı anlamını taşımıyor ve taşımaz da.

27.01.13 tarihinde “SERBESTİ” adlı bir Kürt sitesinde, “Ulus-Devleti Aşmak” adlı makalesinde, Öcalan’ın bu konudaki görüşlerini değerlendirirken, “Türk solu”nun bir kısmını “milliyetçi” bir kısmını da “ırkçı” olarak değerlendirmiş. Şöyle diyor:

„Türk solu milliyetçi bir soldur. Profesör Birgül Ayman Güler örneğinde olduğu gibi Türk solunun önemli bir kesimi de tam anlamıyla, ırkçıdır, ayrımcıdır.“ (adı geçen makale)

 Burada, Beşikçi’nin, “Türk solu” olarak kast ettiği CHP diye düşünülebilir. Ancak, CHP’nin “sol” olmadığını Beşikçi bilmiyorsa, öğrenmesi gerekiyor. Ya da, “Türk solu” derken kimlerden söz ettiğini açıklaması gerekiyordu. Ancak, Beşikçi hepsini aynı değerlendirdiği için, ayrı bir şey belirtmeyi gerekli bulmamıştır. Beşikçi’nin bu yaklaşımı, salt bu makalesine özgü olmayıp, Kürtler üzerine yazdığı, hemen hemen tüm kitaplarında vardır.

Beşikçi, CHP’yi çok iyi tanır ve kitaplarında, CHP’nin kuruluşundan itibaren yöneticilerin konuşmalarından bolca alıntılar mevcuttur. CHP ne sol ne de ilerici bir partidir. “sol” kelimesi, en azından ilerici olanlar için kullanılır. CHP,   Kemalist ırkçı-faşist bir partidir. Onun ırkçılığı Kemalizmden ayrı ele alınamaz.
           
„Türk solu, milliyetçi bir soldur. Önemli bir kesimiyle de ırkçıdır. Bu milliyetçi, ırkçı solun önemli bir başarısı,…“ (aynı makale)

Beşikçi, „Türk solu“ kelimesini bilinçli olarak kullanıyor. Çünkü, o bunu hep yapıyor. Kitaplarında da „Türk solu“, „Türk sosyalistleri“ olarak kullanmış ve hepsini aynı şekilde değerlendirmiştir. Türk solu“ ve „Türk sosyalistleri“ dediği akımlar içinde sadece Kaypakkaya‘ya, onun kurduğu örgüte ve görüşlerine yer vermemiştir. Özellikle de Kaypakkaya’nın Kürt ulusal sorunu konusundaki görüşlerinden hiç söz etmemiş, onu yok saymıştır. Onu yok sayarken de, „bütün sosyalistleri“, „sosyal şoven“ olarak değerlendirmekte de hiç bir sakınca görmemiştir. 

İ. Beşikçi‘nin, bugüne kadar Kaypakkaya’yı ağzına almaması, Kapakkkaya’nın MLM görüşlerine karşı duyduğu alerjiden ileri gelmektedir. Özellikle, Kürt ulusal sorunu konusunda Kaypakkaya MLM bir duruş sergilerken, Beşikçi, ezilen ulus burjuvazisinin çıkarları açısından soruna yaklaşmıştır. Kaypakkaya’dan uzak duruşu bu nedenledir.

„Her araştırmacı Kaypakkaya’dan söz etmeli“ diye bir anlayış olamaz. Ancak, TDH ve onun Kürt ulusal sorununa yaklaşımı inceleniyor ve araştırılıyorsa, burada Kaypakkaya’dan söz etmemek, ya koyu bir ezen ulus sosyal şovenizminden nasiplenmiş olmak gerekiyor ya da „Türk solu“ dedikleri kesimleri Kürt işçi ve emekçilerine karşı „milliyetçi ve sosyal şoven“ tanıtmak amacıyla yapılabilir. Böylece, doğrular ezilen ulustan ve özellikle de ezilen ulus halkından gizlenmek amacıyladır. Beşikçi’nin tavır ve yaklaşımına bu sonuncu uymaktadır. Beşikçi, haklı olarak Kürtlerin ulus olarak inkarına karşı duruken, kendisi bir başka açıdan inkarcılık yapıyor.

Beşikçi’nin „Serbestiye’de yayınlanan makalesine ayrı bir yanıt vermeyeceğim. Beşikçi’nin bu konudaki yaklaşımlarının değerlendirmesini içeren kısa bir bölümü, Şubat 2013‘de El Yayınları tarafından çıkarılacak olan; „TARİHİN ÖNÜNDE YÜRÜMEK“ adlı kitabımdan buraya alıyorum. Bu kısa yazı, Beşikçi‘nin bu sorunlara nasıl yaklaştığına ilişkin kısaca da olsa bir bilgi verebilir.

“İsmail Beşikçi ve Kürt Ulusal Sorunu 

Bu başlık, İ. Beşikçi ile Kaypakkaya’yı karşılaştırmak amacıyla konmadı. Ancak, bilimsel araştırma yaptığını ve bilim adına hareket ettiğini iddia eden Beşikçi’nin, ulusal sorun ve Kemalizm konusunda Kaypakkaya’yı görmezden gelmesi, onu yok sayması, hangi bilimsel araştırmaya sığar? Elbette sığmaz. Özellikle Kürt ulusal sorunu konusunda Türkiye’deki tüm sol hareketeleri ele alıp değerlendiren İ. Beşikçi’yi, Kaypakkaya’yı yok saymaya iten neden ya da nedenler nedir diye de düşünmeden edemiyor insan.

