18 Ağustos 2012 Cumartesi

HESAPLAŞMA


HESAPLAŞMA

Yusuf Köse
Özellikle 12 Eylül 1980’den itibaren yürürlükte olan emperyalist proje gereği, bugün Türk devleti, kemalist faşist devletten dinci-faşist bir develet biçimine sokulmuştur. Emperyalizmin bu projesine Türk egemen sınıfları da “hayır” dememiştir. egemenlerin anlaşmazlıkları, ordunun rolüyle ilgili olduğu gibi, esas olarak da, sömürüden daha fazla pay alma anlaşmazlığıyla  ilgiliydi. Çatışma bu konularda oldu ve “ılımlı islam” (bazı başka ülkelerde ise müslüman kardeşler adıyla) örtüsü, kapalı değil, açıktan örtüldü. Emperyalist burjuvazinin de isteği buydu. Özellikle 1979 Şubat’ın da İran’ın, “islam devleti”ni ilan edişi ve ABD’nin kontrolünden çıkışıyla beraber, ABD önderliğindeki batı burjuvazisi bu projeyi hızla –elbette doğası gereği- adım adım uygulamaya soktular. Ortadoğu –müslüman ülkeler- halklarının din afyonu ile derin bir uykuya sokulması, buna Türkiye’nin de eklemlenmesi gerekiyordu.

Marksist ve  sol yazında sıkça tekrarlandığı gibi, 12 Eylül 1980 Cuntası, “laiklik” söylemi altında, dinciliğin örgütlenmesini yaptı ve de sola karşı tampon olarak örgütlenmesinin önünü daha geniş bir şekilde açtı. Bunu bizzat TÜSİAD yürüttü. TÜSİAD’ı “laik” görenler ya da göstermeye çalışanlar elbette yanılıyorlar, bazı kesimler ise bunun bilinçli propagandasını yaparak, işçi ve emekçileri sermayenin bir kesiminin peşine takmaya çalışıyorlar. Aynı zamanda, alternatif olarak, yeşil sermayeye karşı “laik” sermayeyi göstermenin gayretkeşliği ve yönlendirmeleri olarak da kitlelerin karşısına çıkarılıyor. Yeni bir toplumsal ve sosyolojik dönüşümün –toplum mühendisliği diye adlandırılan olay- adımları daha o zamanda atılmaya başlanmıştı. Bunun içinde öncelikle “sol”un bir bütün olarak ezilmesi en azından ağır bir darbe vurulmasının hesabı yapılmıştı.
Türk burjuvazisi “dini”, TC.nin kuruluşundan bu yana, kitleleri kontrol altında tutmanın bir aracı olarak hep canlı tutarken, "müslüman mahallesinde salyongoz” sattırmayarak, dinin uyuşturucu ruhu ile kitleleri gerçeklerden uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Buradan hareketle şu rahatlıkla söylenebilir; burjuvazi gerçek anlamda hiç bir zaman “laik” olmamış ve de olamaz. Avrupa burjuvazisinin “laik” olduğunu söyleyenlerde yalan söylüyor. En gerici yöntemleri, en gerici iktidarları besleyen, yönlendiren ve var etmeye çalışan bu emperyalist burjuvazidir. Varlığı aşırı sömürü ve baskı üzerine kurulu bir sistemin sahiplerinin “demokrat” olması bir yana, bunlardan en asgari ölçüde demokratlık beklemek, siyasal körlükten öte, bilinçli bir karşı-devrimci yönlendirme olarak da öne sürülmektedir.

Başka idelojik araçların yanında, kitleleri etkilemenin en etkili ideolojik araçlarından biri olarak din; işçi ve emekçileri, kapitalist sisteme karşı duruşlarının yönünü başka bir yöne çevirmenin, uyutma/uyuşturma, somut gerçeklerden ve özellikle de sınıfsal gerçeklikten uzaklaştırmanın bir ideolojik aracı olarak kullanılmaktadır. Kitleleri en alt kimliklerine kadar bölmek, esas kimlik olan sınıf kimliğinden uzaklaştırmak, burjuvazinin ve önceki sömürücü sınıfların hep çaba ve düşleri olmuştur. Çünkü, kitlelerin sınıfsal olarak bilinçlenmesi, kendi sınıf çıkarlarına sahip çıkması, burjuvazinin sömürü sistemi için en büyük tehdit olarak var olamaya devam etmektedir.
  
