25 Kasım 2012 Pazar

Burjuvazinin Yalanları...



Burjuvazinin Yalanları...

Yusuf KÖSE

“Ve tanrı zengini yarattı...”
 Egemen sınıfların elinde, en büyük yalan silahlarından biridir din. Dünyada cehennemi yaşatıp, “öbür dünyada” cennet vaadetmek, büyük bir yalandır; yoksulları, olmayan bir “cennet” ile aldatmak, alçaklığın ve aşağılamanın yüzyıllar boyu devam eden en çirkef yolu olmuştur.

 Tarihteki tüm sömürücü sınıflar, halkı ezmeyi, onların haklarını gasp etmeyi kendi doğal hakları olarak görmüş, sömürdükleri ve ezdikleri geniş yığınlara da böyle göstermeye çalışmışlardır. Ya bu, “tanrı böyle olmasını istediği için olmuştur” ya da kendileri “çok zeki ve çok çalıştıkları için” olmuştur. Üretim araçlarına el koymalarını, işçi ve emekçinin artı-değerini gaspetmelerini ve iktidara sahip olmalarını, böyle anlatırlar.

Burjuvazi yalan söyleyerek, iktidarını sürdürür. Yalan söylemek ideolojik bir argüman, kitleleri baskı altında tutmanın yoludur. Toplumsal üretim araçlarını zor yoluyla (devlet baskısı) kendi özel mülkiyeti haline getirip, milyonlarca emekçinin artı-değerine el koyanların kitlelere gerçekleri söylemeleri düşünülemez. Ezdikleri, sömürdükleri, aç bıraktıkları, her türlü eziyeti  reva gördükleri yoksul halkların payına düşen; bir ömür boyu yalanlara inanmak ve sabırla “cennetin gün yüzünü” beklemekten başka birşey değildir. Sömürülen milyonların yaşamak zorunda bırakıldığı gerçek,burjuvazinin yaşadığı gerçekten bambaşkadır. Yoksulların gerçekliği, bütün yaşamları boyunca çalışıp ürettikleri halde, üretiklerine  el konulması ve kendilerinin sefilce yaşamaya mecbur bırakılmasıdır. Burjuvazi, varlığını kitleleri kandırma üzerine kurduğu için, her türlü yalan, yaşamlarının  parçası haline gelmiştir. 

Türk burjuvazisi için de durum bundan farklı değildir. T.C tarihinin en büyük yalanlarından biri; 1,5 milyon Ermeninin katledilmesi ve  Ermeni soykırımının yok sayılmasıdır.. Yine, uzun yıllar, “Kürt yok, kart- kurt var” demişlerdir.  Yüzbinlerce Kürdün katledilmesine mal olan ve halen acıları devam eden bu yalan politikası, burjuvazinin inkarcı ve ırkçılığının ürünüdür. Halka, “Kürt yok” denmiştir, halk ise birlikte yaşadığı Kürde Kürt demiştir. Milyonlarca Kürdün Kürtlüğü ve ana dili Kürtçe “yok” sayılmıştır. Kürde, “sen Kürt değil Türksün” denmiştir. Türk burjuvazisi ırkçılıkta ve asimilasyon politikasında sınır tanımayarak, bunu, bin bir türlü yalanlarla “açıklama” yoluna gitmiştir. Katliam ve baskılar ise yalan üzerine kurulu politikanın zalimce uygulanması olmuştur.

Burjuvazinin baş temsilcisi M. Kemal ve ekibinin, M. Suhpi ve 14 yoldaşını alçakça  katletmeleri ve bunu inkar etmeleri... Yine Dersim katliamında “ayaklandılar” yalanı ile Dersim halkının kırılması ve bunun yok sayılması, Türk egemen sınıflarının  ırkçılığının sonu gelmeyen örneklerinden bir başkasıdır. 

