22 Temmuz 2012 Pazar

atın bu asalakları sırtınızdan




   
atın bu asalakları sırtınızdan
Yusuf Köse
Bin yıllardır taşıyarak bugüne getirdik. Her geçen gün sırtımızdaki yük azalacağına, ağırlaştıkça ağırlaştı. Birinin indiğinde bir başkası bindi. Sırtımızı hiç boş bırakmadılar.

Biz silkelendikçe, onlar kırbaçlarını çıkardı. Emdikçe emdiler kanımızı, iliğimizi kuruttular. Sesiz kaldıkça daha çok emdiler. Bütün canlılar doymak nedir bilirken, bu asalaklar doymayı bilmediler.

Önce ortaklaşa mülkiyeti yıkıp, özel mülkiyeti getirdiler ve insanları sınıflara böldüler, arkasından dinlere,  arkasından derilerinin rengine ve peşinden ise milletlere böldüler. Bunlarla da yetinmediler. İnsanları hücrelerine kadar bölmeye gitiler. Halkı halka kırdırmanın hep bir yolunu bulup, kendi soygun ve zulüm düzenlerini devam ettirdiler.

Ulusu ulusla, ülkeyi ülkeyle çarpıştırdılar ve böylece bütün ülkelerin egemenliğini ele geçirdiler. Devlet denen zulüm kırbacını icat edip, halk üzerinde sömürü ve baskıyı artırdılar.

Yağmaladıkça güçlendiler. Güçlendikçe öldürdüler. Öldürdükçe sermayelerini artırdılar. Emperyalizm ile birlikte bütün dünyayı ele geçirdiler. 

Cennet vaad ettikçe, cennetimizi elimizden alıp, cehennemleri bize yaşattılar. Sermayelerini büyütmek için kardeşi kardeşe, halkı halka kırdırmanın adına “vatan savunması” dediler. 

Vatan dedikçe, toprağımızı, aşımızı elimizden aldılar, millet dedikçe, bizi birbirimize kırdırıp, üzerimizde poza pişirdiler. Devlet dedikçe, zenginliklerine zenginlik kattılar. Yoksulu ise daha yoksul yaptılar.

Gavur, müslüman, hiristiyan, yahudi, budist vb... diyerek böldükçe böldüler bizi. Birliğimizin önünde suni duvarlar ördüler. Din buğsu ile dipsiz bir kuyunun içinde bizi birbirimize boğdurup, tepemizin üstünde rahatlıkla tepiştiler. 

Doğduğumuz yerlerden göç ettirip topraklarımızı elimizden aldılar. Yollarda öldük, kıyımlara uğradık. Ölümlerimiz istatistiklere sığmadı, acılarımızı ise sayfalar almadı.

Bizi kendilerine asker yaptılar. Polis, bekçi, koruma yaptılar. Asalakları koruma adına, bizi bize katil, bizi bize hain yaptılar. Kendilerini bir tas çorbaya satanlarla etraflarını duvar gibi bize karşı ördüler.

Üreten biziz, ürettiklerimize sahip çıkan onlar oldu. Kendi ürettiklerimize bizi yabancılaştırdılar. Kendi ürünleriymiş gibi el koydular ve bize karşı kullandılar. Bizim kanımızı emerek besleneler, bize “ekmeğinizi ben veriyorum” dediler.

Bir avuç asalak; “demokrasi”, “insan hakları” dedikçe, daha çok zulüm görüp, daha çok acılara maruz kaldık. Topluca işten atıldık, işsiz kaldık. Açlıkla bizi terbiye etmiye çalıştılar. Onurumuzun üzerine basa basa yürüdüler...

Bilim geliştikçe daha çok yoksullaştık, teknoloji geliştikçe daha çok öldük. Kendi yarattığımız teknoloji ile kendimizi vurduk. Silahı biz ürettik, bizi vurmaları için ise tetiği asalaklara verdik.

7 milyar insanın yaşadığı dünyada, bir avuç asalağın kölesi olduk. Her şeyi yaratan biz, her şeyi üreten biz, zulümden zulüm beğenen yinen biz olduk. Yarattığımız cenneti onlara verdik, cehennemi biz aldık ve bunu, değişmez bir kader olarak bellettiler bize...