Egemen sınıfların dinleri “boyun eğmeyi” öğütler ve bunun kutsallığına kitleleri inandırmaya çalışır. (Oysa, burjuvazi için yegane kutsal olan şey sermayedir, özel mülkiyetçi sistemdir) Nitekim, özellikle geri bıraktırılmış yarı-sömürge ülkelerde yapılan budur. “Din savaşları”. Şu anda yarı-sömürgelerde, özellikle de emperyalistlerin çıkar dalaşlarının keskinleştiği Ortadoğu ve çevresindeki ülkelerde, bu yöntemi uzun bir süredir uyguluyorlar ve uygulamaya çalışıyorlar. Bu yöntem, salt yarı-sömürgelerle sınırlı omayıp, nazi Almanya’sında da yaşama geçirildiği gibi, emperyalist ülkelerde de yürülüğe sokulabiliyor. İhtiyaç duyduklarında toplumu rahatlıkla din afyonun buğusuyla uyuşturma yoluna gidebilirler. Emperyalist burjuvazi tarafından Vatikan’ın yaşatılması, ayakta tutulması, kilise çanlarının durmadan çınlatılması ve büyük bir sermaye ile beslenmesi boşuna değildir.

Yine Afrika’da, emperyalist tekellerin, farklı aşiretleri, farklı mezhepleri birbirine kırdırarak, saltanatlarını sürdürme çabaları, kitle kıyımları üzerinde gerçekleşmektedir.

Burjuvazi için “laik” ya da “dincilik” sermaye birikimi ve büyümesiyle ilgilidir. Eğer sermaye birikimi, “din” afyonu ile daha iyi sağlanıyorsa, anında “dinci” olurlar. Yok, eğer, sermaye birikimi “laisizm” adı altında yapılıyorsa, laiklik öne çıkar. Hatta Çin’de olduğu gibi, sermaye birikimi “komünizm” adı altında yapılıyorsa, onlar “komünist”de olurlar.

Burjuvazi için sorun, özel mülkiyetçi (kapitalist) sistemin sürdürülmesidir.  Elbette, bunun için, başta, kitlelerin sınıf mücadelesinden uzaklaştırılması, devrimci-demokratik örgütlenmelerden yoksunlaştırılması gerekiyor. Çünkü, sermaye birikiminin artışı, aşırı artı-değer sömürüsünü şart koşar. Bu da, kitlelerin, özellikle çalışan işçi kesiminin direnişinin kırılmasıyla doğru orantılıdır. Sermaye birikiminde,  sınıf mücadelesi yükseldiğinde azalma, sınıf mücadelesi zayıfladığında ise artış olur. Sermaye birikiminin artışıyla sınıf mücadelesinin ivmesinin artması birbirine zıttır.

AKP’nin uygulamaları, özelikle de işçi ve emekçilere yönelik baskıları, her geçen gün bir yenisi uygulamaya sokulan yoğun hak gaspları vb., esas olarak bütün burjuvazi tarafından desteklenmektedir. 12 Eylül Askeri Cuntası etrafındaki birlik, şimdi, AKP etrafında sağlandığını söylemek yanlış bir belirleme olmayacaktır. Her ne kadar egemen sınıf partilerinden CHP, “ılımlı islam” örtüsünün bu kadar açıktan yapılmasına karşı dursa da, CHP’ye destek veren sermaye kesimi AKP’den o kadar şikayetçi değil. Şikayet ettiği taraf, yeşil sermaye denen kesime sömürüden daha fazla pay ayrılmasıdır. Egemenler arasındaki bu çelişki her zaman var olacaktır. CHP’nin itirazları, işçi ve emekçilerin demokratik hak gasplarıyla, Kürt ulusuna yapılan zulümle ilgili olmayıp, “ılımlı islam” örtüsünün öne çıkarılmasıyla ilgilidir.

AKP, kitleleri din afyonu, özellikle de sünnilikle uyutmaya çalışırken, karşısına da  düşman olarak aleviliği çıkarmıştır. Kitlelerin önemli bir kesimini kendi etrafında tutmak için böyle bir yönteme ihtiyaç duyarken, kitlelerin sınıf mücadelesinden uzaklaşmasının ideoloijsini daha etkin kılmaya çalışıyor. Kürtler -özellikle ulusal hakları için direnen ve mücadele eden kesim- zaten düşman. Kürt düşmanlığını, ırkçılığı ve milliyetçiliği geliştirerek, kitlelerin düzene olan tepkisinin yönelimini başka bir yere kanalize etmenin aracı olarak da kullanıyorlar. Ancak, işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesini bastırmak için bu yeterli olmuyor. Din ve mezhepsel farklılıkların da kullanılması gerekiyor. Alevilik olmasaydı, sünniliğin içindeki mezhepleri (bu da olmasına karşılık,  daha geri planda yapılıyor) bir birine kışkırtmanın açıktan çabaları içine girerlerdi.