S. Demirel, 12 Eylül 1980 öncesi, I. Ve II. MC hükümetlerinin başı olduğu zamanda, gazetecilerin bir sorusu üzerine:  “Bana, sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” demişti. Gazetecilerin ağzı açık kalmıştı. Çünkü, faşist katiller Demirel hükümetinin koruması altında devrimcilere, işçilere ve demokratlara yönelik katlimalar yapıyorlardı. Günde yaklaşık 15-20 kişi katlediliyordu. Katliamcıların hükümet ortağı faşist MHP’nin ülkücü katilleri olduğu aşikardı. Sonradan da belgeleriyle ortaya çıktı. 1 Mayıs 1977 katliamı,  Çorum olayları, Sivas katliamı ve daha bir çok katliam... Demirel’in vahşet hanesine yazılan ve katliamcı yüzünün yalan perdesiyle örtülemeyecek kadar açık olmasının göstergeleridir. Demirel’in iyi bir öğrencisi olduğunu ispatlamaya çalışan Tansu Çiller ise “yalanlar” kraliçesi olarak kısa siyasi yaşamını zar-zor tamamlayabilmiştir. Bu dönem ise, 2 Temmuz 1993 günü Sivas Madımak Otel’inde 34 Alevi aydının yakılarak katledilmeleri , bütün ülke çapında Kürt aydınlarına ,Kürt halkına ve hatta Kürt iş adamlarına karşı başlatılan “faili meçhul” cinayetlerin ve katliamların “bin operasyon” adı altında doruğa ulaştığı bir süreç olarak, Türk burjuvazisinin kanlı tarihinin sayfalarında yerini almıştır.

19 Aralık 2000 tarihinde cezaevlerine yapılan kanlı katliama “hayat kurtarma operasyonu” adını veren Ecevit ise, bir başka burjuva yalancısıdır. Onca devrimci tutsağın katledilmesi, Ecevit için “hayat kurtarma” operasyonu olmuş ve o, hep “sol” gösterip, sağ vurmuştur.

Burjuva politikacılarının “yalan söyleme” konusunda birbirlerinden pek farkı olmasa da, Erdoğan’ın yalancılığı daha bir öne çıkmıştır. Erdoğan, emperyalist burjuvazinin sadık bir uşağı olarak, bir gün önce söylediğinin ikinci günü tersini söylüyor. Ve artık onun yalanları bütün dünya basınında veciz sözler haline gelmiş durumdadır. Bu tür burjuva politikacıları için, halka yalan söylemek bir yaşam tarzı halini almıştır.
12 Eylül 2010’da “Anayasa Referandumu” döneminde Erdoğan; “terör örgütü ve onun elebaşlarıyla görüştüğümüzü söyleyen şerefsiz ve alçaktır”[1] diyor , Başbakan yardımcısı Bülent Arınç ise, Manisa-Turgutlu’daki bir konuşmasında; “bunu söyleyenler namussuzdur”diyor. Bilindiği gibi, hem Öcalan hem de Oslo’da PKK temsilcileri ile görüşüldüğü, AKP hükümeti adına Erdoğan ve Arınç tarafından resmen doğrulanmıştır. Böylece kendi kendilerinin “şerefsiz, namussuz ve alçak”lıklarını teyid etmiş oldular. Yalanları “yatsılarına” bile kalmadan ortaya çıktı.

En son, yüzlerce PKK’lı ve KCK’lı tutsakların hapishanelerde başlattıkları açlık grevleri için , Erdoğan, Almanya’da, bütün dünya basınının önünde: “ülkemizde açlık grevi yapan bir kişi var” demiştir. Yalan olur ama, bu denli pişkince yapılan bir yalanda olamazdı herhalde. Dünya basının yakından izlediği açlık grevleri yok sayılıyordu. 

TC başbakanı Erdoğan, yaşamı hep takkiye ile doludur. Yalanları, adımlarından önce hareket etmektedir. İsrail’e karşı gibi gözükür “terörist devlet” der,,  öbür yandan ise en yüksek seviyede ekonomik, siyasi ve askeri işbirliğini İsrail ile sürdürür. İsrail’i korumak için ülkeye raddar üsleri kurdurur. 

Erdoğan’ın saldırganlığı ve yalanları üzerine bazı yazarlar, onun psikolojisinin “bozulduğundan” söz ederek, akli dengesinin yerinde olmadığını ima eder oldular. Hitler, Mussolini, Franko ve daha bir çok tarihi faşist kişiliklere de sonradan aynı nitelemelerde bulunulmuştur. Bu nitelemeler, doğru değildir. Onlar, burjuvazinin en has temsilcileri ve rollerini bilerek oynamaktadır. Erdoğan, yıpranıp kirli bir kağıt mendil gibi çöpe atıldığında, burjuvazi, “o bir psiko vakaydı” diyebilir. Böylece burjuvazi, kendini temize çıkarmanın gerekçesini elinde tutarak, bir yalanın ömrü bitmeden diğer bir yalanı piyasaya sürmek için hazır bekletir.