Bir avuç asalağın gücü, bizim gücümüzün yanında hiçtir. Tükürsek tükürüğümüz de boğulurlar, üfürsek üfürüğümüz de yok olurlar. Kendi gücümüzün farkında değiliz. Bizim dağınıklığımız ve örgütsüzlüğümüz asalakların gücüdür. Birleştikçe çoğalırız, örgütlendikçe güçleniriz. Asalakların bütün korkusu budur. 

Sırtımızda taşımaya devam ettikçe bu sermayederları biz, daha çok cefalar çekeceğiz biz.

Her ne kadar, bütün suçu bize yıkmaya kıyamamışsa da Nazım usta,
Suç bizim, be kardeşim!
Suç bizim!

Atmadıkça bu kan emicileri sıtımızdan, dünyayı cehnnem yapmaya devam edecekler bizlere.

Dünya taşıyla, toprağıyla, bütün canlılarıyla cehnnemleşmeden ve “ballı incirleri hep beraber yiyebilmek için”
Atın bu asalakları sırtınızdan!
***
22.07.2012

7 Temmuz 2012 Cumartesi

NEPAL DEVRİMİ’NİN ÖĞRETİLERİ (1)




NEPAL DEVRİMİ’NİN ÖĞRETİLERİ (1)

Yusuf KÖSE
Sosyalist ülkelerin yıkılmasından sonra, işçi sınıfı önderliğindeki devrimlerin oluşu ve yaşatılması konuları da sık sık tartışılır oldu. Bunların en başında proletarya diktatörlüğü gelmektedir. 

Nepal devrimi’nde de gördüğümüz gibi, uluslar arası küçük burjuvazi, “proletarya diktatörlüğü döneminin kapandığını, burjuvazi ile uzlaşı içinde, devletin sönüp gitmesine kadar birlikte barış içinde yaşanacağını” vaaz ediyor. Yani, seçimlerde hangi sınıf çoğunluğu kazanırsa, o hükümet olur diyorlar. Ya da buna benzer şeyler söylüyorlar. Tam da burjuvazinin yıllardır söylediğinin yeniden “icat etmiş”ler gibi, aşırı sömürü ve baskı altında yaşayan işçi ve emekçilere bunun bir “cennet” olduğunu söyleyecek denli ileri gidebilyorlar.

Marks, Engeles, Lenin, Stalin ve Mao’nun “proletarya diktatörlüğü” anlayışlarının günümüze uyarlanamayacağı, Marksizme yeni şeylerin eklenmesi gerektiğinin “derin bilimsel” propagandası yapılıyor. Marksizmin en temel öğretisinin bir kenara bırkılması, işçilere öğütleniyor. Aslında, bu tür “öğüt” verenlere, küçük burjuva “sol” liberaller demek daha doğru bir tanımlama olur. 

Hatta bazıları, “proleter devlet” olgusunu sadece Stalin ve Mao’’ya, özelikle de Stalin’e bağlayanlar mevcuttur. Amaç, Stalin şahsında MLM bilimi çürütme ve dejenere etme anlayışıdır. Marks ve Engels’in teorik haznesinden proletarya diktatörlüğü alındığında geriye hiç bir şey kalmaz. Burjuvazinin Marks’ı yeni kuşaklara sadece bir “ekonomist” olarak göstermeye çalışması boşuna değildir. Ne yazık ki, bu koroya, kendini Marksist gösteren bir çok küçük burjuva oportünist akımlar da katılmaktadır.

Diğer bir tartışma sorunu ise, buna bağlı olarak getirilen, burjuva devletini parçalamadan onu ele geçirme anlayışı. Bu iki anlayışta, proletarya diktatörlüğü ekseni etrafında dönmektedir. Burjuvazi, işçi sınıfının proletarya diktatörlüğünden vazgeçmesi için bütün propaganda kanallarını harekete geçirmiş durumdadır. Burjuvazi diyor ki; “her şeyi tartışın, her şeyi yapın, ama asla ve asla burjuva devletine dokunmayın, bunun yerine proletarya diktatörlüğünü aklınıza dahi getirmeyin, o tukakadır.” Bizim “sol liberallerimiz de, burjuvazinin bu ideolojik argümanını yenimiş gibi bize sunup duruyorlar.