Beşikçi, Kürt sorununu ele aldığı kitap ve yazılarında sol hareketi bir bütün olarak aynı kefeye koyuyor ve şöyle diyor:

“Türk ‘sosyalist’ hareketi bu aşamada genel olarak böyledir. Bütün fraksiyonları birleştiren ortak yanın Kürt sorununa karşı, burjuvazinin yasal çerçevesi içinde hareket etmek olduğu söylenebilir.”[1]
 
Beşikçi, bu konuda yalan söylüyor, doğruyu söylemekten özenle kaçınıyor. Çünkü “bütün sol örgütler” Kürt sorunu konusunda aynı şekilde düşünmediği gibi, Kürt sorunun 1972’den beri ML açıdan doğru bir şekilde ele alan bir örgüt (TKP/ML) ve o örgütün kurucusu Kaypakkaya var.

Beşikçi’nin Kaypakkaya’yı okumadığına, duymadığına ya da hiç haberi olmadığına inanmak oldukça güç. Eğer haberi yoksa onun Kürt sorunu konusundaki araştırmaları da oldukça yüzeyseldir denebilir. Türkiye’deki başta TKP olmak üzere irili ufaklı bütün sol örgüt ve öne çıkan kişilerin görüşlerine yer verilecek, ancak Kaypakkaya’dan ise hiç söz edilmeyecek! Dürüstçe bir tavır olmadığı gibi, tek yanlı, küçük burjuva Kürt milliyetçiliğinin bakış açısıyla soruna yaklaşmak ve hatta daha ötesi, “Türk’ün komünisti de burjuvazisi de aynıdır” diyen anti-marksist ve ezilen ulus milliyetçisi bir yaklaşımdır.

Beşikçi, Kürt sorununu incelemiş. Bu konuda bir çok eser ortaya çıkarmış. Sol örgütlerin yaklaşımlarını ele almış, eleştirmiş, ama Kaypakkaya’ya sıra gelince kalemi nedense yazmamış? İşte karşımızda sıkça “bilim”den söz eden bir bilim insanı!

Türkiye’de ilk defa, genel anlamda ulusal soruna yaklaşım ve özel anlamda ise Kürt ulusal sorununa yaklaşımı, Leninist tarzda ele alan ve bütün sosyal-şovenist görüş ve yaklaşımları mahkum eden Kaypakkaya’dır.

Kaypakkaya, “Türkiye’de Ulusal Sorun” makalesini daha TİİKP içindeyken Aralık 1971 yılında yazmış ve örgütsel ayrılıktan sonra, yani TKP/ML’yi kurduktan sonra, 1972 Haziran’ın da yeniden gözden geçirip yayınlamıştır.

Beşikçi’nin bu yazıdan 1974 öncesi haberi olmadığını varsaysak bile, Beşikçi Kitaplarının çoğunu 1975 yılından sonra yazmıştır. Kürt sorunu konusunda “Türk Sol”nu eleştirdiği kitapları bu tarihten itibaren yayınlanmıştır. Yani, Kaypakkaya’nın ulusal sorun konusundaki görüşleri kamuoyuna yayınlandıktan sonra. Bu nedenle, Beşikçi’nin Kaypakkaya’nın görüşlerinden haberi olmadığı söylenemez.

Bilimsel gerçekliklerden hareket ettiğini ileri süren bir araştırmacının, söz konusu bu görüşlerden öneceden heberi yoksa da sonradan heberi olunca, bunu da eklemesi gerekirdi. Bütün ülkedeki ilerici, devrimci kesimlerin Kaypakkaya’nın bu konudaki görüşlerinden haberi varken, Beşikçi’nin olmadığını düşünmek, çok safça bir yaklaşım olur.

 Ancak, Beşikçi’yi böylesine bir yönteme sevk eden anlayış; tüm “Türk solu” dediği örgütleri sosyal şoven göstermek ve ilan etmektir. Bu nedenle de, Kaypakkaya’yı görmezden gelmesi, hiç söz etmemesi ve onun bu görüşleri TDH içinde ciddi bir yankı uyandırmasına karşın, Beşikçi’nin araştırmaları içinde yer verilmemesi, yukarı da söylediğimiz anlayıştan kaynaklanmıştır. Ancak, bu yaklaşım, objektif bir araştırmacı tavrı değildir.

Beşikçi, özünde Türk “sol” ve “sosyalist” hareketi dediği sola karşıdır. Evet, 1972 yılına kadar Kürt ulusal sorunu konusunda TDH sosyal-şoven bir çizgideydi. Bunu Kaypakkaya eleştirmiş ve mahkum etmiş, bu tür çizgilerin ne olduğunu net olarak ortaya koymuştur. Aynı şekilde Kaypakkaya, Kemalizm konusunda da görüşlerini doğru bir şekilde ortaya koymuş, kemalizmin komprador burjuvazi ve toprak ağaların ideolojisi olduğunu, kemalizmin faşist bir diktatörlük olduğunu da net bir şekilde belirtmiştir. 