Burjuvazinin en büyük yalanlarından biri de “vatan, millet, bayrak” nitelemesidir. “Her şey vatan için”dir der. Bunun için yoksulları ölüme gönderir. Ama, o vatan dedikleri toprakların tüm nimetini ise bir avuç sömürücü yer-içer. Kısacası, “vatan, millet ve bayrak”, burjuvazinin kendisidir. Ölenler, öldürülenler, baskı altında tutulanlar, sömürülenler bir avuç burjuvazinin çıkarı uğrunadır. Bu ölenler içinde burjuvazi ve burjuva politikacılarının ne kendileri ne de çocukları yer almaz . Yanlız şu unutulmamalıdır ki; bir Kenya özdeyişinde olduğu gibi: “Bir yalan ne kadar hızlı olursa olsun, hakikat onu yetişip geçer.” 25.11.2012



[1] YouTube videolarında ses kayıtları var.

2 Kasım 2012 Cuma

“KORKU KITASI” AVRUPA’DA IRKÇILIĞIN FELSEFESİ



“KORKU KITASI”* AVRUPA’DA IRKÇILIĞIN
FELSEFESİ

Avrupa’da ırkçılık yayılıyor. Bunu, Der Spigel dergisi gibi burjuva basını da sık sık dile getirmek zorunda kalıyor. Diğer yandan ise aynı basın, karşı gibi göründükleri ırkçılığın gelişmesi için ideolojik ve siyasal zemini de hazırlamaktan, ayrımcılık (diskriminierung) yapmaktan geri durmadıkları gibi; yabancı ve göçmenlerin “suçlarını” sıralamaktan, “uyumsuzluklarından”, “entegre olmamalarından” sıkça şikayet ettikleri ve bunları sıkça manşetlere yine kendilerinin çıkardıklarını unutuyorlar(?) Ve bunu, kitleler üzerindeki etkisini bilerek yapıyorlar.

Emperyalist burjuvazinin, kapitalist medeniyetinin “modern beşiği” olarak gösterdiği Avrupa, yine kendi deyimleri ile tam bir korku kıtası haline getirilmiş durumdadır. Sermayenin borsasındaki dalgalanmalar gibi, ırkçılık da bazan geriliyor, bazan ise ilerliyor. Son on beş yıldır ise mutlak oranda bir artış gösteriyor. 

Kapitalizmin krizine koşut olarak gelişen ve geliştirilen ırkçılık, hemen hemen bütün AB üyesi ülkeleri, özellikle de, “ileri demokrasi”nin örnekleri olarak öne çıkarılan, İsveç, Danimarka, Hollanda, Almanya, Fransa, Belçika, İsviçre, Norveç, Finlandiya, Avusturya, İtalya’yı ve daha bir çok ülkeyi sarmış durumdadır. Bugün 16 AB ülkelesinin parlamentosunda ırkçılar yer almaktadır. Bu ülkelerin bazılarında ise ırkçılar, hükümet ortakları olarak varlıklarını sürdürüyorlar.

 Irkçı-faşist partiler, Avrupa ülkelerinin parlamentolarına yerleşmiş durumda. Fransa gibi ülkelerde (2002) başkanlık yarışına katılacak duruma gelmişlerdir. Almanya’da ise Neonazi faşistleri devlet eliyle besleniyor, devletin gizli istihbarat ajanları tarafından yönlendiriliyor. Neonaziler tarafından salt yabancı oldukları için öldürülen (sekizi Türkiye’li biri Yunanlı) insanların soruşturulmasında bu ortaya çıktı. Kendilerini “yaktıkları” iddia edilen neonazi hücre elemanlarının evinde Federal Anayasayı Koruma Dairesi tarafından sadece gizli servis çalışanlarına verilen kimlikler bulundu. Bu bilgiler, her hangi bir sol basın da değil, ırkçılığın baş körükleyicisi Alman Bild gazetesinde yer aldı.

Avrupa sermayesinin ahmak siyasal temsilcileri “ırkçılığı önlemek” için “yasalar” çıkartıyor, karşı demeçler veriyor, öbür yandan ise, kapitalizmin derinleşen krizinin sorumlusu olarak göçmenleri gösteriyorlar. Özellikle seçim dönemlerinde, göçmenlere karşı yapılan ayrımcılığın boyutu oldukça yükseliyor. Kitlelerin kapitalizme olan tepkisini göçmenlere yöneltmeye çalışıyorlar.