Proletarya diktatörlüğü, günümüze özgü bir tartışma olmayıp Marks ve Engels’in ölümünden sonra da kendine “marksist” diyenler arasında tartışılmıştır. Anarşistler vb küçük burjuva oportünistlerini bir kenera bırakırsak, bunların başında Kautsky gelmektedir. Proletarya diktatörlüğüne karşı çıkanlar, onun yerine, burjuvazinin kurulu sistemini ve elbette burjuvazinin devletinin ayakta kalmasını savunur oldular. Anavatan savunmaları, emperyalist burjuvazinin yanında yer almalar da buradan çıktı. Proletaryanın  kritik siyasal dönemlerde yan çizme küçük burjuva oportünizmine ve troçkistlere özgü bir taktiktik olagelmiştir.

Küçük burjuva oportünistlerinin, “dikatörlüğün her biçimine karşıyız” demeleri boşuna değildir. Esasında, bunların karşı olduğu diktatörlük,  burjuva diktatörlüğü değil, proletarya diktatörlüğüdür. Bunların “diktatörlüğe karşı” olmalarının gerekçeleri ise; “proletarya diktatörlüğü yaşamadı, tekrar aynı yere dönmek cinayettir” diyorlar. Nepal’deki devrimi satanlar da aynı gerekçeleri getirdiler. “Burjuva devlet mekanizmasını yıkmak hatadır, onu alıp işçi ve emekçilerin yararına kullanbiliriz” diyerek, proletarya önderliğindeki devrimin nasıl da elimine edilebileceğinin iğrenç bir örneğini sergilediler. Birebir aynısını söylemediler, ama, söyledikleri; “biz o devleti yavaş yavaş ele geçireceğiz ve onu önce halk devletine sonra da proletarya diktatörlüğüne dönüştüreceğiz” şeklinde olmuştur. 

Sadece sınıf mücadelesinin varlığını kabul etmek Marksist olmaya yetmez. Bunun devamı olan proletarya diktatörlüğünü de savunmak Marksist olmayı getirir.  Burjuvazi de sınıfların varlığını kabul eder. Küçük burjuvazi de sınıfları ve sınıf mücadelesini kabul eder. Ama, onlar, proletarya diktatörlüğüne karşıdırlar. Marksizmin temel öğretilerinden proletarya diktatörlüğüne karşı çıkmak, onu reddetmek, burjuva sistemini savunmak ve desteklemek demektir.

Devleti, proletarya ya da daha eskilere gidilirse, ezilen sınıflar icat etmedi. Devleti, icat eden ezen ve sömürücü sınıflardır. “Ekonomik gelişmenin, toplumun sınıflara bölünmesiyle zorunlu olarak bağlı olan belirli bir aşamasında” (Engels) zorunlu hale gelip ortaya çıkan devlet, yine sınıfların ortadan kalkmasıyla da zorunlu olarak ortadan kalkacaktır. Ama, proletarya, devlet denen bu baskı mekanizmasını, sınıfları ortadan kaldırmak için bir süre kullanmak durmundadır. Kavranmayan, kavranılmak istenmeyen yan burasıdır. 

Lenin der ki;
“Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve tezahürüdür. Devlet, sınıf çelişkilerinin objektif olarak uzlaştırılamadığı yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıkar. Ve tersine: devletin varlığı, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtlar.” (Lenin, Seçme Eserler, sf. 19, C.7, İnter Yayınları, açL)

Lenin’in bu söyledikleri sınıflar var olduğu sürece doğruluğunu koruyacaktır. Bu yaklaşım, Marks ve Engels’in de yaklaşımıdır. Ancak, küçük burjuvazi, “koşullar-zamanlar” aldatmacalarıyla, devlet olgusunu bilinçli bir şekilde çarpıtarak, proletarya devletini yadsıyıp, burjuva devletini kutsamaktadırlar.

Marks ve Engels, proletarya diktatörlüğünü, 1871 Paris Kömünü’nden sonra dilendirmişlerdir. Yani, bir devrimin deneyimlerinden çıkardıkları tarihsel bir derstir. Burjuva devletin parçalanması ve yerine proletarya diktatörlüğünün kurulmasını zorunlu görmüşlerdir. Devletin sönmesi burjuvazinin devleti değil, proletaryanın devletinin sönmesinden söz etmişlerdir.

