23 Eylül 2012 Pazar

Kürt Halkı ve Kürt Ulusu






Kürt Halkı ve Kürt Ulusu
Yusuf KÖSE
Sol ve Marksist basında, son zamanlarda, “Kürt ulusu” yerine “Kürt halkı” kavramı daha çok kullanılır oldu. Kürt ulusal hareketi de “Kürt halkı” kavramını kullanıyor ve verdiği mücadelenin Kürt halkının mücadelesi olduğunu sıkça yineliyor. PKK’nın ve ona bağlı örgütlerin bunu böyle dillendirmesi ve kullanması doğal. Bu, kendi sınıfsal yapılarına uygun bir terminolojidir. Doğal ve elbette ki, doğru olmayan, Marksistlerin ve özellikle de Kaypakkaya ekolundan gelen kesimlerin, Kürt ulusal mücadelesi yerine “Kürt halkının mücadelesi”ni koymuş olmasıdır.

Ulusal mücadele ile halkların mücadelesinin bir ve aynı olmadığı, ve burada, bunun geniş bir teorik açılımını da yapmanın yeri olmadığı açıktır. Ulus kavramı ve onun mücadelesi ve talepleri ile halkların ve daha öze inersek, işçi sınıfının mücadelesei bir ve aynı değildir. Kesiştiği noktalar olabilir ve vardır da.

Ulus, kapitalizmin şafağı ile birlikte ortaya çıkmış ve onunla birlikte de yok olacaktır. Kapitalizmin gelişme sürecinde uluslaşma da hızlanmış ve her ulus ayrı devletini kurma yoluna gitmiştir. Her ulusun burjuvazisi kendi pazarlarına hakim olma ve daha geniş bir egemenlik elde etmek için ayrı devlet kurmayı amaçlamış ve bunun için mücadele etmiştir. Emperyalizmin ortaya çıkışıyla da ezilen ulusal burjuvazi, bu amaçlarından ve hedeflerinden vaz geçmemiştir. Proleter devrimlerin ortaya çıkışı da ezilen ulusal burjuvaziyi, ayrı bir ulus devlet kurma amacından vazgeçirememiş, ve o, en asgari ulusal haklarından en azami ulusal (devlet) haklarını elde etmeyi hep hedeflemiştir.

“Çağımızda ulus-devlet modeli ölmüştür” demek, emperyalist burjuvazinin egemenlik alanlarını genişletme hedeflerini ve amaçlarını gizlemeye hizmet ettiği gibi, burjuvazinin sömürücü sınıfsal karakterini de gizlemek anlamındadır. Emperyalist burjuvazinin, “kürselleşme” argümanlarını öne çıkarıdığı bir on-onbeş yıl öncesinde, “uluslar yok oluyor” yanılsamaları bir çok ilerici hareketi de etkilemişti. Oysa, olan emperyalist burjuvazinin, işçi sınıfına ve ezilen halklara yönelik ideolojik bir savaşının en geniş bir boyutunun dışa vurumuydu. İmralı süreciyle beraber PKK lideri A. Öcalan’da bu teoriye sarıldı ve buradan hareketle “Marksı aştığını” dahi ileri sürebildi. Oysa, bu teori, anarşist önderlerin 1800’lü yılların ikinci yarısından sonra ileri sürdükleri küçük burjuva oportünist teorilerdi. Bunlar, daha o zamanda, dünya proletaryasının büyük öğretmenleri tarafından red ve mahkum edilmişti.

PKK önderliğinde yürütülen Kürt ulusal mücadelesini, Kürt halkın mücadelesi olarak dillendirmek, bir çok açıdan yanlıştır;

Birincisi, Kürt ulusal mücadelesini görmezden gelmek, Kürt ulusal burjuvazisinin ulusal karakterini reddetmek ve onun kendi pazarlarına egemen olma isteğinin olduğu gerçeğini görememek demektir.

İkincisi; Kürt ulusal burjuvazisinin sınıfsal karakterini Kürt işçi ve emekçilerinden gizlemeye çalışmanın bir başka yöntemi ya da bilinçsizliğidir.

Üçüncüsü; ve bu, aynı zamanda, ezilen ulus burjuvazisinin hedefleri ile ezilen halkın hedeflerini ve sınıf çıkarlarını özdeşleştirmek anlamına gelir ki; bu, Kürt işçi ve emekçilerini kendi burjuvazisi karşısında ideolojik ve siyasal olarak silahsızlandırmak demektir.

Dördüncüsü ise, Kürt ulusal mücadelesi yerine , “Kürt halkının mücadelesi” şeklinde sorunu ortaya koymak, ulusal burjuvazinin ulusa talepleri olduğu gerçeğini görmezden gelmenin ya da reddetmenin ince bir Türk şövenizmini de içermektedir.