Kapitalizmle yaşıt olan ırkçılık, burjuvazinin sürekli el altında bulundurduğu bir korku sopası ve kitlelerin kapitalizme olan tepkilerini başka yönlere yönlendirme eylemi ve aynı zamanda, kitleleri sermayenin tam emri altına alma aracıdır. Sermayenin krizi derinleştikçe, ırkçı-faşist propagandaların dozajı da artıyor. 
Burjuvazi, kitlelerin sosyal devrimlere yönelmelerini önlemek için de ırkçılığı geliştiriyor. Kitleler  üzerindeki ırkçı propagandaların etkisi, sermaye tarafından, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ve hatta ortadan kaldırılmasında sessiz kalmaları, bunların nedenlerini başka yerlerde aramaya kolayca yönlendirilmelerinde kendini gösteriyor. 

Bu durum, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Almanya yaşandı. Alman burjuvazsi, komünistlere karşı Hitlerin başını çektiği Nazileri örgütledi ve güçlendirdiler. Kitlelerin büyük bir bölümü ırkçı propagandalar ile adeta uyuşturuldu ve Alman emperyalist burjuvazisinin birer savaş aracı haline getirildi.
Bu kısa yazıda, Korku Kıtası Avrupa’da, tek tek ırkçılığı ele almanın fazla bir yararı yok. Bunlar günlük basında sıkça yer almaktadır. Kısacada olsa, ırkçılığın  beslendiği ideolojik ve felsefi kökenlerine de inmek gerekiyor. 

Marksist felsefenin karşısına çıkarılan ırkçı felsefenin en gelişmiş ana damarları Nietzsche’ye kadar uzanmaktadır. Hitler Nazizmin felsefi ideologu Alferd Rosenberg olarak bilinir. Rosenberg’in kaynağı ise Friedrich Wilhelm Nietzsche’dir. Marksist felsefeci Franz Mehring’in de belirttiği gibi; Nietzsche, “kapitalizmin kutsayıcısı”dır. Bütün ırkçılar gibi, Nietzsche’de işçi ve emekçilerin düşmanıdır.  Onun toplumsal tahlili biyolojiktir. Toplumun sınıflara bölünmüşlüğünü kabul etmez. Aynı günümüz ırkçı felsefenin ideologlarından olan Peter Sloterdijk gibi. 

Nietzsche, Marks ve Engels’i okumadığı gibi, onlardan hiç söz etmemiştir, adeta onları yok saymıştır. Marksizmin en popüler olduğu bir süreçte, Marksizmden söz etmemek, işçi ve emekçilere karşı burjuvazinin yanında açıktan saf tutmanın bir başka adıdır.

Günümüzün meşhur ırkçı feslsefecilerinden olan P. Sloterdijk, aynı Nietzsche gibi, insanın genetik yapısıyla oynanarak, yeni tipte insan (fabrikalarda, bant usulü) üretilmesini savunan faşizmin ideologlarından biridir. Çünkü, bunlara göre insan bir metadır. Sermayeye baş kaldıran insan "iyi insan" olamaz. Sermayeye hizmet edecek ve sermayeyi büyütecek insan gerekli. Bunun için de sermayeye uygun insan üretilmelidir.

O, “Hümanizm ölmüştür”, “insanın yapay olarak üretilmesini düzenleyen antropo-teknik bir kurallar dizisine sahibiz” diyerek, sermayeye baş kaldırmadan onun hizmetinde mikro-biyo insanların üretilmesinden yanadır. Gen teknolojisinin gelişmişliğinin boyutu dikkate alınırsa, bu tür “felsefecilerin” boşuna türemediği ve  tekelci sermaye tarafından beslenmeleri ve desteklenmeleri kendiliğinden anlaşılır. 

“Üstün insan”, “ari ırk” kavramları da Nietzsche’den devr alınmış ve bugün, ırkçı Sloterdijk ve benzerlerinin sıkça gündeme getirdiği, gen tekniği ile “iyi insan”ların üretilmesini savunmaktadır. Onun bütün eserlerinde, konuşmalarında ve TV programlarında bunları bulmak olasıdır. Neredeyse hepsi Türkçe olarak yayınlanmış kitaplarında, ırkçılığın “yeni bir şeymiş” gibi propagandası da yapılmaktadır. Bazıları ise, bu sözlerin ve de anlayışların kapitalizm karışıtıymış ve de onun alternatifiymiş gibi piyasaya sürmeleri, kabul edilebilir gibi değil. Sloterdjik, kapitalizme karşı değil, kapitalizmin akıl hocası, sermayenin büyümesi ve güvenliği için ona hizmet edecek yeni bio-insan üretilmesinden yana. Bundan aşağılık bir düşünce olabilir mi? 