Nepal Komünist Partisi (Maoist), daha sonra, Birleşik Nepal Komünist Partisi (UNKP) olan parti, devrime doğru zamanda ve doğru strateji ve taktikler üzerinde başladı. Ne zaman ki, burjuva-Monarşi ortaklığındaki devleti yıkabilecek duruma geldi, ondan sonra doğru yoldan, MLM çizgiden saparak, Marksizmin en temel tezini, burjuva devletini parçalayıp yerine (Nepal özgülünde) işçi-köylü devletini kurmayı reddeti. Başta savunduğu görüşlerin tersine, devrimi, Nepal Monarşisinin yıkılmasıyla sınırlayarak, Nepal burjuvazisi ile uzlaştı ve burjuva devletini parçalama yerine onun üzerine oturdu. Aksine, devrim mücadelesi sırasında oluşturduğu devrim kurumlarını (halk ordusu ve halk komünleri de dahil) yıkıp dağıttı. 

Nepal Devrimi’ni burjuvaziye hediye eden küçük burjuvazi, ezen ve ezilenleri uzlaştırmaya, daha doğrusu, başta Nepal proletaryası olmak üzere, ezilen sınıfları, Nepal burjuvazisiyle uzalştırmak için aracılık görevini üstlendi. 

Lenin;
“Devletin kendi karşı kutbuyla (kendine karşıt sınıfla) uzlaştırılamayacak olan belirli bir sınıfın egemenlik organı olduğunu, küçük-burjuva demokrasisi asla anlamayacaktır.” (Lenin, age, sf. 20, açL), der.

Nepal Devrimi’nin gerçekleştirenler, ezilen yığınları burjuva devleti ile uzlaştırmaya çalıştı ve hala bunu yapmaya devam ediyorlar. Ancak, artık UNKP, eski komünist  niteliğini yitirdi. 2005 yılında iktidarı alabilecekken, korkak küçük burjuva niteliğini öne çıkarıp, burjuvaziyle uzlaşmanın yollarını “marksizm” adına aradı ve hemen de buldu. Çünkü burjuvazi de bunu istiyor ve bu konuda emperyalist burjuvazinin de güçlü desteğini alarak baskılama yoluna gidiyordu.

Burjuva devlet mekanizmasını parçalayıp dağıtmadan, bu mekanizmayı aynı şekilde proletaryanın kullanması söz konusu olamaz. Arada nitelik bir fark vardır. Burjuva devleti, işçi ve emekçiler baskı yaparak sömürü üzerine kurulmuştur. Yani, o, özel mülkiyeti korumanın (ezilen sınıfları sömürmenin, Lenin) bir aracıdır. İşçi ve emekçilerin devleti ise, özel mülkiyeti kaldırma, sömürü ve baskıyı yok etmenin ve de sınıfları kaldırmanın bir  aracıdır. Bu iki devlet arasındaki farkı aynılaştırmak, doğal olarak proletarya diktatörlüğünü yadsıyıp, burjuva diktatörlüğünü korumaya dönüşecektir. Bugün, Nepal’de böyle olmuştur. 

Prachanda döneği ve ekibi, Nepal KP (M) içindeki komünistleri de, uzun bir süre oyalamasını bildi. Ne yazık ki, bunlarda UNKP’nin lideri Prachanda’nın gerçek yüzünü, onu “yolu”nun burjuva bir yol olduğunu 7 yıl sonra anlaya bildiler ve elbette çok geç kaldılar. Yine de UNKP’den ayrılıp NKP(M)’e sahip çıkmaları büyük bir başarıdır. Ancak, devrim treninin, şimdilik, Nepal’de kaçırıldığının bilincinde olunmalıdır. (yazı devam edecek) 07.07.2012
***

NEPAL DEVRİMİ’NİN ÖĞRETİLERİ (2)

Yusuf KÖSE
Sosyalist ülkelerin yıkılmasından sonra, genelde, Marksizme inananlar arasında; “devrimler yaşamıyor” güçlü yargısı oluştu. Elbette, bu yargıyı doğuran siyasal ve sosyal nedenler var ve böyle bir yargının güçlenmesini burjuvazi de körükledi ve körüklemeye devam ediyor. Küçük burjuvazi ise, sınıfsal yapısı gereği, proleter devrime karşı en büyük haçlı seferini başlattı. Devrimin “imkansızlıkları” konusunda yazmaya ve “derin” teorik eserler vermeye başladılar. Oysa, daha dumanları tütmeye devam eden Nepal devrimi direkten yeni dönmüştü. Hem de küçük burjuvazinin ihaneti sonucu.