Beşikçi, bunları da görmezden gelmiştir. O, varsa yoksa bir M. Belli’yi bellemiş, ama öbür yandan ise, Kemalizm ve Kürt meselesinde kolaylıkla bütün “sol” ve “sosyalist” franksiyonları birleştirmekten ise asla kaçınmamıştır.

Beşikçi “bilimsel”lik ve “dürüst araştırmacılık” adına şunları rahatlıkla söyleyebiliyor:

“Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi, Kürt ulus sorunu konusuna, bilimsel bir yönden yaklaşmayınca, kendi burjuvazisinin, sivil-asker iri kıyım bürokratlarının, görüşlerini tekrarlamaktan başka hiçbir şey yapmamıştır. Kürt ulusal direnmelerini daima “gericilik” olarak değerlendirmiştir.”[2]
 
Beşikçi’nin bütün sol ve sosyalistleri aynı kefeye koyan görüşleri kitabında ve kitaplarında bolca yer tutmaktadır. M. Belli’nin1976 sonrası, D. Perinçek’in 1979 yıllarındaki görüşlerine de yer vermiş, ama Kürt ulusal sorunu konusunda ne Kaypakkaya’ya ne de sonradan, kısmen de olsa doğru yaklaşım gösteren siyasetlerin görüşlerine yer vermemiştir. O yine bildiğini okumuş. Bütün “Türk solu” ve “Türk sosyalistleri” dediği fraksiyonları aynılaştırmıştır. Ne yazık ki, Beşikçi için “Türk solu” ve Türk sosyalisti” olarak, sadece ve sadece M. Belli, Kıvılcımlı, Aybar, Aren-Boran ve D.Perinçek –ki, Kaypakkaya, bunları, sosyal-şovenist olarak değerlendirir- vardır. Diğerleri ise yoktur. İşte, dürüst(!) bir bilim adamının siyasal ve soyal araştırmalarının vardırdığı nokta: inkarcılık ve yok sayma! Kendisi, Türkiye sol ya da sosyalist hareketi bir bütün olarak sosyal-şovenist gösterebilmek için, işine gelen görüşleri almış, işine gelmeyenlere ise asla yer vermemiştir. Yukarıda saydığı ismlerin hemen hemen hepsini radikal sol hareket, “sosyal şoven” ve oprtünist-revizyonist değerlendirir. D. Perinçek ise bugün karşı-devrim cephesinde olan bir siyasi kişiliktir. 

Beşikçiyi böyle inkarcı bir yaklaşıma iten nedenin başında, kendisinin Kürt küçük burjuvazisinin ezilen ulus milliyetçisi gözüyle soruna yaklaşımından kaynaklanıyor. Beşikçi soruna ML temelde yaklaşmamış, Kürt ulusal sorununu Kürt ulusal burjuvazisinin çıkarları temelinde ele almıştır. Böyle bir ideolojik yaklaşım, elbette Kaypakkaya’yı “yok” sayacaktır.”
****



[1] İ. Beşikçi, Kürtlerin Mecburi İskanı, sf. 238, I. Baskı Mart 1977, Komala Yayınları

[2] İ. Beşikçi, Orgeneral Muğlalı Olayı Otuzüç Kurşun, sf. 213, Yurt yayınları

27 Ocak 2013 Pazar

SERMAYE VE ŞİDDET







SERMAYE VE ŞİDDET


Yusuf KÖSE

Burjuvazinin çıkarları, işçi ve emekçilerin çıkarlarıyla uyuşmaz. Sermayenin çıkarı, geniş emekçi kitlelerin sömürülmesinde ve sömürünün sürekli artırılmasında kendini var eder. Geniş emekçi kitlelerinin çıkarları ise, burjuvazinin sömürüsünün ortadan kaldırılmasında kendini bulur. Diğer bir söylemle; işçi sınıfının çıkarları ile devlete egemen olan burjuva sınıfın çıkarları uzlaşamaz bir çelişkinin iki kutuplu bir durumudur. Burjuvazinin varlığı, işçilerin sömürülmesiyle olasıdır. Sömürünün olmadığı yerde burjuvazi de olamaz. Ve bu sömürü ise zora, şiddete dayanır ve sömürücünün şiddeti, sermayenin merkezileşmesinin büyüklüğüyle de doğru orantılıdır.

Son yüzyıllık emperyalizm olgusu, bunun en açık bir göstergesidir. Sermaye ve şiddet iç içedir. Devletin varlığı şiddetin varlığının kendisidir. Bu şiddetin dozajı ise, bazen azalır ve bazen ise artar, ama hep vardır. Ancak, emperyalizmle ezilen kitlelere uygulanan şiddetin boyutu da artmıştır ve artarak devam etmektedir.

Burjuva demokrasisi her ne kadar burjuvazi için varsa da, bunun doğuşunda kitlelerinde kısmen de olsa yararlanmasını içeriyor olması durumu, emperyalizmle birlikte ortadan kalkmıştır. Özellikle 1970’lerden sonra emperyalist burjuvazi, “burjuva demokrasisi”ni özünde rafa kaldırmış, salt söylem düzeyinde ileri süregelmiştir. Burjuva demokrasisi, burjuvazinin haklarının ne pahasına olursa olsun korunmasının şiddet halidir. 

Örneğin, 1970’de Avrupa (emperyalist) ülkelerinde sosyal devlet, 1990’larda daha bir gerilerken, 2010’larda ise neredeyse bütünüyle ortadan kaldırılmıştır. Bu, sermayenin merkezileşmesine ve büyümesine oranla, kitlelere yönelik şiddetin artmasının yalın bir göstergesidir.

