7 Nisan 2012 Cumartesi

„Kemalist“ Devletten „Ilımlı İslam“ Devletine Geçiş



AKP ve arkasındaki sermaye, emperyalistlerinde (ABD ve AB) desteğini alarak, ülkeyi yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Bu konuda (burjuva liberal aydınların „ikinci cumhuriyet“ dedikleri) önemli adımların atıldığı söylenebilir. Bunu bir anayasa ile noktalamak ve meşrulaştırmak istiyorlar. Son olarak 4+4+4 diye bilinen eğitim yasasının yasallaştırılması ile sermayenin gereksinimlerine yanıt verebilecek bir düzenleme yapıldı. Bu düzenleme, aynı zamanda, işçi ve emekçilere din baskısıyla boyun eğdirilmeye çalışılmasının bir yöntemidir. Böylece işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesini, zorun yanında ideolojik olarak dini de kullanarak pasifize edilmesini, bastırılmasını ve uykuda kalmasını hesaplıyorlar.

Bu program, 12 Eylül 1980’den beri egemen sınıfların gündemindeydi. Türk egemen sınıfları, işçi ve emekçilerin devrimci mücadeleye kalkışmasını engellemenin en güçlü ideolojik araçlarından biri olarak bunu görüyorlardı. Elbette devletin yeniden organizesi bir anda olmadı ve olamazdı. Çünkü egemen sınıflar içinde de bu konuda anlaşmazlık ve çatışma söz konusuydu. Türkiye’nin „ılımlı islam“ modeli altında sermayenin çıkarlarını yerine getirmesi, emperyalist burjuvazinin de çıkarlarına uygun düşüyordu. Irak işgali arifesi ve sonrası bu durum daha da netleşti ve emperyalist burjuvazi „din“ sunumlu Türk egemen sınıf kanadını ve onun partisi AKP’yi destekleyerek, önündeki diğer engellerin (TSK en büyük engeldi) kaldırılmasında büyük destek vererek kemalist asker-bürokrasi kesimin darbe yapmasını da önledi.

 Bu gelişmeler, salt „laik-islam“ çatışması değil, esas olarak burjuvazinin kendi içinde bir iktidar savaşıdır. Uzun bir zamandan beri Türk egemen sınıfları içinde süren bu iktidar çatışması, 1940 sonları ile 1950 başlarındaki CHP-DP çatışmasına, yeni palazlananla eski egemenler arasındaki iktidar savaşına benzemektedir. Tek bir farkla; AKP daha fazla din sunumlu olarak ortaya çıktı ve bu da emperyalist burjuvazinin bugünkü yönelimine uygun şeklide gelişti. O süreçte, DP’de „din“ söylemlerini öne çıkarmasına karşın emperyalist sermaye buna pek sıcak bakmadı. SSCB’nin varlığı biraz da buna engeldi.

AKP-TSK(Türk Silahli Kuvvetleri) arasındaki savaş olarak başlayan bu gelişmelerin bir tarafında yeni palazlanan sermaye ve eski sermaye kesimlerin bir kesimi varken, bir tarafta ise geleneksel egemen sınıflar ile TSK (ve kemalist bürokrasi) vardı. TSK’nın tavrı belirleyici idi. TSK’nın Türk devleti içinde gücünün bu denli ağırlıkta olması, Kaypakkaya’nın da 1970’lerin başlarında belirlediği gibi Türkiye’nin „yarı-askeri faşist bir diktatörlük“le yönetilmesinin yalın bir göstergesidir. TSK ve arkasındaki geleneksel sermaye de ABD’ci idi. Bu kesim, „1 Mart Tezkeresi“ vb. nedenlerle, ABD’nin yeni politikalarına ayak uyduramadılar. Böylece de gözden düştüler. Emperyalist burjuvazi AKP ile islam ülkelerini ve halkları daha kolay etkileyebileceğini düşünmektedir. AKP’de bu rolü en iyi şekilde yerine getirmeye çalışarak emperyalist sermayenin çok yönlü vurucu gücü rolünü oynamaya çalışıyor.

TSK’yı „millici“ olduğu için ABD’nin „harcadığını“ düşünenler esasta yanılıyorlar. Emperyalistler için uşaklık sınırı, emeperyalist tekellerin çıkalarıyla sınırlıdır. Emperyalistler, çıkarlarına uymuyorsa ve bir başka uşak kendine daha yararlıysa rahatlıkla eski uşağını kirlenmiş bir mendil gibi fırlatıp atar. Bu sermayenin genel karakteristiğidir.

ABD ve AB’nin İran, Suriye üzerindeki baskıları ve Ortadoğu üzerinde emperyalistler arası çıkar dalaşması ve bunun savaşa dönüşme olasılıklarının güçlü olduğu bir süreçte, AKP’yi harcamaları söz konusu değildir. Türkiye şu anda emperyalizmin en sadık uşağı ve ileri karakolu durumundadır. AKP, arkasındaki bu desteği içerdeki muhaliflerini ezmenin bir aracı olarakta kullanmaktadır. Gelinen bu süreçte, Türk egemen sınıflarının „laik“ diye bilinen kesimi de „ılımlı islam“ modeli ile uyuşmuşa benziyor. Burjuvazinin kendi aralarında her zaman çıkar çatışması olacağı gibi, işçi ve emekçilere karşı da birlikte hareket ettiği bilinen bir gerçektir. Türk egemen sınıflarının bu geleneksel kanadının AKP’nin sermayeyi açıktan kollayan politikası ile bir sorunu olmadığından, „islam“ motifli bir devlet örtüsüne ses çıkarmayacaklardır.