 Nepal işçi ve emekçileri, korkak küçük burjuvazinin büyük bir ihaneti ile karşılaştı. Bu ihanet, salt Nepal ile sınırlı kalamayıp, uluslararası proletaryanın da tarihi kayıpların içinde yerini aldı. Nepal küçük burjuvazisinin bu ihaneti olmasaydı, dünyanın çatısındaki bu görkemli devrim, dünya işçi ve emekçilerine büyük bir moral verecekti.

Bütün bu olumsuzluklara karşın, devrimlerin devam edeceğini, proletaryanın kararlı bir şekilde devrimi yapacağını ve burjuva devlet mekanizmasını rahatlıkla –bütün emperyalist burjuvazinin baskısına rağmen- parçalayıp, kendi devletini kuracağının da derslerini vermiştir.

Nepal devriminin öğretilerinin başında; ezilen yığınların bir komünist partisine gereksinimi olduğu gelir. İşçi sınıfının partisi olmadan kitlelerin örgütlenerek devrime seferber edilmesi ve devrimi gerçekleştirmesi düşünülemez. Kitleler kendiliğinden burjuva devlet mekaniznasını yıkamaz. Bunu yıkacak olan, işçi sınıfı partisi önderliğinde örgütlenmiş işçi ve emekçilerdir. Nepal özgülünde işçi ve geniş yoksul köylü yığınlarıdır.

Devrimi gerçekleştirmek için, bütün ezilenleri işçi sınıfının partisi etrafında örgütlemek gerektiği bir kere daha kanıtlanmıştır.

Nepal devriminin en önemli öğretilerinden biri de; işçi sınıfının devrimci şiddeti olmadan burjuvazinin yıkılamayacağıdır. Marx’ın, zor, “yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesi olduğu” tezi, hala doğruluğunu korumaktadır. Emperyalist burjuvazinin güçlü olduğu ve bütün ülkelerin burjuvazinin elinde olduğu bir ortamda, burjuva devlet mekanizmasını parçalamak için devrimci şiddet (zor) olmazasa olmazlardan birisidir.
Nepal devrimi, her ülkenin ekonomik ve siyasal yapısına göre devrim taktiklerinin izlenmesi gerektiğidir. NKP(M), halk savaşı yolunu izlemiş, ve bunun saysinde iktidarı alacak duruma gelmiştir.

Ve iktidarı burjuvazi ile paylaşmanın devrimci bir yol olmadığını, bu yolun, burjuvaziyi yeniden iktidara taşımanın bir aracı olduğunu bir kere daha kanıtlamıştır. 

Proletarya partisinin devrim sırasında en küçük bir tereddütü, en küçük bir korkaklığı, devrimi tehlikeye atacağını ve bunun siyasal bir çizgiye dönüşmesiyle devrimi  burjuvaziye teslim edeceğini de göstermiştir.

Oportünizmin, işçi sınıfı içinde burjuvazinin ajanı olduğunu (Lenin), Nepal devrimi, en açık bir şekilde bir kere daha ispatlamıştır. Oprtünizm, tarihinde hiç bir zaman işçi sınıfının dostu olmamış; o, proleter devrimleri önlemenin, onu yolundan saptırmanın ideolojik, pratik ve örgütsel engeli olmuştur.

Burjuva devletin kendiliğinden sönmeyeceğini, burjuva devleti parçalayıp kendi devletini (yarı-devletini, Lenin) kurduktan sonra, bu devletin söneceğini bir kere daha göstermiştir.

Ayrıca, devrimden sonra, bürokratlaşan “işçilerin” devleti ele geçirerek yıkılacağının “kaçınılmaz” olduğunu söyleyenler de yanılıyorlar. Proletarya, geçmiş devrimlerden dersler çıkarmıştır. Yani, SSCB, Çin ve daha bir çok devrimlerin deneyimlerinden yaralanarak, gelecekte aynı hataları işlemeyecektir. 

Troçkistler ve bir çok oporünist akım; “tek ülkede devrim olmaz, olsa da yaşamaz” anlayışları sanki doğrulanmış gibi, propagan da yapıp duruyorlar. Önce belirtmek gerekiyor ki, troçkizm hayatında hiç devrim yapmamış, tersine esas olarak devrimlerin karşısında yer almıştır. Ve de ülkede proletaryanın kritik dönemeçlerinde burjuvazinin koltuk değneği olmaktan kurtulamamıştır. ([i]*) Aynı troçkistler, Nepal devrimi ile ilgili, „Maocular iktidarı ilk defa alabilecek mi“ diye de vaaz etmişlerdir. Bilmeyen de, Mao’cuların hiç iktidar almadığını sanacak. Mao ve Çin devrimini görmezklikten geliyorlar. Anarşizmin ve troçkizmin iktidarı alması bir yana, iktidarı alabilecek bir düzeye geldiği yer ve an var mı? Hayır! Troçkizm ve anarşizm işçi ve emekçileri iktidardan uzaklaştırmanın adıdır. 