Bunun geri ülkelere, yani, yarı-sömürgelere yansıması ise, “öksürük-sıtma” benzetmesine dönüşmüştür. Emperyalist burjuvazi yarı-sömürgelerde “ burjuva sosyal-devlet” istemediği gibi, sömürünün daha da artırılmasından yanadır. Bu, burjuva devlet şiddetinin artan ölçüde yukarıya çekilmesinin kaçınılmaz bir gidişatıdır. Emperyalist savaş ve saldırganlığın yoğunlaşması ve sermayenin kitleler üzerindeki baskı ve sömürüsünün giderek ağırlaştırılması, sermayenin merkezleşmesinin ve büyümesinin artmasına koşut geliştirilmektedir.

Sadece 1990’lardan, yani meşhur “Yeni Dünya Düzeni” uygulamasından bu yana, emperyalistlerin saldırganlıkları daha da artmıştır. Artık, çıkarları nerede askeri saldırı ve işgal gerektiriyorsa oraya gitmektedirler. Afganistan, Irak, Libya, Suriye ve şimdi de yer altı zenginlik kaynaklarıyla zengin, halkıyla yoksul Mali olmuştur. Elbette, saldırı ve işgal sınırı Mali ile bitmeyecek ve bu saldırı ve işgaller emperyalizm yıkılana kadar devam edecektir. Emperyalist sermayenin saldırı için “insani” gerekçeler bulması zor değil. Çünkü, burjuvazinin çıkarı kendisi için “en insani” çıkar durmundadır. Bu nedenle de, saldırganlıkta asla ve asla sınır tanımayacaktır.

Türk Burjuvazisi ve Demokrasi

AKP ile Türk burjuvazisi, 12 Eylül 1980 Askeri Cuntası’ndan sonra, ikinci baharını yaşamaktadır. Türk sermayesinin önemli bir kesimini elinde bulunduranların toplandığı TÜSİAD, başta AKP’ye şüphe ile yaklaşmış olmasına karşın, süreç içinde uzlaşmışlar ve şu anda AKP bütün sermaye kesimlerin temsilcisi durumuna gelmiştir. AKP’nin başka türlü ayakta kalma şansı da yoktu. Tek başına ABD ve Batılı emperyalistlerin dış desteği ile ayakta kalmak, eşyanın tabiyatına aykırıdır. Türk büyük sermayesini, ABD ve  AB sermaye kesimlerinden ayrı görmek ya da birbirine ters gibi göstermekte yanlıştır. Türk burjuvazisi ABD ve AB burjuvazisinin desteği ile yürüyerek bugüne gelmiştir. Yer yer sömürüden daha fazla pay almak için bazı sıkıntılar yaşansa da, büyüklerin yanında küçüklerin sesi miyavlamanın ötesine geçemiyor.

TÜSİAD başta, AKP’nin dini öne çıkaran bazı uygulamalarına “muhalif” gibi gözükmesi, sömürüden aldıkları payların kısıtlanması halinde, seslerini daha gür çıkaracakları tehdiydi. AKP ise, dini kullanarak kitlelerin boyun eğmesini, demokratik hakların kısıtlanmasının daha kolay olacağının mesajını verdi ve her iki taraf bu konuda uzlaştı.

Ordunun üst yönetiminin tırpanlanması ise, hem ABD ve hem de içerdeki burjuvazinin bir kesiminin isteğiydi: Askeri darbeyi önlemek. Askeri darbe, son on yıllık süreçte, ABD ve AB burjuvazisinin işine gelmiyordu. Gerek duyduklarında yine başvurabilecekleri bir araçtır.

 Şu anda bazı üst düzey subayların tutklanması, hala darbe korkusunun yaşanmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye’de başçavuşların darbe yapma olasılığı yok, ancak 27 Mayıs 1960 darbesini kurmay albaylar yapmıştı. Bu nedenlerle, AKP, emperyalistlerin ve Türk burjuvazisinin önemli bir kesimini arkasına almış olarak,  orduyu kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmeye çalışıyor. Bunu önemli ölçüde başarmış gözüküyor.

Türk egemen sınıfları, yani, büyük sermaye kesimleri, hiç bir zaman kitlelerin demokratik haklarından yana olmadığı gibi, asgari oranda bir burjuva demokrasisinden yana da olmamıştır. Bunların tarihi kanlıdır. Soykırımlarla, katliamlarla ve ırkçılıkla örülü bir geçmişleri vardır. Ermeni soykırımı Osmanlı zamanında olsa’da o mirası olduğu gibi devralmışlar ve azınlık mallarına el koymuşlardır. En eski sermaye grupların gelişimleri tarihsel olarak incelendiğinde, azınlık mallarını yağmalayanların başında geldikleri görülür.

Koç’un gidip Mehmet Ağar’ı ziyaret etmesi, tesadüfü değildir. Aynı zamanda, bu sermaye kesimlerinin kriminalize iç dünyalarının Ağar ve benzerlerinde somutlaşmış olmasından ileri gelmektedir. “Derin devlet”, “faali meçhul” vb.leri sermayeden ayrı ele alınamaz. Burjuva devleti neyse sermaye grupları da aynı şekildedir. Birbirilerinden farkları olmadığı gibi, tersine, birbirilerinin tamalayıcılarıdır. Daha soyut bir tanımlamayla; burjuva devlet, sermayenin elinde,  kitlelerin üzerinde uygulanan bir baskı sopası ve bir şiddet aracıdır.