PKK’nın yürüttüğü mücadeleye Kürt işçi, köylü ve daha geniş anlamda Kürt emekçilerinin katılması, bu savaşın ve hareketin ulusal karakterini değiştirmeye yetmez. Bütün ezilen ulus mücadelelerinde o ulusun halkı aktif yer almış, ulusal burjuvazi önderliğinde işçi ve köylüler savaşın temel gücü olmuşlardır. Ezilen ulus sorunu, esas olarak bir köylü sorunu olmasına karşın, Kürdistan özgülünde, bu, özellikle son on yıl içinde değişiklikler arz etmiştir. Kürt köylerinin zorla boşaltılması ve büyük şehirlere sürülmesi, Kürt köylüsünü, başkalaştırarak ve de mülksüzleştirerek şehir varoşlarında işçileştirmiştir. Bu nedenle de, bugün, PKK’nın gerilla gücü, artık, daha çok Kürt köylerinden değil, daha çok Kürt şehir varoşlarındaki Kürt işçi-işsiz kesimlerinden oluşmaktadır. Bu özgünlük, PKK’nın söylemlerinde de değişikliklere yol açmıştır ve PKK daha fazla “halkçı” söylemleri dile getirmeye başlamıştır. Ve elbette PKK saflarında sosyalizmi savunan kesimlerde vardır. Bunların varlığının da bu söylemlerdeki etkisi olduğu görülmelidir.

Ulusal mücadele özünde demokratik bir mücadeledir ve ulusal burjuvazinin istemleri de esas olarak ulusal-demokratik istemler çerçevesindedir. Ulusal burjuvazi güçlendikçe, kendi burjuva sınıfsal çıkarlarını sağlama almak için her türlü çabayı harcar ve bu sınıfsal istemlerini daha açıktan dile getirir ve bunları bütün halkın istemleri olarak ileri sürer.

Bir ulusal hareket değerlendirilirken onun programına bakmak gerekiyor. PKK’nın programında; “demokratik özerklik”, “demokratik cumhuriyet”, “demokratik konfederalizm”, “ekolojik cumhuriyet” vb. gibi adlandırmalarla bezeli olsa da, esas olarak Kürt ulusal burjuvazinin istemleri dile getirilmektedir. Kürtçe üzerindeki, tüm yasak ve kısıtlamaların kaldırılması, Kürt kimliğinin özgürleştirilmesi talebi, genelde tüm Kürt halkının talebi olmasına karşın, Kürt ulusal burjuvazisi de bu istemleri öne sürerek kendi sınıfsal çıkarlarını egemen kılmak isteyecektir ve olan da budur. Kürt ulusal burjuvazisi, verdiği mücadelenin tüm Kürt halkının çıkarlarına hizmet ettiğini öne sürecektir. Bu, onun, en belirgin sınıfsal karakteristiklerinden biridir. Çünkü, ezilen ulus burjuvazisi ezilen ulus halkını bir bütün olarak arkasına almadan savaşı kazanamaz, esas hedeflerine ulşamaz.

PKK’nın, Kürt işçi ve emekiçilerine ulusal baskıyı kaldırma dışında her hangi başka bir vaadi; Kürt işçi ve emekçileri üzerindeki sınıfsal baskı ve sömürünün kaldırılması hedefi ve talebi de yoktur. Söylem yerindeyse, “zurnanın zırt” dediği yer de burasıdır.

Durum bu kadar net olduğu halde, “Kürt halkının onurlu mücadelesi”, “Kürt halkının kararlı mücadelesi”, “Kürt halkının kurtuluş mücadelesi”, “Kürt halkı kendi kendini yönetmek istiyor” vb. gibi Kürt emekçilerinden ezilen ulus burjuvazisinin niyetlerini gizleyen argümanları ileri sürmek Marksist-Leninist-Maoist bir yöntem ve bakış açısı değildir. Bu yaklaşım, tam da Kürt ulusal burjuvazisinin istediği bir durumdur.

Kürt ulusal hareketinin ulusal demokratik haklarını desteklemek, Kürt ulusu üzerindeki baskılara karşı çıkmak ve Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin etme hakkını savunmak ile “halkların mücadelesi” bir birine karıştırılmamalıdır. “Halkların özgürlük” mücadelesi ile “ulusların özgürlük” mücadelesi arasında nitel bir ayrım vardır. Bu ayrım sınıfsaldır. Bu sınıfsal ayrım, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki temel sorunlardan biridir. Marksistler açısından bunun göz ardı edilecek bir yanı olmamalıdır. Bu ayrım, burjuvazinin varlık nedeniyken, proletarya için ise ortadan kaldırıma mücadelesinin nedenidir 23.09.2012***