Rusya’daki devrimin nasıl olduğu her kesçe malumdur. En azından bu konuyla ilgilenenlerce… Lenin, oportünizme karşı yoğun bir mücadele vermiştir. RKP(B) içinde de, ayaklanmaya karşı çıkanlara karşı amansız bir mücadele vererek, „ya bugün ya da hiç bir zaman“ diyerek, ayaklanma kararı aldırmış ve devrim başarıya ulaşmıştır.

Günümüzde de, karşı-devrimin propagandası etkisi altında kalanlar, işçi sınıfı önderliğinde devrimleri yadsır hale gelmişlerdir. „Sosyalizm“ ve „devrim“lerden söz edenlerin, nasıl bir sosyalizm ve devrim istedikleri tartışmalıdır. Ülkemiz de bunların örnekleri çoktur. Küçük burjuvazi, „güler yüzlü sosyalizm“ istiyor. Burjuvazi de bu söze bayılıyor. Ancak, „şu Stalinstler yok mu“ diye de hayıflanıyor, ve artık proletaryanın devrimci şiddet kullanarak burjuva devletini yıkıp kendi devletini kurmasının „modası geçmiş“ ideolojik argümanlar olarak görüyorlar ya da göstermeye çalışıyorlar. Bunlar, Alman devrimini önleyen dünün büyük döneği yeni Kautskycilerdir.

„Devrim, ne zaman yenilmeye başlar? Devrim, „Kurtaracağım“ sözüyle başlar yenilmeye.“ (M. Oruçoğlu, Nepal’de Devlet ve Devrim makalesinden,)

Anarşistlerin de buna benzer görüşleri söz konusu. Onlar da, işçi sınıfının önderliğine ve proletarya diktatörlüğüne karşılar. „Çoğulculuk“ dedikleri bir kitlenin devriminden yanalar. Bu „çoğulculuk“ ne demekse? İşçi sınıfının adından, onun devrimci dinamiğinden korkanlar, işçi sınıfının adını tarihten silmek istiyorlalar. Bu konuda ister istemez burjuvaziyle de bir nokta da birleşiyorlar. Ne var ki, burjuvazinin sermayeye sahip olması için işçiye gereksinimi var. 

Buna bağlı olarak, devrim üzerine o denli “tez”ler var ki, MLM düşünceler dışında ne aranırsa bulunur cinsten. Yeter ki, KP olmasın! Yeter ki, işçi sınıfının burjuvaziye karşı devrimci şiddeti olmasın ve yeter ki, proletarya devletinden, onun devrimci diktatörlüğünden söz edilmesin! Geriye ne kaldı? Burjuvazinin kutsanan “demokrat” devleti!

Oportünizm ve küçük burjuvazi, burjuvaziye her türlü şeyi layık görüyor, ancak, işçi ve emkçilere, iktidarı almayı layık görmüyor. Ne de olsa “baldırı çıplaklar!”

Oruçoğlu, her ne kadar kitlelerin örgütlenmesini reddetmese de KP’yi reddediyor. Yani, kendiliğinden olacak bir örgütlenme .... Bunun anlamı, bundan başkası değildir. Eğer, deyimi yerinde kullanmak gerekiyorsa; işçi sınıfı, bütün insanlığın kurtarıcısıdır. Kurtarıcı olan, onun ideolojisi ve devrimci dinamiğidir. Elbette işçi sınıfı, idelojik ve siyasal önderlik açısından bu görevi üstlenirken, ezilen yığınları kazanmadan, onları örgütlemeden de söz konusu “kurtarıcı” rolünü yerine getiremeyecektir. 