AKP dönemi ve uygulamaları, bir askeri darbe döneminden farklı değildir. Üstelik ortada, “asker değil, seçimle hükümet olmuş” bir görüntü vardır. Yani, tam da burjuvazinin istediği bir “demokrasi” durumu vardır. İşçilerin greve gitmesi önemli ölçüde yasaklandığı gibi, örgütlenmeleri de oldukça zorlaştırılmıştır. İşçilere yönelik saldırı, bütün verilere göre, 12 Eylül 1980 uygulamalarından daha ağırdır.

Türk büyük sermayesi, AKP ve Erdoğan’ın ağzından, bütün işçi ve emekçilere, Kürt ulusuna ve diğer muhalif kesimlere karşı açıktan meydan okuyor ve boyun eğemeyenlerin sert bir şekilde bastırılacağını söylüyor ve uygulamasını da yapıyorlar. Türk egemen sınıfların istediği de böylesi bir düzen. Gerisi “demokrasi” görüntüsüdür.

Türk burjuvazisi, geçmişte Demirel’in “aba altından sopa” poltikasını, AKP’nin iktidarını sağlamlaştırmasıyla birlikte terk etti; şimdi, kitlelere, direkt sopa gösteriyor.

ABD ve özelikle de AB burjuvazisi, Türkiye’deki açık anti-demokratik ve faşist uygulamalara ve baskılara karşı seslerini çıkmadığı gibi, tersine, Türkiye bir “model ülke”, “demokrasi örneği” olarak uluslararası kamuoyuna ve özellikle de Ortadoğu halklarına ilan edilerek destekleniyor ve kredi notları yükseltiliyor. ABD’de Latin Amerika ülkelerine Kolombiya’yı[1] “demokrasi” için “model ülke” olarak gösteriyor.  Oysa, Kolombiya’da, Türkiye’nin  bir Latin Amerika versiyonudur, denebilir.

Türk Egemen Sınıfların Tarihsel Irkçılığı

Türk egemen sınıfların “demokrasisi ırkçılıkla eş değer”dir dense, yanlış bir saptama ya da egemen burjuvaziye bir haksızlık edilmiş olmayacaktır. CHP’den bir milletvekilinin Kürtlere yönelik Türk ırkçılığını açıktan dillendirmesi, kemalizmden, daha açıkçası, burjuva Türk devletinin kuruluş felsefesinden ayrı ele alınamaz. Türk egemen sınıfları, Osmanlı’nın son günlerinden itibaren kendilerini Türk ırkçılığı üzerine inşa etmeye çalışmışlardır. Bu nedenle de ulus oluşturma ideolojileri; “tek bayrak, tek vatan, tek millet” olmuştur. AKP ve Erdoğan’ın sonradan buna “tek din” eklemesi, başından beri bunun olmadığı anlamına gelmiyor. Erdoğan, bir baskı unsuru oluşturmak için bu üçlemeye “tek din”i de eklemiştir. Burjuvazi açısından süreç, dinin de açıktan daytılmasını zorunlu kılmıştır. Kitlelere, salt o üçlem ile boyun eğdirilemediği görülmüş ve “din” de buna eklenerek, biat kültürünün geliştilmesinin yanında yoğun baskı ve sömürü koşullarının meşrulaştırılması hedeflenerek uygulamaya sokulmuştur.

Irkçı sözleriyle meydana çıkan prof ünvanlı milletvekili, kendinden önceki prof. Affet İnan gibi kafatasçı olması çok doğal. “Güneş dil teorisi”, “bir Türk dünyaya bedel”, “ne mutlu Türküm” vb. gibi ırkçı teorileri “akademisyen” kılıklı kafatasçılar yaratmıştır.

Bu kafatasçı ırkçılık; Dersim'de soykırımın, Kürtlere yönelik katliam ve son siyasi soykırımın rahatlıkla uygulamaya sokulmasını getirmiştir.

Bir kaç gün önce TBMM’den çıkarılan “ana dilde savunma” yasası, Türk egemen sınıfların bir lütfu değil, bunun üzerine (önceki katlimalarda öldürülenleri saymazsak), son 30 yıl içinde en az 40 binin üzerinde Kürdün canını vermesinden sonra gerçekleşebilmiştir. Bu ki, insanın en doğal hakkıdır. Türk egemen sınıflarında var olan ırkçılığın derinliği, salt buna bakılarak bile ölçülebilir.

Türk burjuvazisi, Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını tanımaktan yana olmamış ve kolay kolay da olmayacaktır. Ayrıca, Kürtlerin en çok istediği, “ana dilde eğitim” içinde, her halde bir bu kadar daha Kürdün ölmesi gerekiyor. 