8 Eylül 2012 Cumartesi

Suriye ve Politikalar




1 eylül hatay



Suriye ve Politikalar
Yusuf KÖSE
Türkiye’nin, başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerinin „savaş üssü“ olduğunu bir yıl önce 03.09.2011 tarihli yazımda dile getirmiştim. Gelinen aşamada ise bunun gizlenecek bir yanı olmadığı gibi, açık bir şekilde Türk egemen sınıfların siyasal temsilcileri tarafından dile getirilmektedir.  Şu anda Türkiye hem PKK ile hem de Suriye ile bir savaş içindedir. Suriye’ye kendisi asker göndermese de, Suriye’ye yönelik paramiliter güçlere, kendi topraklarında askeri üs de dahil her türlü desteği vermektedir. Bu durumun ise her an daha büyük bir çatışmaya dönüşmesinin koşulları hızla oluşmaktadır.

Türk egemen sınıfların, ABD emperyalizmin yönlendirmesi doğrultusunda hareket ettiği en sıradan liberal burjuva aydınların dahi kabul ettiği bir gerçektir. Elbette Türk burjuvazisi, bunu, kitlelere, kendi bağımsız politikası olarak göstermeye çalışıyor. Başbakan Erdoğan’nın sık sık muhalif basına yüklenmesi, ilerici, demokrat ve bazı burjuva yazarların dahi üzerinde baskı oluşturulması, işlerinden atılmaları ve aynı zamanda devrimci-demokrat muhalif gazetecilerin yoğun bir şekilde tutuklanması; kitlelerin, emperyalist ve işbirlikçi burjuvazinin savaş politikasına hazırlanması içindir. Kısacası,  kitleler ve onların ileri unsurları üzerinde bir korku imparatorluğu yaratılmaya çalışılıyor. Öbür yandan ise, geniş yığınlar içinde, her türlü dini ve ulusal ayrımlar öne çıkarılarak, ezilen yığınların birliğinin önüne suni (sınıfsal olmayan) ayrımlar çıkarılıyor.

Suriye’de süren „iç savaş“, iç savaş olmaktan öte ABD ve batılı emperyalist güçlerin Esad yönetimini yıkma savaşıdır. Bunu, esas olarak da, (Suudi Arabistan, Katar’da dahil olmak üzere) Türk egemen sınıfları üzerinden yapıyorlar demek yanlış olmayacaktır. Batılı emperyalistlerin derdi, demokrasi olmayıp, Suriye’yi bütünüyle kendi denetimleri altına almaktır. Onların, „Suriye halklarının dostu“ olmak bir yana, Suriye halklarının düşmanı ve katili oldukları ise ayan beyan ortadadır.

Suriye üzerindeki savaş, batılı emperyalistler ile Çin ve Rusya arasındaki egemenlik hesaplaşmasıdır. Emperyalistler arasındaki bu egemenlik savaşında, Esad rejimi, elbette işçi ve emekçiler tarafından desteklenecek bir rejim değildir. Buna karşın, emperyalistlerin buraya yönelik her türlü  baskı ve müdahalelerine karşı da aktif mücadele edilmelidir. Çünkü bu savaş, emperyalistlerin çıkarlarına yönelik bir savaş olduğu gibi, Başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda şekllendirme savaşımıdır. Bu savaşı kazanmak için de, halklar arasındaki, tarihin derinliklerinden gelen/getirilen dinsel, mezhepsel ve ulusal ayrımları kullanarak, kendi çıkarlarına uygun bir ortam hazırlamaya  çalışıyorlar.

Esad rejiminin „Nusayri-alevi“ olması, ülkemizdeki alevi kesimlerin Esad rejiminin desteklenmesi yönünde tavırları söz konusudur. Esad rejimi alevi de olsa, bu rejim işçi ve emekçi düşmanı bir rejimdir. Suriye devleti, Suriye burjuvazisinin Suriye halkına karşı kurulmuş bir devletidir. Nasıl ki, Türk devleti için sünni Türk işçi ve emeçilerin devleti demek yanlışsa, Suriye devletini de „alevi“ devleti olarak adlandırmak yanlıştır. Bu tür adlandırmalar, burjuvazinin kitleleri aldatma, yanlış yönlendirme ve sınıfsal kimliğin üstünü kapatıp dini yönü öne çıkaran idelojik argümanlarıdır. Bu tür sınıflandırmalar ya da ayrımların komünistlerin kullandığı termonolojinin içinde yeri olamaz. Komünistler, soruna sınıfsal yönden, esas olarak da işçi sınıfının çıkarları yönünden bakarlar. Sınıfsal bakış açısını, özellikle de proletaryanın bakış açısını gözardı eden yaklaşımlar, her zaman kitleleri burjuvazinin yedeği haline getiren yaklaşımlar olmuştur.

Batılı emperyalistlerin ve Türk hükümetinin „Alevi Esad rejimi Sunni çoğunluk üzerinde baskı uyguluyor“ şeklinde bir propaganda yapmaları, özellikle Türkiye’de, sünni çoğunluk üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etki yapmak içindir.