Ülkemizde ve uluslararası alanda kendini “sol” olarak adlandıran bir çok kesimin, Yunanistan’da sol birlik SYRIZA’nın “başarıları” üstüne bolca yazıp çizmesi, küçük burjuva oportünizmin ideolojik duruşunun dışa vurumudur. Oysa, SYRIZA ya da benzerleri, seçimle çoğunluğu ele geçirseler de burjuva devletini ele geçiremeyeceklerdir. Ele geçirmeye ve onu yönetmeye çalıştıkları anda, burjuvazinin bilinen şiddetiyle, tarihi sınıfsal “zor”uyla karşı karşıya kalacaklardır. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Nedense, söz konusu bu kesimler, devrimci durumun yüksek olduğu bu ülkede, proletaryanın ve emekçilerin burjuva devletini paramparça etmeleri üzerine hiç de fikir yürütmüyorlar. Bu “tehlikeli bölgeye” yanaşmak istemiyorlar.

“Marksizm işçi partisini eğiterek, iktidarı ele geçirme ve tüm halkı sosyalizme götürme, yeni düzeni yönetme ve örgütleme, toplumsal yaşamlarını burjuvazi olmadan ve burjuvaziye karşı biçimlendirilmesinde tüm emekçilerin ve sömürülenlerin öğretmeni, yöneticisi, önderi olma yeteneğine sahip proletaryanın öncüsünü eğitir. Buna karşılık bugün egemen olan oportünizm işçi partisi içinden, kitleye yabancılaşan, kapitalizme oldukça iyi biçimde “uyma”yı bilen, büyük kardeşlik hakkını bir tas mercimek çorbasına satan, yani burjuvaziye karşı halkın devrimci önderi rolünden vazgeçen ücretleri daha iyi işçi temsilcilerini eğitir.” (Lenin, SE, C.7, sf. 37, İnter Yayınları, açL)

Lenin’in bu görüşü, Paris Komünü’nden bu yana Marks ve Engels’inde görüşü ve bu görüşler günümüzde de eskimiş değildir. Çünkü, hala sınıflar var ve hala burjuvazi ile proletarya arasında uzlaşmaz bir çelişki var. Ve proletarya sınıfsal durumu nedeniyle toplumun en devrimci sınıfı ve dinamiğidir. 

Marx, Engels ve Lenin’in proletarya diktatörlüğü üzerine söyledikleri eskimiş değildir ve geçerliliğini korumaktadır. “Proletarya diktatörlüğü” görüşünün ortaya çıkışından bu yana yüz yıldan fazla zaman geçmesine karşın, sınıflar arasındaki ilişkiler değişmemiştir. Yani, burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişki varlığını korumaktadır ve bu iki sınıf arasındaki mücadele amansız bir şekilde, hayatın her alanında devam etmektedir.

Şu anda proletarya yenilmiş olabilir. Daha önceki bir çok sosyalist ülke kazanımlarını yitirmişte olabilir. Bu, var olan gerçekliği değiştirmye yetmez. İnsanlık geleceğini, burjuva diktatörlüğünü proletarya diktatörlüğü ile değiştirerek komünizmle taçlandıracaktır. Ara formüller bulmaya çalışmak, burjuvazi ile proletaryayı uzlaştırma çabalarıdır. Bunun toplumsal anlamı ise; burjuvazinin proletaryaya taviz vermesi değil, proletaryanın burjuvaziye taviz vermesi, boyun eğmeye devam etmesi ve burjuva diktatörlüğüne razı olması demektir.

Bugün, kitleler de ve de özellikle devrimin ileri unsurlarında sosyalizme karşı şüpheyle yaklaşılıyorsa, bunun günahı küçük burjuva oportünizmine aittir. Küçük burjuva oportünizmi, “Marksizm” kisvesi adı altında burjuvazinin kitleler içinde kiralık propagandıcıları, kitleleri devrim ve sosyalizm davasından soğutmanın aracı omuşlardır. 14.07.2012
-bitti-



([i]*) Örneğin, AKP hükümetinin 12 Eylül 2010’da „anayasa değişikliği referandumu’nda“,“yetmez ama evet“  „büyük buluşu“ troçkistlere aittir. AKP’de bunları her yönden desteklemiş ve referandumun sonunda başbakan Erdoğan’dan büyük bir teşekkür almayı başarabilmişlerdir. Faşist bir diktatörün ve eli kanlı faşist katillerin devrimcilere  teşekkür etmediği ve etmeyeceği açıktır. Troçkizm, kendi tarihi boyunca  bütün teşekkürleri ezen sınıflardan almıştır. Bu da, tarihin unutulmaz kayıtları arasında yer alan bir gerçeklik olarak yerini koruyacaktır.