En kötü yan ise; Türk burjuvazisi, kendi ırkçılığına Türk işçi ve emekçilerini de alet etmekte, kitleler içinde Türk şovenizmini yaygınlaştırmakta ve geliştirmektedir. Bu, daha çok da AKP döneminde gelişmiştir. Bu nedenle, siyasi, ideolojik ve pratik uygulama açısından birbirlerinin benzerleri olarak, AKP’nin Türk ırkçılığında MHP ve CHP’den eksiği yok, fazlası vardır. *** 27.01.2013




[1]ABD’li senatörü John Kerry, "Kolombiya model ülke" dedi. Colombia Reports, 26.01.2013

20 Ocak 2013 Pazar

KÜÇÜK BURJUVAZİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ ARADIĞI YER





KÜÇÜK BURJUVAZİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ ARADIĞI YER

 
                                                                                                                                  Yusuf KÖSE
 
Küçük burjuva aydınları sosyalizmi sevmezler. Gerçekte, onların sevdiği düzen, kapitalist sistemdir. Kapitalist sistemin kendilerine dokunmamasını isterler. Onların tek istekleri; “özgürce yazmak”, “özgürce sanatlarını gerçekleştirmek”... Ancak, bu kutsal “özgürlüğün” içinde, kapitalist sistem tarafından ezilen işçi ve emekçilerin özgürlüğü yoktur. Onlara göre, işçi ve emekçilerin görevi; kapitalist iş bölümü gereği sermaye sahibine artı-değer üretmek... Hatta o kadar ileri giderler ki; “toplumun bu alt tabakasının bir iş bulup çalışması, en büyük özgürlükleridir”  diyerek, kendi üstünlükleri üzerine toz kondurmazlar. “Aydın” oldukları için “el üstünde tutulmalıdırlar.” İşçiyi, "istihdam ve istatistik" kategorileri içinde ele alırlar.

Sosyalist özgürlük onlara sıkıcı gelir. Çünkü sosyalizmde öne çıkan çalışanlar ve onların eşitliğidir. Sıkça yineledikleri, "bireysel özgürlük" toplumsal özgürlüğün reddini içerir. Oysa, toplumsal özgürlük bireysel özgürlüğün teminatıdır. Ancak, bireysel özgürlük toplumsal özgürlüğün teminatı olamaz. Kapitalist toplumda, bireysel özgürlük vardır, toplumsal özgürlük ise yoktur. Küçük burjuvazi, kapitalist toplumdaki bireysel özgürlüğü savunur. Ancak, bu bireysel özgürlük, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan milyonlarca işçi ve emekçinin kölece çalışma ve yaşamaya mahkum edilmesi pahasına olduğu gerçeği bilinir, ama görmezden gelinir. Kapitalist toplumdaki “bireysel özgürlük”ten kasıt, bir avuç burjuvazinin ve bu sistemin kırıntılarından yararlanan kesimlerdir. 

Kapitalist sistemdeki özgürlüğün özü, sermayenin, yani onun sahipleri olan burjuvazinin özgürlüğüdür. Bu özgürlük ise, toplumu oluşturan ezilenlerin özgürlüklerinin ellerinden alınması karşılığında oluşmuştur. Burjuvazi de, kendini savunan, kapitalist sistemin özüne dokunmayan ve onu ideolojik olarak besleyenlere kısmen özgürlük tanır. İşte küçük burjuva aydınlarımızın sözünü ettikleri “özgürlük” budur.

Küçük burjuva aydınları, her ağızlarını açtıklarında, “sosyalizmin bir diktatörlük olduğunu” söylerler. Ama, kapitalist sistemin ise burjuvazinin diktatörlüğü olduğu gerçeğinin üzerini örterler. Oysa, sosyalistler, sosyalizmin proletarya diktatörlüğü olduğunu, yani, çoğunluğun azınlık üzerindeki zorunlu bir diktatörlüğü olduğunu zaten gizlemiyorlar. Bunu açık açık söylüyorlar. Diğer bir söyledikleri ise, kapitalizmin de burjuvazinin diktatörlüğü olduğunu; yani, bir avuç burjuvazinin toplumun ezici çoğunluğu olan çalışanlar üzerinde bir diktatörlüğü olduğu gerçeğini vurguluyorlar.

Küçük burjuva aydınlar; “sosyalist sistemde aydınların yaratıcılıklarının elinden alındığını” ileri sürüyorlar.

İşçi ve emekçilere yabancılaşmış ve onların yaşamlarıyla ilgisi olmayan, yalnızca bir avuç burjuvazinin çirkinleşmiş beyinlerine hitap eden sanata “özgürlük ve yaratacılık” diyenlerin gerçek sanatla da bir ilişkisi olmadığı açıktır.

Buradan hareketle, bir çok kelli-felli meşhur aydınlar, konuyla ilgisi olmasa da konuşma aralarında Stalin’e ya da Mao’ya dokunmadan, bunlar hakkında teşhir edici sözler söylemeden rahat edemiyorlar; daha doğrusu, sosyalizmin temsilcilerine, işçi ve emekçilerin büyük bedeller pahasına yarattıkları tarihi birikimlerine ve değerlerine kem söz etmeden oturdukları konuşma koltuklarından kalkamıyorlar. 