Türkiye’deki Aleviliğin ilerici olması burjuvaziyi ürküten bir yan olması nedeniyle, onu islamın gerici gayya kuyusuna atmak için de baskı uygulamaktadır. Yüz yıllardır bastırılamayan alevilik, eksilmeyen devlet baskısı, onlarca katliamı, tehdidi ve tacizlerin yanı sıra,  “alevi sermayesi” eliyle de uysallaştırmaya çalışılmaktadır.

Burada yeniden anımsatmak gerekiyor, “ezeli Kürt düşmanlı”ğının körüklenmesinin yanında, “ezeli alevi düşmanlığı” da hep canlı tutlmuştur. Bu salt AKP iktidarına has bir tutum olmayıp, önceki (örneğin 2 temmuz 1993 Sivas katliamı) iktidarlar zamanında da yapıla gelmiştir. Türk egemen sınıfları, bunu hep yapmış ve yapmaya devam edeceklerdir.

AKP’nin, muhalif olan her kesime açıktan tehdidi, saldırısı ve bunları uygulamaya sokması, aynı zamanda bir savaş hükümeti olmasının da bir gereğidir. Öte yandan, yeni palazlanan burjuvazinin böyle bir uygulamaya gereksinimi de vardır. Bu, hem iç koşullar için hem de emperyalizmin ileri karakolu (İran’a yönelik de hazırlandığı unutulmamalı) olmasının bir gereği olarak da öngörülmektedir. AKP iktidarının en güçlü gibi gözüken bu yanı, aynı zamanda, onun ve arkasındaki egemen güçlerin en zayıf yanlarından biridir. Kendilerini güvende hisetmedikleri açıktır. Bu nedenle de, kitleleri daha yoğun saldırılarla sindirmeye yöntemini kolay kolay terk etmyeceklerdir.

Egemen sınıflar, “tek millet, tek bayrak, tek din, tek vatan” politikalarını gür bir şekilde seslendirmeye, daha uzun bir süre devam edeceklerdir. Suriye, Kürdistan ve bir bütün olarak Ortadoğu’daki gelişmelerin yanı sıra, ülke içinde sınıf mücadelesinin gelişmesi, ezilen yığınların ekonomik ve demokratik hakları için mücadeleye atılması ve bunu geliştirmesi ve geliştirme eğilimlerinin artış göstermesi, AKP ve arkasındaki sermayenin yüzlerine çektikleri din perdesini ve emperyalizmin jandarmalığını yırtıp atacaktır.

Emperyalist burjuvazinin 2008’den beri devam eden eknomik krizinin giderek derinleşme eğilimi içine girmesi, Ortadoğu ve çevresinde başlayan emperyalist egemenlik savaşının bölgemizde daha büyük kanlı bir hesaplaşmanın da yakın –özellikle ABD başkanlık seçiminden sonra- olduğunun verilerini ortaya koymaktadır. Emperyalist burjuvazi, Türk egemen sınıflarını daha fazla bu kanlı (esas olarak emperyalist) hesaplaşmanın içine itmeye çalışmaktadır. AKP hükümeti ise, iktidarını kaybetmemek için bu kanlı senaryonun içinde yer almaya devam edecektir. Ta ki, yıkılana kadar!

 Görüntüleri ve de yansımaları farklı olsa da, esas olarak, bu hesaplaşma; ezenle ezilen, özünde ise işçi sınıfı ile burjuvazi arasında geçmektedir. Her zaman olduğu gibi, bu kanlı hesaplaşmada, olan, elbette ezilen halklara olmaktadır. Tüm acıları onlar çekmektedir.  Bu kanlı senaryonun bir parçası olmamak, işçi ve emekçilerin buna karşı mücadelesinin boyutu ve kitleselliği belirleyecektir. Bu nedenle, kitlelerin devrimci-demokratik gücünü açık bir şekilde ortaya koyması ve bu devasa devrimci gücün mobilize edilerek devrimci bir güce dönüştürülmesi, bugün daha zaruri bir hal almıştır.
18.08.2012
***