AKP, Türk devletini, bilinen geleneksel „kemalist devlet yapısını“ değiştirerek, „ılımlı islam devleti“ şekiline sokmaktadır. Bütün uygulamalar ve çıkarılan yasalar bu doğrultudadır. Bu konuda zorlanacağı yer, yeni bir anayasanın çıkarılması olacaktır. Yeni anayasa için de MHP ve BDP’nin dinci üyelerinden destek almayı bekliyor. Anayasa çıkarmak içinde fazla acele etmiyor; ortamın kendi lehine daha da olgunlaşmasını ve seçmen desteğinin daha da artmasını bekliyor.

Eğer yeni bir anayasa hazırlanır ve kabul edilirse, bazı kesimlerin beklenti içine girdiği gibi, bunun 1961 Anayasa’sı gibi bazı demokratik maddeleri dahi içermeyeceği, içerik olarak 1982 Anayasası’nın bir benzeri, yani faşist bir anayasa olacağı açıktır.

„Kemalist devlet“ ile „ılımlı islam devleti“ arasında sunum farkından başka bir fark olmayacaktır. Birincisi, M. Kemal‘i öne çıkararak sermayenin çıkarlarını savunurken, yenisi „islamı“, „din kardeşliğini“, „kuranı“ öne çıkararak sermayenin çıkarlarına hizmet etmeye devam edecektir.

AKP’nin 12 Eylülcü generalleri „yargılamasının“ sahte bir yargılama olduğu, esas olarak demokratik kamuoyunu oyalama ve kendi lehine çekmeye çalışma politikalarıdır. 12 Eylül anayasasının ürünü ve o yasaları fazlasıyla uygulayan faşist bir partiden „demokratik“ bir adım beklemek siyasal körlük ve de ahmaklıktır. Ayrıca, süreç içinde TSK’nın tutklu emekli generallerini de bırakacağı ve onlarla da uzalaşacağı güçlü bir olasılıktır. „Ergenekon“ davası ise, burjuvazi ve kemalist bürokrasi içindeki muhalifleri susturma, onları uzlaşmaya zorlamanın bir aracı yapılmıştır.

Kürt sorunu konusunda da AKP, Türk devletinin geleneksel baskı ve katliam seçeneğini öne çıkarmaktadır. Zaten, bu sorunu, şimdilik düşük-yoğunluklu savaş“ adını verdikleri çatışmalı bir şekilde sürdürmeyi, kendi çıkarlarına daha uygun görüyorlar. Arada bir „çözüm“ , „muzakere“ sözlerinin dolaştırılmasının nedeni ise, özellikle Kürt halkını oyalama, bir „umut“ verme ve beklenti içine sokarak pasifize etme, yıldırma taktikleridir. AKP’nin arkasındaki emperyalist güçlerinde; „Kürt ulusal sorununu demokratik bir şekilde çöz“ diye bir baskıları ve istemleri yoktur. Tersine, onlarda bu durumun çatışmalı bir şekilde sürmesini kendi çıkarlarına uygun görüyorlar.

Bazı „sol“ kesimlerin, faşist „ılımlı islam“ devleti yerine faşist „kemalist devleti“ yeğ bulmaları, onların geçmişten beri „kemalizmi sol“ görmelerinden kaynaklanıyor. „Sol kemalizm“ işçi ve emekçilere göz açtırmayan, Kürt ulusunun her türlü haklarını gasp ederek katliamlar yapan, bütün muhalif kesimlere baskı uygulayan, emperyalist ve yerli sermayenin çıkarlarını savunan bir devlet yapısıdır. „Ilımlı islam devleti“ modeli de birincisinden farklı değil, isimleri değişiktir. Öz aynıdır. Komünist ve devrimcilerin bu iki faşist klikten birini tercih etme durumları sözkonusu olamaz. İkisine karşı da mücadele etmeli, işçi ve emekçileri aydınlatmaya, harekete geçirmeye ve sermayenin oyunlarını bozmaya devam etmelidir.

Emperyalist ve yerli sermayenin kendi çıkarları doğrultusundaki tercihleri, işçi ve emekçilerin tercihleri olamaz, olmamalıdır. Onların kurtuluşları sosyalizmdedir. Yıllardır, küçük burjuvazi, işçi ve emekçileri, burjuvazinin bir kanadından bir başka kanadını tercih etmeye yönlendirmiştir. Bu küçük burjuva ve reformist anlayışlar da burjuvaziye hizmet etmekten başka bir işe yaramamıştır. AKP’nin kemalist devletin beslemesi olduğunu unutanlar, yarın bir başka beslemeyle karşı karşıya kalabilirler.07.04.2012
                                                                            ***