Burjuva idealist feslsefesinin günümüzde artık buraya kadar gelmesi, kapitalizmin çoktan bittiğinin bir sonucudur. Kapitalizm, tarihi misyonunu doldurduğu için, Sloterdjik gibi ırkçı feslsefecilerlerle insanın yok edilmesi üzerine çalışmaya başlamıştır. İnsanın yok edilmesi, doğanın yok edilmesi ile aynıdır. Bu tür felsefi görüşler, kapitalizmin her yönüyle bititğinin bir açıklamasıdır.

Irkçı felsefeciler, tarihleri kendileri ile başlatıp kendileri ile bitirirler. İnsanlığın binlerce yıllık belleğini, toplumsal belleğini yok sayarlar ki, tarihi ileriye taşıyanların ezilenler olduğu unutulsun ya da görülmesin diye. Bir on yıl önce de Fukuyama diye bir CIA yazarı, “Tarihin Sonu”nu ilan etmişti. Sonra, o son kendi sonu oldu. Burjuvazi halkların direniş belleklerini yok etmek ister. Doğanın ve toplumların tarihsel diyalektiğini yok sayarlar. Irkçı felsefeciler de toplumların tarihini, kapitalizmle başlatıp kapitalizmle bitiriyorlar.

Bütün burjuva idealist felsefecileri, dünyayı yorumlamak için değişik argümanlalar kullanmaya çalışmış olsalarda, onların felsefesinin kökü idealizmdir. Bu ise diyalektik materyalist felsefenin tam karşıtıdır. Her şey akla-kara olmamakla beraber, kapitalizmle birlikte iki sınıf ortaya çıkmıştır: Burjuvazi ile proletarya. Her alanda olduğu gibi felsefi alanda da bu iki sınıfın çatışması ortaya çıkar. Günümüz ırkçı felsefecileri kendilerini, arkalarına sermayenin gücünü de alarak, proletaryanın Marksist düşüncesine saldırmakla var edebiliyorlar. Ne pahasına, insanlık düşmanlığı pahasına...

Bundan hareketle, Alman tekelci sermayesinin P. Sloterdijk’i el üstünde tutması, onun “günümüzün büyük felsefecisi” olarak tanıtması da boşuna değildir, diyebiliriz. Böyle felsefecilerin olduğu bir kıtada ırkçılığın gelişmesinin ideolojik ve siyasal zemini de var.

Marks;
Sermaye, kar olmadığı zaman ya da az kar edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kar olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde on kar ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insani yasaları ayakları altına aldırır; yüzde 300 kar ile sahibini astırmak olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur.” (Karl Marks, Kapital, C.1, sf. 801, Dipnot, Birinci Baskı, Sol Yayınları)

Marks’ın söylediklerinde hiç bir abartma yoktur. Dünyada, sadece son on yıllık gelişmeler dikkate alındığında, burjuvazinin canilikte hiç sınır tanımadığı görülebilir. Sermayenin ırkçılığı desteklemesi, geliştirmesini de bu çerçevede ele alınmalıdır. Bunun ekonomi-politik temeli budur. Avrupa tekelci burjuvazisinin, ırkçılığı işçi ve emekçilere karşı geliştirmesi, kullanması, sermayenin kan emici karakterinden kaynaklanmaktadır. Geriye, anlı-şanlı ırkçı filozoflara da bunun felsefesini yapmak kalıyor.

Irkçılığın gelişmesi karşısında, Avrupalı bazı hümanist entellektüeller ise,; “Avrupa kendi değerlerini yok ediyor” diye sitemde bulunuyorlar. Oysa, kapitalizmin doğuşuyla beraber yaratılan burjuva değerler, 1800’lü yılların sonlarından bu yana geçemedi. O günün burjuva değerleri, tarihin o sayfasında yazılı kaldı. Şimdiki değerler ise, çürümüş, kokuşmuş emperyalist burjuvazinin değerleridir. Son yüz yılı aşkın bir süredir yeni ve ileri değerlerin temsilcisi Marksist felsefeyle donanmış proletaryadır.

İşçi sınıfı, kapitalist sistemi bir an önce yıkmazsa, tekelci burjuvazi, Marks’ın dediği gibi, sahibini asacağı gibi, insanlığı da yok edebilecek teknolojiye sahiptir.  Bunu gerçekleştirmek içinde her hangi bir tereddüt geçirmez. 02.11.2012.***


* Kontinent der Angst” (Korkunun Kıtası) Başlık Der Spiegel (2010/39) dergisine ait.