Bogaziçi Ünüversitesi’nin 18.01.2013 tarihinde düzenlediği, “ Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı“ nda , ‘Türkiye ve Oluşan Dünya Düzeni’ adlı bir konferans veren Noam Chomsky, uzun konuşmasının arasında, şöyle bir şey de söylemeden kendini tutamıyor:

"Arap baharıyla ilgili bakınca, kamuoyu son derece önemli. ABD o yüzden bölgede işleyen demokrasi olsun istemiyor. Sürekli demokrasiden bahsediliyor ama bu Stalin'in demokrasi söylemi kadar ciddi. Stalin'i ciddiye alan olmamıştı, ABD yapınca herkes ciddiye alıyor." (Bkz. 19.01. 13 tarihli gazeteler)

Konun özü kapitalist sitemle ilgili ve daha çok da ABD emeryalizminin Ortadoğu’daki faaliyetleriyle ilgili olmasına karşın, Stalin’de bu konuşmadan nasipleniyor. Düşünür “ünlü” olunca, her sözü “doğru” kabul ediliyor ve alkışlanıyor. Aslında, Chomsky’nin bir derdi de Stalin şahsında sosyalizmdir. Onun istediği sistem, “güleryüzlü” kapitalizmdir. Ancak, kapitalizmin güleryüzlüsü olamaz. O kanlıdır ve sermayeyi, kan akıtarak, insanlığa acı vererek biriktirir. Bu nedenle de, ne kadar “insan hakları”ndan söz ederse etsin, ne kadar “demokrasi” havariliği yaparsa yapsın, bugün ne yapıyorsa onu yapmak zorundadır. Kapitalist sistemin demokrasisi budur. Tam da Chomsky’nin eleştirdiği noktalardır. Fakat, Chomsky’nin bilmezden geldiği nokta; kapitalist sistem eleştirilerle düzeltilemez. O yıkılarak ve yerine sosyalist sistem kurularak düzeltilebilir. Çünkü kapitalist sistem, bir kaç burjuvazinin aç gözlülüğünden dolayı “demokrasi dışı” işler yapmıyor. Bu, kapitalist sistemin yapısal bir özelliğidir, bir başka söylemle, genel karakteristiğidir.

Chomsky  gibi küçük burjuva aydınlarımız, kapitalizmi düzeltmek için boşuna çırpınıyorlar. Kapitalist sistemin “aşırı uçları” törpülenerek, kapitalizm insanlığın yaşayabileceği bir sistem haline getirilemez. Kapitalizm insanlığı ve onun üzerinde yaşadığı doğayı uçuruma götürüyor. Görülmesi gereken burası ve kapitalizmin ise alternatifi vardır: O, soyalizm ve nihayetinde komünizmdir. İnsanlığın kurtuluşu sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz komünist toplumdur. Gerçek alternatif budur.

Chomsky ve benzeri aydınlar, insanlığın namuslu aydınları olamak istiyorlarsa, Stalin, Mao ve diğer proletaryanın ustaları ve öğretmenlerini teşhir edecekleri yerde onlardan öğrenmeleri ve ezilen milyonların yarattığı bu değerleri sahiplenmeleri gerekir. ABD demokrasisi, Stalin demokrasisi değil, olsa olsa Hitler demokrasisi olabilir. Stalin, hiç bir zaman işçi ve emekçilere saldırmadı. Stalin, emperyalist amaçlarla bir başka ülkeyi işgal etmedi. Stalin, 2. Emperyalizm savaşında insanlığı emperyalist destekli Hitler faşizminden kurtardı. Burjuvazinin, Stalin’e karşı  hıncının büyüklüğü buradan geliyor, ya küçük burjuva aydınlarımızın hıncı nerden geliyor...? Bir tas çorba için de bu kadar eğilinmez ki!...

Emperyalist burjuvazinin Stalin düşmanlığı, açıktan karşı safta, işçi ve emekçilerin karşısında yer aldıkları için analaşılabilir, ancak küçük burjuva aydınlarımızın Stalin düşmanlığı hoş karşılanamaz. Çünkü bu, “kapitalizme karşıymış” gibi sahte görüntü altında, direkt işçi ve emekçilerin değerlerine, onların yaşamı güzelleştirmelerine karşı bir duruştur. Şekere bulanmış burjuva ideolojisidir.

Stalin’in, Sovyet aydınlarının bir toplantısında ki konuşmasından uzun bir pasajı buraya kataralım:
 
„Bir zamanlar I. Petro, Avrupa’ya kapıları açmıştı. Ama 1917’den sonra emperyalistler, sosyalizmin ülkelerine yayılmasından korkarak o kapıyı uzunca bir süreliğine sıkıca kapattılar. İkinci Dünya Savaşından önce radyolar, filmler, gazeteler ve dergiler aracılığıyla bizler dünyaya dişleri arasına kanlı bıçaklar sıkıştırmış kuzeyli barbarlar gibi tanıtıldık. Proletarya diktatörlüğünü böyle resmettiler. Halkımız ayağında hasır terlikler, eski püskü giysiler içinde, semaverden votka içen insanlar olarak gösterildi. Birden bire, bu “hasır terlikli” Rusya, bu mağara adamları, dünya burjuvazisinin alt insanlar olarak tasvir ettiği bu insanlar, karşılarında tüm dünyanın korkuyla titrediği iki büyük gücü – Almanya’daki faşistleri ve Japonya’daki emperyalistleri ezip geçti.
Bugün dünya, böylesi bir kahramanlığı kimin başardığını ve insanlığı kimin kurtardığını bilmek istiyor.
İnsanlık, gürültüsüz ve şatafatsız, en zor şartlar altında sanayileşmeyi ve kolektivizasyonu başaran, savunma sistemini canları pahasına kuvvetlendirip komünistlerin liderliğiyle düşmanı yenen sıradan Sovyet halkı tarafından kurtarılmıştır. Yalnızca savaşın ilk altı ayında cephede en az beş yüz bin ve toplamda üç milyondan fazla komünist hayatını kaybetti. Onlar aramızdaki en iyilerdi; onurlu, tertemiz, özverili, sosyalizm için, halkın mutluluğu için mücadele eden fedakar savaşçılardı. Şimdi onları özlüyoruz. Eğer hayatta olsalardı, birçok güncel sorunumuz artık geride kalmış olurdu. Bugün, yaratıcı Sovyet aydınlarımızın asıl görevi, eserlerinde bu sade, muhteşem Sovyet insanını tüm yönleriyle yansıtmak ve bu karakterin en iyi özelliklerin bulup gözler önüne sermektir. Bugün edebiyatın ve sanatın gelişimindeki genel ilke budur. (Yaratıcı Aydınlar Toplantısındaki Tartışma, 19 Ağustos 1946, Sorun Yayınları‘nın internet sitesinden)