Suriye’ye yönelik her türlü emperyalist müdahaleye karşı mücadele etmek, karşı çıkmak, nesnel olarak iktidardaki Suriye burjuvazisine destektir. Böyle bir nesnelliğin, emperyalist müdahale ya da işgali desteklemeyi getirmez ve getirmemelidir. Burada, esas sorun, emperyalizm ve mücadelenin ana yönünü emperyalizme çevirmektir. Bazı küçük burjuva kesimlerin ileri sürdüğü gibi, emperyalizme karşı Esad rejimini desteklemek ilericilik değildir. Böyle bir yaklaşım, Suriye işçi ve emekçilerini yanlış yönlendirme ve kendi cellatlarına karşı silahsızlandırmadır. Başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen yığınları, emperyalizmin „mağduru“ burjuvazinin kuyruğuna takmak, onun destekçisi durumuna getirmek, Marksist bir yaklaşım olmadığı gibi, işçi sınıfının sınıfsal politikasını yok saymak demektir. İşçi sınıfı, ülke emperyalist işgal altındayken, emperyalist işgale karşı çıkan ülke burjuvazisi ile bağımsız örgüt yapısını korumak koşuluyla,  ittifak yapabilir. Ancak, ülke burjuvazisini, işçi ve emekçilere karşı güçlendirecek taktiklerden uzak durmanın ilkesel taktiklerini de asla unutmadan!

Suriye konusunda, batılı emperyalistlerin piyonu olarak başat rol üstlenen Türk egemen sınıflarına karşı, sınıf bilinçli proletaryanın ve emekçilerin görevi; egemenlerin savaş politikasına karşı çıkmak, mücadele etmek ve her alanda emperyalist işgal ya da müdahaleyi teşhir etmek ve bunu geniş protestolarla dile getirmek olmalıdır. Bu konuda birleşilebilecek en geniş güçlerle birleşmek ve anti-emperyalist savaş ittifakını geliştirmek olmalıdır. Bu durumda, sınıf bilinçli proletaryanın en yakın müttefiki, Türk egemen sınıflarına karşı ulusal hakları için savaşan Kürt ulusal hareketiyle beraber alevi kesimlerdir.  Türk egemen sınıfların bu savaşta üstün gelmesi, Kürt ulusal hareketinin de (ve elbette bütün işçi ve emekçilerin de) aleyhine olduğu gözden ırak tutlmamalıdır.

Egemenler, bu savaşı kazanmak için, demokrat bir muhalefet olan alevi kesimleri de sindirmek için her türlü çabayı harcadıkları gibi, halk arasında alevi-sunni çatışmasının ortamını da hazırlıyorlar. Ezilen yığınları, Kürt-Türk, alevi-sunni çatışmaları içine sokarak, kendi egemenliklerini sürdürmenin çabası içine girmişlerdir. Bu tür politikalar; burjuvazinin,  kitleleri aşağılatmanın ve de sınıf mücadelesini geriletmenin en alçakça politikalarından biri olarak sık sık gündemde tutlmaktadır.

 Türk egemen sınıflarına bu konuda geri adım attırmak, geniş yığınların sokaklara dökülme oranıyla doğru orantılıdır. Dinci-faşist AKP hükümetinin en küçük muhalefeti dahi susturmak için her türlü şiddeti ve tehditi kullanması, kitleleri emperyalist çıkarların arkasına almak içindir. Bu savaşa karşı geniş yığınların örgütlenmesi ve harekete geçirilmesi, Türk egemen sınıflarının politikasını boşa çıkaracak yegane güçtür. Bu potansiyel güçlü bir şekilde var ve bunu iyi bir şekilde örgütlemek en başta komünist ve devrimcilerin görevidir. Burjuvazi de bu gücü yanına çekmek ya da en azından belli kesimini  tarafsız bırakmak için çalışıyor. Oysa, kitlelerin çıkarı burjuvazinin çıkarlarıyla ters düşerken, komünist ve devrimcilerin politikalarıyla uyuşmaktadır. Bu avantaj, iyi bir şekilde değerlendirildiğinde devrimci-demokrat cephe karlı çıkacaktır.

Şu anda  güçlü gibi gözüken AKP hükümeti ve onun arkasındaki sermaye güçleri en zayıf  günlerini yaşamaktadır. Dış koşullar bunların aleyhine geliştiği gibi, iç koşullarda bunların lehine değildir. İçte bunlara karşı çıkan güçlerin baskı ve tehditlerle sindirilmiş olması söz konusudur. Biraz güçlü kitle hareketi bunların bütün çelişkilerini ortaya çıkararak geri adım atmalarını da beraberinde getirebilecektir.08.09.2012

***