Stalin ve Sovyet aydını, Sovyet insanı budur. Onlar, insanlığın kurtuluşu uğruna canlarını veren milyonlardır. Sovyet demokrasisi, Sovyetler kuruluna kadar yeryüzüne hiç gelmemişti. Sosyalzimle birlikte işçi ve emekçiler gerçek demokrasiyi tanıdılar ve yaşadılar. Sosyalist demokrasi, işçi ve emekçilerin özgürlüğü olduğu için, kendilerini burjuvaziye kiralayan küçük burjuva aydınların pek de hoşlarına gitmez. Bu nedenle de, Stalin ve Mao dönemine durmadan saldırırlar. Emperyalist burjuvazi milyonlarca insanı bombalarla katlederken, onlar yine suçu Stalin ve Mao‘da bulurlar. Çünkü onlar için, milyonlarca, milyarlarca işçi ve emekçilerin özgürlüğü değil, kendi küçük burjuva dar dünyaları daha önemlidir. Düşün ufuklarının uzaklığı, burjuva sermayesinin çizdiği ufuk çizgisiyle sınırlıdır. Bir avuç burjuvazinin özgürlüğüne bakarak kitlelerin „özgür“ olduğunu sanırlar. Bu nedenle de, işçi ve emekçilerin sosyalist sistemdeki gerçek özgürlüğünü kavrayamazlar, kavrayamadıkları içinde düşüncelerini yönlendirenin burjuvazinin bencil çıkarları olduğunun ayrımına bir tülü varamazlar.

Burjuvaziye ve onun küçük aydınlarına karşı Stalin, işçi ve emekçilerin dalgalandırdığı kızıl bayraklarda kurtuluşun semboli olmaya devam ediyor. Rus burjuvazisi de dahil, bütün dünya burjuvazisinin ve onun küçük aydınlarının Stalin’i yok saymalarına karşın, özellikle, Rusya işçi sınıfı, bugün, miting ve gösterilerinde Stalin’in resimlerini daha yükseklerde taşımaya devam ediyorsa, Chomsky gibi aydınlar, işçilerin ellerindeki kızıl bayraklara bakarak bir şeyler öğrenebilirler. Ancak, küçük burjuvazinin özgürlüğü aradığı yer, maalesef, burjuvazinin çöplüğüdür.

Eleştirilen Stalin olduğu için ondan uzun bir alıntıyla sözü noktalamam, umarım okuyucuyu sıkmaz:

“Coşkulu bir Amerikan senatörü “Bolşevik Rusya’yı korku filmlerimizde gösterebiliyor olsaydık, komünist inşayı mutlaka söküp atardık” diyordu. Lev Tolstoy sanat ve edebiyat beyin yıkamanın en güçlü biçimidir diye boşuna dememiştir. Bugün sanat ve edebiyatın yardımıyla kimin ve neyin beynimizi yıkadığı üstünde ciddiyetle düşünmeli, bu alandaki ideolojik sapmaya bir son vermeliyiz. Bence, kültürün, toplumsal ideolojideki önemli bir egemenlik ögesi olduğunu, onun her zaman sınıfsal olduğunu ve egemen sınıfın kültürü çıkarları için kullandığını, kültürü bizim için çalışanların çıkarlarını, proletarya diktatörlüğünün çıkarlarını korumak için kullanmak gerektiğini anlamanın ve içselleştirmenin zamanı gelmiştir. Sanat için sanat yoktur. Toplumdan bağımsız, bu toplumun üstünde duran “özgür” sanatçılar, yazarlar, şairler, oyun yazarları, yönetmenler ve gazeteciler yoktur, olamaz. Kimsenin onlara ihtiyacı yoktur. Böyle insanlar var olamazlar. Eski karşı devrimci burjuvazi geleneklerinin kalıntıları Sovyet halkına hizmet etmek istemiyorlarsa ya da kendini Sovyet halkına hizmet etmeye adamış işçi sınıfı iktidarının karşısında duruyorlarsa, ülkeyi terk etmeleri ve dışarıda yaşamaları için onlara izin veriyoruz. Bırakalım her şeyin alınıp satılabildiği, yaratıcı aydınların yaratma eylemlerinde finansal çekim merkezlerine tamamen bağımlı olduğu, kötü ünlü burjuva toplumundaki “özgür yaratıcılık” kavramı onları ikna etsin."  (aynı  konuşmadan)***20.01.2013